Dindarlık ve ahlak ilişkisi üzerine
Ahlâk, insanın ilişkili olduğu nesne, olgu veya durumlardan türer.Neyin ahlâkını kazanmışsak onun meftunuyuz demektir. Bütün insanlar umutları, korkuları, hevesleri, arzuları ve hırslarıyla var olurlar. Bu duygular, ilişkili olduğu şeylere göre melekelere dönüşür. Kuşkusuz her insan bazı eylemlere diğerlerinden yatkın olabilir. Fakat ahlâk, yatkınlığın değil, alaka ve yakınlığın sonucudur.
Dindarlık ve ahlâk, insanların görmek istediği ama çok defa hayal kırıklığını dile getirdiği bir birlikteliği ifade eder. Muhtemelen hayal kırıklığı, ya yüzeyselleştirilmiş bir dindarlık kavramından ya da dakikleştirilmemiş bir ahlâk kavrayışından kaynaklanır. Bilindiği üzere ahlâk kelimesi, Arapçada huy anlamına gelen “huluk” kelimesinin çoğuludur. Huluk veya huy, insan ruhunda veya zihninde belirli bir davranışı doğuran melekeyi ifade eder. Dolayısıyla ahlâk, bir dizi davranış veya eyleme ilişkin huylar veya melekeler demektir. Herhangi bir eyleme ilişkin meleke kazanmak ise öncelikle o eylemle ilgili olmayı, ardından ona dair bir bilgi kazanmayı, son olarak ona yönelmeyi gerektirir. Yani ahlâk, insanın ilişkili olduğu nesne, olgu veya durumlardan türer. Neyin ahlâkını kazanmışsak onun meftunuyuz demektir. Bütün insanlar umutları, korkuları, hevesleri, arzuları ve hırslarıyla var olurlar. Bu duygular, ilişkili olduğu şeylere göre melekelere dönüşür. Kuşkusuz her insan bazı eylemlere diğerlerinden yatkın olabilir. Fakat ahlâk, yatkınlığın değil, alaka ve yakınlığın sonucudur.
Öte yandan dindarlık, tanımı gereği kişinin Allah’a yönelmiş olması demektir. Yani dindarlığın türediği tek bir alaka vardır: Allah’a yakınlık. Şayet dindarlık bir meleke ise bu meleke, Allah’la ilgili olmayı, bu hali muhafaza etmeyi ve O’nu tanımayı gerektirir. Dolayısıyla dindarlık, bütün eylemlerin Allah’a yakınlıkla ilişkili olarak anlam kazandığı bir yönelmişlik durumunu ifade eder. Diğer deyişle, dindarlık insandaki melekelerin ve huyların Allah’la ilişkiden türetildiği bir zihin ve ruh halidir.
Bu anlamda her ne kadar hazırlayıcı bir işlev görseler de belirli dinî uygulamalar dindarlığa kaynaklık etmez, tam tersine bütün dinî uygulamaların Hakk’a yönelmişlikten kaynaklanması beklenir. Dinî literatürde bunun ismi ihlastır. İhlas, eylemlerin gerisindeki niyetin Allah’a özgü kılınması ve yalnızca Allah’a ulaşmanın amaçlanmasıdır. Fakat bu tanım, dindarlığın Allah’ı tanımakla (marifetullah) ilişkisini yani eylemin bilgiyle irtibatını gizler. Bu sebeple İmâm Şâtıbî, ihlası “kulun maksatlarıyla, Allah’ın maksatlarının örtüşmesi” yahut “Allah’ın kula muamelesindeki maksatlarını kavrayıp bunları kendisinin de maksadı haline getirmesidir” şeklinde tanımlayarak dindarlığın idrakle ilgisini çarpıcı bir şekilde tanıma dâhil eder.
- Açıktır ki bu anlamıyla dindarlığın tam olarak tahakkuk ettiği kişi Hz. Peygamber’dir (SAV). Bugünlerde namaz kılmak gibi bir kısım ibadetlerle sınırladığımız ve anlamını önemli ölçüde kaybettiğimiz “dindarlık” kavramının, bütün İslam ümmeti içinde tartışmasız ve ilahî teyide mazhar olmuş temsilcisi Hz. Peygamber’dir.
Öyleyse “dindar kimdir?” sorusunun cevabı, namaz kılmak, oruç tutmak gibi belirli bir takım uygulamalarla verilemez. Namaz kılma ve oruç tutmayı iktiza eden bir Allah’a yönelmişlik haliyle verilebilir. Yani uygulamanın, tanımlayıcı unsur değil, sonuç olduğu bir yönelmişlik halidir dindarlık. Yönelmişliğin dindeki en genel ifadesi kulluktur. Pekâlâ, kulluğun eylemleri nelerdir? Kurân’dan ve Hz. Peygamber’den öğrendiğimiz kadarıyla kulluğun sayılabilir bir eylemler dizisi yoktur, çünkü kulluk âlemlerin Rabbi karşısında bulunma halidir ve bütün eylemlerimizi içerir. Bu sebeple olsa gerek mütekaddimûn kelamının büyük İmâmı Cüveynî İrşâd isimli eserinde “büyük günah nedir” sorusunu şöyle cevaplar: “Bütün günahlar büyüktür, çünkü günahların miktarları günah işlenen şeye nispetle belirlenemez. Bütün günahlar Allah’a nispetle büyüktür.” Tasavvuf edebiyatında aynı sözü Cüneyd-i Bağdâdî’nin de söylediği nakledilir.
Şayet dindarlık bir meleke ise bu meleke, Allah’la ilgili olmayı, bu hali muhafaza etmeyi ve O’nu tanımayı gerektirir.
Hiç kuşkusuz böylesi bir huzur hali, dindarlık-ahlâk ilişkisi hakkında hayati önemi haiz iki anlamı ima eder. Birincisi: Her türlü eylem, kulun Allah ile ilişkisi içinde anlam kazandığına göre ilâhî mertebeye yönelmişlik olmaksızın hakiki anlamda bir ahlâktan bahsedilemez. Bunun felsefî ifadesi ise şudur: Metafiziksiz bir ahlâk mümkün değildir. Evet, insanlar fayda ve zararlarını dikkate alarak hemcinsleri ve diğer nesnelerle ilişkisinden bir ahlâk türetir. Fakat din açısından bütün bunlar, adâb ve rüsumdan ibarettir ve karşılıklı ilişkilerimizin sürdürülmesini sağlar. Aslına bakılırsa bu anlamda ahlâk insana özgü de değildir. Hayvanlar hakkındaki bilgilerimiz onların da bir arada yaşayabilmek için bir takım davranış kalıpları geliştirdiğini göstermektedir. İnsanî ahlâk, ancak doğal dünyanın taşıdığı ve onun dışına taşan varlık anlamına nüfuz ettiğimizde yahut nüfuz ettiğimiz için oluşur.
İkincisi: Din, olabildiğince kulun bilincine açık bir ahlâkî hayat öngörür. Dolayısıyla alışkanlıklar ve adetler, sırf alışkanlık ve adet oldukları yani tevarüs edilmiş uygulamalar oldukları sürece dindarlığa ve metafizik yönelişten kaynaklanan ahlâka aykırıdır. Bu ise din ve hayat arasında ikircikli bir durumun doğmasına yol açar. Bir yandan din, ancak adet, gelenek ve görenek haline geldiğinde sürdürülebilir yaşantıya dönüşür, nesilden nesle aktarılabilir, hem bireyin hem de toplumun davranışlarını şekillendirir.
Diğer yandan kültürel unsurlara dönüşen dinî anlamlar, adâb ve rüsum içinde zamanla yitime uğrar. Anlamların yerine davranış kalıpları, nezaket kuralları, bir arada yaşamanın dayattığı ilke ve uygulamalar alır. Bu bağlamda hiçbir şey kültür kadar dindarlığa ve Allah’a teveccühten kaynaklanan ahlâka düşman değildir. Çünkü alışkanlıklar, zaman içinde önce anlamları temsil eder hale gelir, ardından anlama ulaşmanın yegâne yollarına dönüşür, nihayet anlamın kendisi için istenildiği uygulamalara dönüşür. Bu sebeple de kültürel unsurları korumak, anlamları korumanın önüne geçer ve dil anlamların ifade edildiği vasat olmaktan çıkar, kültürel unsurların dile geldiği vasata dönüşür. Kültürün güçlü olduğu durumlarda dindarlığın güçlü olduğu zannedilir. Kültürel unsurları taşıyan maddî şartların bozulmasıyla kültür zayıflayınca dindarlık ve dolayısıyla dindarlığın iktiza ettiği ahlâkî öğelerin zayıflığı ifşa olur.
Bu bakımdan İslam tarihi boyunca genelde âlimlerin özelde mücedditlerin vazifesi, unutulan anlamların hatırlatılması olmuş ve bütün dönemlerde tahkîkî iman hedeflenmiştir. Dolayısıyla böylesi bir durumun gereği, dinin yaşanmasını sağlayan unsurları yok etmeyi doğuran bir selefîlik değil, Allah’a yönelişi her türlü eylemin esası haline getirmeyi amaçlayan bir bilincin her nesilde yeniden kazanılmasıdır. Zira hiçbir nesil diğeri adına dindar ve ahlâklı olma hakkına ve imkânına sahip değildir.
Dindar ve ahlaklılık kavramları derinden düşünüldüğünde dindarlığın yüksek bir ahlâkı doğurması gerektiği açıktır.
Fakat unutulmamalıdır ki din, ahlâkı sebep değil, sonuç olarak değerlendirir, her türlü eylemin değerinin Allah’la ilişkiden türetilmesini bir gaye olarak vazeder. Bu anlamıyla ahlâkın, bütün nefsânî istekleriyle Allah karşısında bulunan insan için ne denli güç ve ulaşılması zor bir hedef olduğu açıktır. Evet, dinî uygulamaların hem dindar olabilmek için hem de dindarlığın iktiza ettiği bir ahlâkî duyarlılığa sahip olabilmek için hazırlayıcı bir etkisi vardır. Yani mümin, ibadetleri çoğunlukla dindar olduğu için değil, dindar olabilmek için yapar.
Uygulama bir tür hatırlatma, teşvik etme ve alıştırma işlevi görür. Dindarlaşma çabası, nefse karşı süregiden bir cihat olduğundan sürçmelere, hatalara ve yenilgilere maruz kalır. Mümin, ancak hazları ile kulluk talebinin kıskacında yoğrulduğunda dindarlığa ve onun gereği olan yüksek bir ahlâka mazhar olabilir.