Fârâbî’nin bilgi ağacının gölgesini görüşüne dairdir
Ağaç bilgi ağacıdır. Gördüğü gölge ağacın kendi aklına vuran gölgesidir. O hâlde bilgi ağaçtır, ama bilgelik güneştir. Bilgelikten insanın aldığı nasip bilgidir, ama o da gece bile güneşe ve gölgeye talip olmakla ilgilidir.
Dünyada düşünceye yön vermiş pek az insan vardır. İnsanların çoğu düşünebildiklerini düşünürler. Pek azı ise düşünürler. Pek azının düşünebilmesinde bile payı olan pek azdan da pek pek az insan vardır ki, zaten onlar kastedilir “düşünceye yön vermiş insanlar” denilerek. Bu insanlardan biri kuşkusuz Aristo’dur. Biri Aristo ise bir diğeri de Fârâbî’dir. Ya da bu insanlardan biri kuşkusuz Platon’dur. Biri Platon ise bir diğeri tabii ki Fârâbî’dir. Bu neden böyledir? Çünkü böyledir. Zira bir şeyin öyle olmasını sağlayan saiklerin hepsine bu oluş sahiptir.
Fârâbî, Türkistan’ın bir şehri olan Fârâb’da doğmuş bu yüzden Fârâbî adını almıştır. Ama mevzumuz bu değildir. Mevzumuz bir ağaçtır…
Bu güzel ve ince zat, daha küçücük bir çocukken, doğduğu ve kendisini o yaşa getiren evin önündeki yolun biraz aşağısında bir gölge görmüştür bir gece. Evet, evet, gece ve görülen bir gölge… Geceleyin gözüne görünen gölgenin ne olduğunu nasıl bir şey olduğunu anlamayan bu güzel ve ince çocuk gece boyunca düşünmüştür. Sabah gün ışıyınca da gece gölgeyi gördüğü yere yürümüştür. Bakmıştı ki orada bir ağaç var, ama gece yoktu. Şimdi gölgesi var, çünkü güneş gökte, ama gece güneş de yoktu. Ağaca yaklaşmış, ona dokunmuş, o küçücük gövdesi ve aklına rağmen onu idrake yanaşmıştır.
Ağaç, kendine idrak için yanaşan bu çocuğa dallarını eğmiştir. Çocuk eğilen dalların meyvesini yemiştir. Çocuk ağacın meyvesinden yiyince gece gördüğü gölge büyümüştür. Bu, yıllarca böyle böyle sürmüştür. Nihayetinde çocuk kendini akletmeye başladığı çağa erişince anlamıştır ki geceleri gördüğü gölge aklının gölgesidir ve kendisini aklını görmeye itmiştir.
Zira insan bir gölge görürse, görmek ister o gölgeyi gölge kılan aslı. Çocuk çocukluktan kurtulup da erginliğe geçince aslı idrak etmiştir. Ağaç bilgi ağacıdır. Gördüğü gölge ağacın kendi aklına vuran gölgesidir. O hâlde bilgi ağaçtır, ama bilgelik güneştir. Bilgelikten insanın aldığı nasip bilgidir, ama o da gece bile güneşe ve gölgeye talip olmakla ilgilidir. Peki ya bundan daha öncesi nedir? Misal bu ince genç adamın doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Kaynaklarda yer almaz ancak doğumundan önce yedi yıl mı yetmiş yıl mı yoksa yedi yüz yıl mı, dünyaya kışın hüküm sürdüğü söylenir. Öyle ki, doğduğu sabah güneşin parladığını görenler, şükür kış bitti, demişlerdir. Ama kışı neyin bitirdiğini o an bilememişlerdir. Çünkü güneşin ne olduğu gözle görünüp bilinse de anlamı aslında örtülüdür ve örtünün kalkması için emeğe ihtiyaç vardır. Zira değerin anlaşılması için de zamana ihtiyaç vardır.
Meselenin özü, Fârâbî daha çocuk yaşta talebeliğe başlamış, talebeliği ölene kadar bırakmamıştır. Talebeliği bilgi ağacının altında başlamıştır. Daha küçücük bir çocukken o ağacın altında okumayı sökünce gördüğü ve tattığı o meyve, o ağacın meyvesi, başını döndürmüştür. O tadı öyle sevmiştir ki o an karar vermiştir ölene kadar onun sevdalısı olmaya ve hatta hayatına başka bir değer sokmamaya. Öyle ki hoca olduğunda da hatta dünya onu Alfarabius veya Abunaser ismine sahip bir bilge, bir filozof olarak andığında bile o hep önce talebedir. Zira bilmiştir ki bilgi ağacı yücedir ve o ağacın meyvesine kim ne kadar tutkun olsa da ne ağacın ne meyvesinin sahibi değildir. Aklı ve kalbi kâinatın sırlarıyla, bazen o sırları hiç bilmediğinden ama bilir gibi olup da merak ettiğinden, bazen bir zerresini idrak ediverdiğinden sızlayan büyük insanlardan bazısı, doğduğu köyün, kasabanın, hatta bahçesindeki çitin bile dışına çıkmaz ve kâinata oradan bakar.
Bazısı da durduğu yerde duramaz, kanı ve canıyla kâinata karışmak üzere yollara revan olur. Bu hep böyle olmuştur. Fârâbî ikincilerin en birincilerindendir. Daha çocuk yaşta bilgi ağacının meyvesini tadıp, erginliğe erişince ağacın yüceliğini idrak için dalları ve kökleri nereye uzanıyorsa takip etmiş, güneşin ne yandan vurmasıyla ağacın gölgesi ne kadar uzayacak ya da kısalacak bunun derdine düşmüştür. Buhara, Semerkant, Merv, Belh, Bağdat. Dünyanın bütün güneşlerinin peşinde yürüyerek ve düşünerek büyümüştür.
Yaşı kırka varmıştır. Kısa boylu ve sakalsızdır. İnce bir gövdesi vardır. Zariftir. Hayatı boyunca aynı kıyafeti giymiştir. Bu kıyafet özgedir, kendi milletindendir. Başkasına ihtiyaç duymamıştır, canı da başka kıyafet çekmemiştir. Para pul onun için çul çaputtur. Kıymeti yoktur. Gözü şanda şöhrette değildir. “Muallim-i Sâni” diye anılmış, hiç evlenmemiş, mal mülk edinmemiştir.
Derler ki yetmişten fazla dil bilir. Olabilir. Abartılmış da olabilir. Zarar yoktur. Yetmiş değil yedi dil de olsa, mesele o dilde ne söylediğidir. Peki, ne söylemiştir Fârâbî? Söylediği elbet çoktur da ilimler tasnifi ile başlamıştır işe; Dil; sarf ve nahivdir. Mantık; matematik; fizik ve metafizik; medeni ilimler olan ahlâk, siyaset, fıkıh, kelam… En değerli çalışmaları mantık alanındadır. Düşünceyi etkileyen yaklaşımı; Mantığı ikiye ayırmıştır; tasavvurat ve tasdikat. Bütün bir İslam düşüncesi bu yapıyla düşünce üretmiştir. Düşünce kavramlarla ve terimlerle olur, çünkü düşüncenin yapı taşları onlardır. Önce onlar yerli yerine konmalıdır. Sonra ise kavramlar kullanılarak hüküm verilir, önerme öne sürülür. İnsan bu şekilde düşünebilir. Sonrası? Çoktur efendim, buraya sığmaz, bizim de zaten deşmeye bilgimiz yetmez. Ama bize misal, öğüdü şu olmuştur ki onu anıp işimize dönelim:
Gerçeğe ulaşabilmek için her şeyden önce haz ve şehvet duygusunu yenerek ahlâkı düzeltmeli, sağlam bir iradeye sahip olabilmek için zihni melekeleri geliştirip güçlendirmeli, hırs derecesinde bir istekle sürekli çalışmalı, başlıca meşguliyet ilim olmalıdır.
Sonrası malumunuz.
*Büyük Türk bilgini ve filozof Fârâbî’nin doğumunun 1150. yılı dolayısıyla Birleşmiş Milletler 2020 yılını dünyada Fârâbî Yılı ilan etti.