Ehliyet
Günler haftalar aylar geçti, taramadan çıkamadık. GBT gelmedi bir türlü. Askerlik bitti, ondan hâlâ haber yok. Deseler ki bir saat sonra gelecek, şu kenarda bekleyiver, sana çay da söyleyelim. Çay bitmeden hâllederiz. Yok. Kabul edecek hâlde değilim. Eski çantamı yüklenip uçağa koştum.
O zamanlar hafta sonunda askerler sivil elbiseyle çıkamazdı. Sabah erken vakitte nizamiyeden hâki kıyafetlerle çıkış yapardık. İlk işimiz, kahvaltı yapmak. Van’ın kahvaltısı meşhur olmasa da biz yine öyle koşa koşa çıkardık. Beş altı kişilik gruplar hâlinde oturur oturmaz masa donatılırdı. Yine böyle çıktığımız bir gün, bizim İzmitli Orhan Çavuş, işim var dedi, bizden ayrılacağını söyledi.
“Allah Allah… Asker adamın sivilde ne işi olabilir? Lan yoksa buralarda birine mi tutuldu da, buluşmaya mı gidiyor?”
Orhan Çavuş duymuş söylediğimi, kasada hesabı ödeyip yanımıza döndü.
“Yok hoca, ne buluşması, ne tutulması. Sürücü kursuna gideceğim.”
“Ne yapacaksın sürücü kursunda?”
“Ehliyet almak için yazılmaya niyetlendim. Hadi sen de gel istersen.”
“Kursa nasıl gideceksin ki?”
“Yürüyerek.”
“Onu demiyorum. Devam edemezsin ki…”
“Devam etmemiz şart değil. Kayıt yaptıracağız o kadar. Sadece dönem sonunda imtihana gireceğiz. Hem de ağır vasıta.”
“Deme yahu. İyi iş.”
Gittik görüştük. Önce kayıt memuru ile konuştuk. O sırada müdür de geldi yanımıza. Galiba aynı zamanda kursun sahibi.
“Aga görüyorsun, askeriz. Askerlik uzatılmazsa, bizim terhisimiz belli. Yetişir mi dersin?”
“Yetişmez mi asker aga? Bak şimdi takvim şöyle. Şu tarihte kurs başlıyor, siz zaten kursa devam etmiyorsunuz. Bizim de işimize gelir doğrusu, yanlış anlamayın yani. Gelebilirseniz gelin de… Çıkamazsınız biliyorum. Onun için diyorum. Şu tarihte imtihan var. Sağlık raporu da alacaksınız. Sonuçlar belli olur, şu vakit de direksiyon… Ondan sonra hemen dosyanızı tamamlarız, ehliyetinizi alırsınız. Rahat rahat.”
Bunu söylerken, önündeki takvimin üstüne çiziktirdi habire.
“Şimdi ne kadar ödemek gerekiyor?”
“Yüzde onu yeterli.”
“Eh, madem öyle, yazılalım bakalım. Fakat aksilik olur da yetişmezse ne yaparız?”
“Hiç mesele değil asker aga. Biz buradan posta ile göndeririz.”
“Sahi mi? Gönderir misiniz?”
“Ne olacak canım, elimize mi yapışır?”
“Siz önce kalan kısmı banka hesabına yatırırsınız, aynı gün biz ehliyeti postalarız.”
“Tamam, o zaman mesele yok.”
Aslında ben normal ehliyet düşünüyordum. Orhan “Almışken ağır vasıta olsun. Hayat bu, belli mi olur yarın karşına ne çıkacağı? Bakarsın bir gün lazım olacağı tutar” deyince, kafama yattı. Biraz daha pahalı ama ziyanı yok. Olmuşken ağır vasıta olsun. Fiyat konusunda da müdürle anlaştık. Yüzde on peşin, kalan kısım ehliyeti alınca. Hemen kimlikler çıktı, kayıtlar yapıldı. Yanımızda peşinatı karşılayacak kadar para da var. Ödedik çıktık. “Aha kursiyer de olduk, iyi mi?” Önceden bu kurslar yoktu. Emniyetten alınırdı ehliyet. Hatta şimdiki adı “ehliyet” bile değil, “sürücü belgesi”. Haydi hayırlısı. Günler, haftalar geçti.
- Yazılı imtihan günü geldi. Sabah erkenden çıktık yine, kahvaltıyı aceleyle tamamlayıp salona yetiştik. Sorular dağıtıldı. Okuyoruz, bildiğimiz kadarıyla işaretlemeye çalışıyoruz. On dakika geçti geçmedi, gözcülerden biri kapıdan dışarı uzattı kafasını, sağa sola baktı. İçerideki görevliye “Tamam” dedi.
O da aldı eline bir kâğıt, okumaya başladı. “Bir C, iki A, üç D…” Öteki kapıda durmaya ve koridoru kontrole devam ediyordu. “Bana bakın. Hepiniz aynı işaretlemeyin. Arada bir iki tanesini farklı yapın. Yoksa vaziyet çakılır, iptal edilir. Endişe etmeyin, hepiniz geçeceksiniz.” Dediği gibi yaptık. Bazılarını farklı işaretledik. Sonuçlar açıklandığında kalan yoktu. Sıra direksiyon imtihanına geldiğinde, haber verdiler. Yine aynı şekilde çıktık gittik. Minibüs irisi bir yarım otobüs ayarlamışlar. Doluştuk ona, beş altı kilometre ileride bir yere gittik. Sırayla direksiyona geçtik. Vitese tak, gaza bas… Devam et. Her birimiz üç yüz metre ya kullandık, ya kullanmadık. “Tamam, geçtiniz” dediler. Aynı zamanda uyardılar hepimizi. “Aman ha, sakın şoför olduk sanmayın. Hemen direksiyona geçmeye kalkmayın. Ciddi ciddi çalışmanız gerekir. Yoksa devirirsiniz Allah korusun.” Muhakkak öyle, acemi olan için. Ben zaten on beş senedir araba kullanıyorum.
“Sahi mi? E madem öyle, bunca zaman niye almadın ehliyet?”
“Denk gelmedi bir türlü. Ama hep ufak araba kullandım. Bu başka. Dedikleri gibi önce alışmak lâzım. Büyük vasıta küçüğe benzemez.”
Vaktinde sağlık raporunu da hazırlamış, kursa daha baştan teslim etmiştik. Onu söylemeyi unuttum. Sonuçlar resmî olarak açıklandıktan sonra, ehliyetimize kavuşacağımız günü bekliyoruz. Bir gün Orhan’ınki çıktı. Aldı, sıvazlayıp öperek cüzdanına özenle yerleştirdi. Benimkinde aksilik var. Her hafta gidiyorum, soruyorum, yok diyorlar.
“Niye yok?”
“GBT bekliyoruz asker aga.”
“Neymiş o?”
Bilmeyişime şaşarak baktılar.
“GBT işte. Güvenlik soruşturması. Siciline bakıyorlar, sağlam adam mı, değil mi?”
“Yahu asker adamız, neyin siciliymiş o? Bozuk olsa burada olmazdık.”
“Valla bize göre sıkıntı yok ama kanun böyle. Bekliyoruz.”
Her hafta gidiyorum soruyorum.
“Geldi mi?”
“Gelmedi.”
Suratım bir karış çıkıyorum. Benim GBT de gelse, ehliyetimi alsam, öpüp okşasam ve cüzdanıma koysam… Bu arada GBT’nin ne olduğunu da öğrendim: “Genel Bilgi Tarama”ymış. Benim sicilde bir aksilik mi vardır, nedir? Günler haftalar aylar geçti, taramadan çıkamadık. GBT gelmedi bir türlü. Askerlik bitti, ondan hâlâ haber yok. Deseler ki bir saat sonra gelecek, şu kenarda bekleyiver, sana çay da söyleyelim. Çay bitmeden hâllederiz. Yok. Kabul edecek hâlde değilim. Eski çantamı yüklenip uçağa koştum. Geldikten sonra bir müddet aklıma bile gelmedi. Geldiği zaman da bütçem denk gelmedi. Bir süre işsiz dolaşınca, insanın aklına ehliyet gelmiyor. Nasılsa artık GBT gelmiştir, biraz daha beklesin diyorum. Öyle oldu, biraz daha bekledi. İki ay kadar sonra telefon ettim kursa. “Geldi” dediler. “Çok şükür, nihayet” dedim. “Hemen havaleyi çıkarayım, hesap numaranızı verin, siz de ehliyeti gönderin.” Karşımdaki ses sustu bir süre.
- Hat kesildi sandım. Adam “Eee” dedi, “ııı” dedi, “asker ağa, şimdi öyle olmuyor” ile bitirdi.
- “Nasıl olmuyor?”
- “Buraya gelmen gerekiyor.”
- “E hani postayla gönderecektiniz?”
- “Kanun değişmiş. Bizzat gelip imza atacakmışsın. Başka türlü vermiyorlar.”
- “Aksiliğe bak. Nasıl geleyim şimdi? İşim gücüm var.”
Hakikaten öyle. İşim ağır. Hiç vaktim yok. Otobüsle gitsem, bir gün git, bir gün gel. En az iki gün. Mümkünü yok bırakamam. Zaten işe yeni girmişim. Ayrıca o dönemde yollar güvenli değildi. Terör tehlikesi vardı. Artık asker değiliz ki, elimizde silahımız yok. Otobüsü durdurup tarıyorlar bazen. Uçakla gidecek olsam, hızlı ama o da o zamanlar dünyanın parası. Sonradan ucuzladı uçaklar, malûm. Kaldı ehliyet orada. Daha doğrusu sürücü belgesi. Burada yeni bir kursa yazıldım. Dersleri de mümkün olduğunca takip etmeye çalıştım. Uçak bedelinin yarı bedeline mal oldu. Yalnız bu defa ağır vasıta değil.
Van’da kalan ehliyet ne oldu bilmiyorum. Zaten deprem de geçti üstünden. Belki kurs murs yıkılmış, evraklar kaybolmuştur, kim bilir… Burada bir gün Yusufpaşa’da otobüsten indim, iki adım atmadan genç biri seslendi. “Kimlik lütfen.” Baktım her geçeni çeviriyorlar. Kimlik istiyorlar. Sivil polis. Belde telsizler, koltuk altında silahlar… Elinde telefona benzer bir âlet var. Kimliği verdikten sonra onu tuşluyor. “Nedir bu?” dedim. Ne cevap verseler iyi? “GBT’ye bakıyoruz” dedi. İki saniyede sonucu alıyor. Hay Allah iyiliğini versin GBT. Bana neler çektirdi, şimdi şu hâle bak. Daha dakika dolmadan kimliği verdi delikanlı. “Tamamdır dayı” dedi. İçimden “Dayı senin babandır…” dedim, yürüdüm.