Domaniç’te sağa çekmek

Gidiyoruz. Dostun sözü ikiletilmez, biliyoruz.
Gidiyoruz. Dostun sözü ikiletilmez, biliyoruz.

Üç adam, İstanbul’dan Tavşanlı ve Simav’a giderken Domaniç’te sağa çektiler. Bu, odur.

“Mevzu var gelsenize” diyor İsmail ağabey.

Gidiyoruz. Dostun sözü ikiletilmez, biliyoruz.

“Kütahya’dan çağırdılar. Yarın Tavşanlı ve Simav’a gideceğiz. Konuşacaklarımız var.” diye devam ediyor. Dergi ekibinin aşağı yukarı aylık rutinlerinden biri bu diyalog. İsmail ağabey Ankara türküleri ve yol için iki sokum püskevitin yanında kendine yaren arar; gideriz. Olayımız bu.

Ertesi sabah sis dağılmadan buluştuk. Atlarımıza binip dörtnala sürdük veya bir arabaya doluşup şehir uyanmadan yola koyulduk. Emniyet kemerini atın eyeri gibi tutup çukurları doldura doldura, tümseklerden hoplaya zıplaya yol alıyorduk.

Seymen FM’in çekiş gücü bize otobandan karayoluna, oradan ilçe yollarına kadar eşlik ediyor. (Şükretmeyi bilenler için bunda nice hikmetler gizli.)

Ya işlerimiz vaktimizden çoktu ya da İsmail ağabey hızlı kullanmayı seviyor, emin değilim. Milli Görüş’ün kalesi dergimizin editörü Yusuf Genç ağabeyimiz 90’lar dervişlerinden hallice Ayetel Kürsi’leri dağıttıktan sonra duaya geçiyor: “Atın nalına kuvvet, göğün yıldızına şükür, sabahın mimarına hamdolsun. Yolun bin türlü halinden Allah bizi korusun.” Amin.

Seymen FM’in çekiş gücü bize otobandan karayoluna, oradan ilçe yollarına kadar eşlik ediyor. (Şükretmeyi bilenler için bunda nice hikmetler gizli.) Ankara kozmopolitliği müziğini de belirlemiş elbet ama İsmail ağabeyin bu müzikteki ısrarı şükür ki yüksek rakımlı ovalara kadar sürebiliyor. Sonrası huzur ve sessizlik.

Tüm yol boyunca binaların boyları kısalıyor, ağaçların renkleri başkalaşıyor, şehir örtüsünün ve iklimin 130 km hızla değiştiğine şahit oluyoruz. İçimize dolan temiz hava; yüzümüze gereksiz bir tebessüm çiziyor ve yolda gördüğümüz herkesi selamlamaya mecbur bırakıyor. Özlem vuslatı, vuslat şaşkınlığı getiriyor. Çok eski bir anlatının içine düşmüş gibi mesuduz. Şaşkınız ve içimizde yabancı yok. Toprak bizim, yol bizim, su bizim. Sonunu bildiğin hikâyenin başını duymak gibi heyecan verici. Karşı şeritten gelen aracın rüzgârına inat, nallarını taşa vuran atların kıvılcımlarıyla gidiyoruz işte.

Suyun temizliği zihinlerimizdeki yorgunluğu alıp götürüyor.
Suyun temizliği zihinlerimizdeki yorgunluğu alıp götürüyor.

Manzaranın içine doğru atımızı sürerken Yusuf ağabey “şurada bir çeşme olsa da başında dursak” diyor. Başka bir şey dilemiş olsaydı, gerçekleşmeyecekti, biliyoruz. Hemen yolun ilk kıvrımında bir sebil selamlıyor bizi. İsteğimizin kabul olmasının hayretine soğuk su çarpıyoruz, suyu avuçlarımızdan içiyoruz. Ortada meşgul olacak bir şey kalmayınca insan eksiklik hissetmiyor hayatında. Suyun temizliği zihinlerimizdeki yorgunluğu alıp götürüyor. Sanki tüm istediğimiz buymuş gibi.

  • Günün ilk çayına kadar sürüyoruz. İnegöl’ü geçer geçmez Tavşanlı yoluna girince bir yeşil vadi, sanırsın tekfurun kızına tahsis edilmiş. İçimiz oracıktaki bankette kalıveriyor. Kafamda sanki bana söylenmiş gibi “dur burada Mustafa, biraz soluklan, bir çay iç ve başlasın dem ve kün ve lahavle” mısrası yankılanıyor.

“Abi duralım!”

Duruyoruz da. Ağır fren, u dönüş ve vaadedilmiş topraklar. Arasak bulabilir miydik burayı bilmiyorum. Yolun kenarında nizami bodur ağaçları bölen bir dere ve derenin üstünden geçen bir köprü, bahçesini umuma açmış bir ailenin hanesine bekçilik ediyor. Domaniç’e varmadan, Oylat ayrımından hemen önce küçük bir beylik gibi duruyor. Yularları dala sarıp soluğu bahçedeki kamelyaların birinde alıyoruz. Osman Bey şu tepeye at sürüp, şu dalgalanan toprağa bakarak “Ey Oğul! Bir yeri elde tutmak, o yeri fethetmekten daha zordur.” diyor. Selman beylik kılıncını kınından çekip “Şurada bir kavga kurulsa da, hünerimiz konuşsa” diye iç geçiriyor. Gözlemeler geliyor, çaylar yudumlanıyor. Yusuf ağabey suyun kenarına iniyor. Nizami bir ordunun “sefer bitti” deyince dağılması gibi karışıyoruz bahçeye.

Rüyadan uyanıp Tavşanlı’ya devam ediyoruz. Necip Fazıl’ın “Aslanlı” olarak hitap ettiği o güzel şehre. Memleket meselesi ve diğer hususları konuştuktan sonra muhabbet ve hayırlı dualarla güneşi Simav’a kadar takip ediyoruz. Güneşin kaybolduğu yerde Abdullah Emre karşılıyor bizi. Eşiyle birlikte gençlere birkaç kitap okutabilmek, onlarda en azından bir farkındalık oluşturabilmek için koşturuyor. “Simav’a hoş geldiniz abiler. Kral Simavna’nın elinden aldık bu şehri, yüz yıllardır buradayız. ” Osman Bey'in sözü kulaklarımda çınlıyor. Elde tutmak için kılıçtan fazlası gerek, Abdullah Emre bunu biliyor. Bütün çabası da bu, biliyoruz. Kalabalıkla buluşuyoruz. Akşamı geceye, muhabbeti tatlıya bağlayıp atımızı dönüş yoluna sürüyoruz.

Gitmek fikrini cazip kılan da başlı başına yoldur aslında. Gidilecek yer değil.
Gitmek fikrini cazip kılan da başlı başına yoldur aslında. Gidilecek yer değil.

Ankara müziği başlı başına bir şükür meselesi demiştim. Bu konuda çok ciddiyim. Bir ara atlı kafilenin başına ben geçtim. Hız sabitleyiciyi açıp bir durgunluğa saldım günü. Taşlardaki yosunları, gökteki sabiti, topraktaki sıcaklığı ve tabelaları pür dikkat takip ediyorum. Bir gözüm pusulada bir gözüm navigasyonda olmasına rağmen yine de yolu kaybetmeyi başardım. Etrafta karanlıktan başka bir şey yok. Tam o yoksunluk sırasında radyo “Angara, Angara!” diye bağırırken bir aydınlanma yaşatıyor bana. Ankara’ya doğru gittiğimizi anlıyorum. Üzerinde bilinçsizce ilerlediğim yol, Ankara’nın en güzel ve en kolay şeyi oluveriyor. Yular çekip, direksiyon kırıp gerisin geri İstanbul yoluna dönüyorum.

İzlerimiz şehrin merkezine yaklaştıkça seyreliyor. Evlerimize bir bir varıyoruz. Ev, yani karış karışına bildiğimiz o sınırlı toprak, uykumuzun çağırdığı istirahat mekânı, korumamız gereken o mahrem alan, 500 yıllık hikâye… Günün sonunda tüm yolculuğumuz ve evlerimiz sayısal bir hesaptan çok bir anlam tazelenmesi yaşatıyor bize:

“Bütün yolculuklar evedir.”

Yusuf Genç

Yol, eşyayı birleştiren zaman birimi değil sadece. Yol, bir fikir belki öncelikle. Uzun bir fikir… Yeni okumalar için zengin çağrışımlar kurmayı mümkün kılan derin düşünce. Hikâyenin taşıyıcısı değil, çoğu zaman ta kendisi. Yol, sadece bir zaman birimi değil. Evet bir zaman ölçüsü. Zamanı da anlamaya yarıyor, haritayı da görmeye... Öncelikle anlamamız gereken şu, düşüncemizin bir siyasi haritası yok. Sınırsız. Sadece fiziki haritası var ve ‘yol’ bir fikir olarak onu mümkün kılan sınırları çiziyor. Tanımak böyle makul, bilmek böyle mümkün…

Yol, yolculuğu öğreten en büyük öğretmen. Yoldaşı ve yoldaşlığı öğreten ve kıyısında bulunmadıkça öğrenilemeyecek muhkem bir saha. Açık bir aydınlık.

Bir tecrübe inşası. Bir serüven. ‘Yola çıkmadıkça tanıyamazsınız arkadaşınızı’ fehvasının hikmetini sinesinde tutan mesafe. Menzilin kendisi aslında. Neden böyle? Çünkü yol güvenmeyi icbar eder. Fakat tercih edilmiş zorunluluktur bu.

Gitmek fikrini cazip kılan da başlı başına yoldur aslında. Gidilecek yer değil. Çünkü insan ancak kendinden gider. Gelirse, ancak kendinedir bu geliş. Yön önemli değil burada. Yol, daire değildir çünkü. Yolda ferahlık vardır. Yol çağırır ve öğretir kendisini. Kitaplardan okuyarak, hocalardan dinleyerek elde edilemeyecek tecrübi bilgi ‘ora’dadır. Yol üzerinde bir yerde değil, yolun içinde.

Domaniç’e varmadan, Oylat ayrımından hemen önce küçük bir beylik gibi duruyor.
Domaniç’e varmadan, Oylat ayrımından hemen önce küçük bir beylik gibi duruyor.

Toprak insanı çağırıyor

Bütün anlamlarıyla üstelik. “Eve dön, şarkıya dön, kalbine dön” diyen şairin sesi kulaklarımızda. Bütün tekrarlarıyla birlikte. “Eve dönmek kendi kendine sarkıntılık etmekten başka nedir ki” diye soruyordu ya şair, bunu koyacak bir yer bulmalıyız. Ama sonra. Kalp, Kabe’ydi. Şarkı, ilk ve en uzun meselemizdi. Bizi biz yapan, bizi var eden, bizi anlamlı ve mümkün kılan ilk ve asıl çağrıydı. Yer bizi çağırıyor. Gideceğimiz yer Tavşanlı’ydı ama Domaniç’te ne olduğunu konuşmak daha önemli. Yola çıkmışız. Yola çıkmak bir irade beyanı. Bir niyet izharı.

Su insanı çağırıyor

Bütün derinliğiyle üstelik. Şöyle sormuştu bu suyun kenarında bizden çok önce duranların ilki: “At nedir, at neyedir, at neden uzaklaşmadır, at nereye varmaktır?” Mesafeyi ölçmek için aslında... Düşündüğümüz şeylerin uzunca düşünülmüş olduğunu görmek de suyun kenarında mümkünmüş. Bunu anlıyoruz. Su, sadece çağırmıyor bizi, temizliyor da... Yanılgı yok! Temizlenmek de bir çağrı, suyun çağrısı. Akışı, zamanın örgüsü gibi. Çağıltısı, iyi dinleyince o uzun şarkımızı söylüyor.

  • Bir nehir üzerine şiir yazma fikri sıradışı değil. Yansımasında sadece sizi değil, ilk bakanı da gösteriyor. Bin yıldır bakanları da anımsatıyor. Eğilip ilk su içeni de, ilk abdest alanı da... Bir tarih çağrısı toplamda. Hatırlatıyor.

İnsan insanı çağırıyor

Bütün samimiyetiyle üstelik. ‘İnsan iyidir, insanlar değil’ önermesi burada bozuluyor. Bir araya gelmek, sadece niyeti ‘halis’ olanları bozmuyor. Gerçek denklem bu sanırım. İyilerin bir araya gelmesi değil mesele, iyilik için bir araya gelinmesi. Kıymetli olan da bu. Kütahya’da bizi çağıran ve o çağrıya kulak veren insanlardan söz ediyorum elbette. Böylelikle ses sesini bulunca duymak, göz gözünü bulunca görmek ve gövdeler aynı endişeyle bakışınca ortaya çıkıyor bin yıllık bir şarkının devamı olduğumuz hakikati. Öyleyiz. Tiz veya pes, candan veya kandan bir şarkıyız biz ve devamıyız, bizden önce söylenmiş o uzun şarkının.

Biz niye varız, biz ne işe yararız sorusunun cevabı olan konumuzdur o şarkı. Tarihte ve mekanda nerede duracağımızın cevabıdır. Unutmamak için matematiğin yardımına başvurulmuş ahenk.

İsmail Kılıçarslan

Ertuğrul Gazi Han oğlu Osman Bey niçin at sürdüyse, nereye at sürdüyse, neye niyet ettiyse bir benzerini taklit ederek gidiyoruz biz de. Etkisi aynı olmaz, çağıltısı benzer olmaz, doğurduğu yakın olmaz biliyoruz. Sinede ihlas bile benzer değil -Allahualem- biliyoruz ama atılan adım birdir. O ilk adım atılınca anlaşılıyor baştan beri bütün adım atanlarla aynı yolun üzerinde bulunduğumuz. Osman Gazi’nin, Orhan Bey’in ve Sultan Murad’ın adımlarının neye olduğu, nereye olduğu, neden olduğu orada daha net duyumsatıyor kendini. Orada: bir suyun yanıbaşında...

Orada: bir suyun yanıbaşında...
Orada: bir suyun yanıbaşında...

Ağaçları seyretmek de ibadete dahil...

Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey tam da burada atını sağa çekmiştir. Şu akan derenin kenarına oturmuş, hatununun çıkınına koyduğu somunu, basturmayu, çökeleği çıkarıp bir güzel karnını doyurmuştur. Ardından dereden kana kana su içmiştir.

  • Yaşı henüz yirmi dörttür, daha fazlası değil. Beyliğe geçeli de, Şeyh Edebali’nin kızı Malhun Hatunla evleneli de bir yıl olmuştur sadece.

Dereye bakmış, yön kestirmiştir Osmancık. İşte Domaniç yaylası önündedir. Söğüt ardında kalmıştır. Te ilerde Keşiş Dağı ve ille de Prusa vardır. Atını şu tepeye sürse görülür mü acep? Prusa, kolayına alınır mı? O gümüş kubbeli parıldayan yerin sekisine oturup da ovaya bakmak nasip olur mu bakalım?

Edebali, ‘gördüğün o çınar umurundur’ demedi miydi? Tastamam dediydi.

Osman Bey'in atını sağa çektiği yerde çektik arabamızı sağa. O dereye indik biz de. Yusuf, Taha, Selman, ben. Önce Tavşanlı’ya, ardından Simav’a süreceğiz atımızı. Osman’ın emaneti olan topraklarda dert anlatıp ‘umur’ arayacağız.

Yaşamak umurumuzda olacak. ‘Osman’ın meselesi neydiyse, Osman neyin derdini çektiyse o meselenin, o derdin sahibi kıl bizi hey goca Rabbım’ diye dua salacağız Domaniç’in yaylasına doğru. Bir çeşme bulacağız. Bir çam göreceğiz. Bir çeşme, bir çam görünce adına ‘Suluçam’ diyeceğiz buraların. Sancağımızı kaldırıp gülbankımızı çekeceğiz.

‘Eli kan, kılıncı kan, sinesi üryân, ciğeri püryan, meydan-ı şehadette Allah yoluna revan. Şüheda-i gazâya Hak görünür ayân. Kahrımız, gazabımız düşmana ziyan. Yâ Rahman. Hâtem-i enbiya, Peygamberimiz Cenab-ı Ahmed-i Mahmûd u Muhammed Mustafa-i Âl-i evlâd-ı resûl-i müctebâ, imdad-ı ruhaniyyetine. Bilcümle âlem-i islâmın sıhhat-ü selâmetine. Ordularımızın daim muzafferiyyetine. Üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devranına Hû diyelim Hûuuu.’

Hadi gidelim.