Tasavvuf geleneğinin gücü ve sınırları
Tasavvufun tarih boyunca en güçlü olduğu taraf, metafizik meselelerde duyu tecrübelerine benzer şekilde tecrübe vaadidir. Allah, melekler ve duyularla algılanmayan diğer mevcutlar hakkında Hz. Peygamber’den (s) nakledilen haberlerin tecrübe edilebileceği ve bunun bir kâmil mürşid nezaretinde yöntemli olarak gerçekleşebileceği umudu, sadece genel olarak tasavvufî hayati cazip kılmamış, aynı zamanda tasavvuf metafiziğini de tahkîkî bilginin evc-i bâlâsı olarak görmeye zemin oluşturmuştur.
Tasavvuf geleneği tarih boyunca iki alanda iddialı olmuştur. Birincisi, dindarlık, ikincisi de marifettir. Tasavvufun temel iddiası, dindarlık ve marifetin karşılıklı bir ilişkiye sahip olduğudur. Buna göre dindarlık, insan zihninde marifetin meydana gelmesine vesile olurken, marifet de dindarlığının derinleşmesini ve anlam değiştirerek mecazdan hakikate evrilmesini sağlar. Burada dindarlıktan kasıt, Hz. Peygamber’de (s.a.v) tahakkuk ettiği hâliyle inanç ve davranış arasındaki örtüşmedir. Böylesi bir dindarlık, mutasavvıflara göre şeklen durağan olsa bile hakikatte sabit ve durağan değil, değişken ve hareketli bir olgudur. Zira Allah’a yaklaştıkça marifet artar yani iman tahkik seviyesine doğru ilerler. Marifetin artması ise kulun Allah karşısındaki sorumluluk bilincini derinleştirir. Bilinç derinleştiği ölçüde de sorumluluk artar. Mesela genel olarak insanın kalbinden geçenlerden sorumlu olmadığına dair bir kabul vardır.
Hâlbuki bu kabul, kalbini kontrol edemeyen insanlar için bir ruhsattan ibarettir. Daha derinden bir dindarlık, kişinin kalbini kontrol etmesiyle mümkündür. Dolayısıyla din, kişinin hayalini arındırmasını talep eder. Kişi, böylesi bir seviyeye ulaştığında kalbinden geçirdiklerinden de sorumlu hâle gelir ve kalbini kontrol etmediği takdirde bu sorumluluğu ihmâl etmiş olur. Bu, marifetin derecesi ile ilahî teklifin sınırlarının şeklen olmasa bile anlamca değiştiğini gösterir. Böylesi bir değişim ve derinleşme, bir açıdan bakıldığında tasavvufun en güçlü yönüdür. Zira sûfîler, tarih boyunca tanımı gereği, dinî olmakla nitelenen bir düşünce ve davranış bütünlüğü peşinde olmuştur. Bu durum, daima sûfîlerin Müslüman cemaat nezdinde saygın bir konumda bulunmasını, sözlerinin tesirli olmasını, “velayet” mertebesini ihraz eden zümre olarak değerlendirilmesini desteklemiştir.
Bu bağlamda mutasavvıfların zümre olarak en güçlü yanını oluşturan şey, Allah’a daha yakın olduklarına dair yaygın iyimser kanaattir. Muhtemelen İslam tarihinde böylesi bir iyimser kanaatin yegâne sistemli muhalifi, Mutezile idi. Zira Mutezile, ameli imanın bir parçası olarak görmekte ve Allah’a ilişkin bilginin tamamıyla nazarî olduğunu düşünmekteydi. Bu sebeple onlar, şeklen Kuran ve sünnetin yaşanmasında ısrarlı olmuş ve Allah’a yakınlık anlamında velayetin Müslümanların ortak vasfı olduğunu kabul etmiştir.
Dolayısıyla Mutezilenin dindarlık tanımı, sûfîler veya başka bir zümrenin velayette ayrıcalıklı görülmesine elverişli değildir. Diğer yandan söz konusu değişim ve derinleşme, tarih boyunca sûfîlerin hem kendi içinde ihtilafa düştüğü hem de kelam ve fıkıh geleneğine mensup bir kısım âlimlerin eleştirilerine maruz kaldığı yönünü oluşturur. Zira anlamda derinleşme, özellikle İslam’ın ilk yüzyıllarında kabuk-öz (şeriat-hakikat) tartışması başlatmıştır.
Sûfîlerin bir kısmı, özün şekilden bağımsız kavranabileceği ve sürdürülebileceğine ilişkin bir tavır sergilemiş yahut şekil hususunda gevşek davranmıştır. Sûfîler arasındaki tartışmalar, Hicrî dördüncü yüzyıldan itibaren şekil ve anlam birliğinin korunmasını savunan tavrın galip gelmesiyle sonuçlansa da tasavvuf tarihinde bu tartışma, derecesi düşük olmakla birlikte daima varlığını sürdürmüştür. Öz-kabuk tartışmasının belki daha çetin bir sürümü, sûfîler ile fakihler arasında yaşanmıştır. Fakihler, özün öne çıkarıldığı ve kabuğun ihmâl edildiği her türlü din yorumunu, bir tür şeriatsız din arayışı olarak değerlendirmiştir. Kelamcılar, böylesi bir yorum anlayışının şeriat dairesinin sınırlarını zorlayan ve kimi durumlarda dairenin dışında kalan hevesler olduğunu zaman zaman dile getirmiştir. Gerek içten gerekse dıştan gelen eleştiriler, tasavvuftaki genel kabule aykırı radikal yorumları ya uçlara itmiş ya da daha ılımlı sayılmalarını ve hoş görülmelerini mümkün kılacak şekilde sessizleştirmiştir.
Tasavvuf geleneğinin görünen yüzüne, kelam ve fıkıh geleneğinin ortak kabulü olan dindarlık fiilleri damgasını vurmuştur. Dindarlığı ifade eden fiillerde ortaklık, tasavvuf ile diğer gelenekler arasındaki derin farklılıkları daima gizlemiştir. Tasavvuf geleneğinde marifet kavramı, ilk bakışta göründüğünden daha karmaşıktır. Bir yönüyle kişinin kendi kulluğuna ilişkin idraklerini, diğer yönüyle kişinin Allah’a ve Allah-âlem ilişkisine dair idraklerini ifade eder.
Tasavvuf tarihinde özellikle Gazzâlî öncesi dönem, kişinin kendisine ve Allah’ın kullara muamelesine ilişkin idraklerinin sistemli hâle getirildiği ve disipline edildiği dönemdir. Özellikle kulun Allah karşısındaki hâllerine ilişkin sûfîler, başka herhangi bir zümreyle kıyaslanamayacak ölçüde derinleşmiştir. Gazzâlî sonrasında İbnü’l-Arabî’yle birlikte felsefî metafiziğin tevarüs edilerek dönüştürülmesi ve mutasavvıfların ortak kabulleriyle uyumlu hâle getirilmesi, tasavvufun küllî bir bilim olduğu iddiasını güçlendirmiş, metafizik yönünü öne çıkarmıştır.
Bu sebeple müteahhirîn dönemi, tasavvufun başında beri içerdiği varlık tefekkürünün bir bilim hâline geldiği ve sûfîlerin diğer bütün dinî bilimleri tasavvufa nispetle cüzî bilim olarak gördüğü zaman dilimine tekabül eder. Tasavvuf metafiziğinin müteahhirûn dönemde güçlenmesinin iki temel nedeni vardır. Birincisi, Cüveynî, Gazzâlî ve Fahreddin er- Râzî çizgisinin nazar ve istidlâl yönteminin yetersizliğine ilişkin mülahazalarıdır. Öyle ki İslam tarihinde nazarî düşünce erbabının mutlak imamı kabul edilen Râzî son eseri el-Metâlibu’l-âliye’de nazar yönteminin Allah’ın zâtı ve sıfatları söz konusu olduğunda kesinlikten yoksun olduğu ve ancak tercihe şayan sonuçlar verebileceği kanaatine varmıştır. Kuşkusuz bu eleştiriler, nazar yöntemine dayalı küllî araştırmaları ortadan kaldırmamıştır, fakat daima tasavvufun güçlenmesine vasat oluşturmuştur. Zira nazar ve istidlâl yöntemine yönelik eleştiriler, metafiziğin bir bilim olarak kabul edilmeye devam ettiği vasatta yapılmıştır.
Bu vasatın tek başına tasavvuf lehine sonuç vermeye elverişli olmadığını belirtmek gerekir. Vasatın tasavvuf açısından verimli olmasının metafizik tarihi bakımında oldukça önemli bir nedeni vardır: Nazarî düşünce erbabının, sadece istidlâlle bilgi edinmeye çalıştığı metafizik meseleler hakkında mutasavvıflar müşâhede iddiasında bulunur. Müşâhede, ilginç bir şekilde, manevî veya aklî varlık alanı hakkında duyu verilerine benzer verilere sahip olmak anlamına gelir. Dolayısıyla müşâhede, kelamcı ve filozofların sadece istidlâl yoluyla bilinebileceğini iddia ettiği mevcutların, hayal gücü yani iç görü yoluyla duyulur surette kendisini göstereceği demektir. Bu bakımdan tasavvufun tarih boyunca en güçlü olduğu hatta kelam ve felsefe geleneği mensuplarının da zaman zaman cezbesine kapılmaktan kendisini alıkoyamadığı taraf, metafizik meselelerde duyu tecrübelerine benzer şekilde tecrübe vaadidir.
Allah, melekler ve duyularla algılanmayan diğer mevcutlar hakkında Hz. Peygamber’den (s) nakledilen haberlerin tecrübe edilebileceği ve bunun bir kâmil mürşid nezaretinde yöntemli olarak gerçekleşebileceği umudu, sadece genel olarak tasavvufî hayati cazip kılmamış, aynı zamanda tasavvuf metafiziğini de tahkîkî bilginin evc-i bâlâsı olarak görmeye zemin oluşturmuştur. Sûfîlere göre şartlarına uygun olarak ilerleyen bir sülükte sâlikin ulaşacağı velayet mertebelerinin ilki, kabir ahvalini temaşa iken velayet mertebelerinin sonu, Hakk’ın zatının müşahede yani miraçtır.
Böylesi bir tecrübenin metafizik meselelerde verebileceği yakînî idrakin, şayet metafizik diye bir şey varsa, başka her türlü çabadan daha değerli olduğunu söylemeye dahi gerek yoktur. Lakin tasavvufun cazibesinin kaynağı olan bu tecrübî bilginin iki zayıf noktası vardır. Birincisi, kelam ve bilhassa felsefe geleneğine kıyasla ilgileri dardır.
Felsefe geleneğinin temsil ettiği bilimsel bilgi külliyatının sadece küçük bir bölümüne tekabül eder. Doğal ve matematik hikmetten ya yoksundur ya da bütünüyle felsefe geleneğine bağımlıdır. Sûfîler bunun kendileri için hiçbir zaman bir zaaf olarak değerlendirmemiştir, zira doğal dünyanın fizik ve matematiksel idrakine ulaşma çabasını zaten metafizikte derinleşmenin önünde engel görmüşlerdir. Fakat bu durum, tasavvufu bilhassa felsefeden intikal eden verilere açık hâle getirmiştir. Daha da önemlisi, sufilerin tecrübelerini felsefi öğretilerle yorumlamasına neden olmuştur. Çünkü tecrübe, tıpkı duyu verileri gibi dakikleştirilmemiş idraktir. Nasıl ki duyu verileri, dakik bir bilgiler kümesine evrilmek için aklın faaliyetine ihtiyaç duyuyorsa tasavvufî tecrübe de dakik bir marifete dönüşmek için aklın (fikir gücünün değil, latife-i insâniyyenin) tasarrufuna ihtiyaç duyar. Felsefe tarihinin iki büyük filozofu, Eflâtun ve Aristoteles, duyuların doğrudan tecrübe ettiği fiziksel nesnelerin hakikati hakkında ihtilaf etmiştir.
Sûfîler de tecrübelerinin yorumunda kelam ve felsefe geleneğinin etkisinde kalmışlardır. Özellikle iddialı olmadıkları alanları ilgilendiren meselelerde bu etkinin ileri düzeyde olduğu açıkça görülür. İkinci zayıf nokta ise tecrübenin mahrem yönüdür. Tasavvufî tecrübe, duyu idrakleri ve istidlâl gücünün verilerinden farklı olduğundan her dönemde öznellik eleştirisiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu sebeple sûfîler erken dönemden beri, tasavvufun bir yöntemi olduğunu ve bu yöntemin tecrübeyi nesnelleştirdiğini dile getirmişlerdir. Buna göre yöntem hem marifete ulaşmayı hem de ulaşılan marifeti tahkik etmeyi sağlar. Fakat bu iddianın ikna edici bir yönü olsa da kesinlikten uzak olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü nesnellik, ancak tecrübe ortaklığı bulunması hâlinde iddia edilebilir. Sûfîlerin nesnellik iddiası, ne duyusal idrakler gibi duyuların doğrudan verilerine dayanır ne de nazarî bilgiler gibi duyuların idrakleri ile aklın bedîhî verilerinden türetilmiştir.
- Onlar, duyu verilerinin doğrudanlığına benzer şekilde doğal dünyanın sınırlarını aşan varlık alanı hakkında doğrudan tecrübe iddiasında bulunurlar. Gerçi sûfîler zaman zaman kendi durumları ile mesela astronomlarının durumlarını karşılaştırarak bir bilgiler kümesinin, ortak bir yöntemi izleyen belirli bir zümre tarafından bilinebilmesinin nesnelliğe aykırı olmadığını söylemişlerdir. Fakat tasavvufî tecrübenin mahrem bir alanı olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise tasavvufî tecrübenin nesnelliği üzerine gölge düşüren bir unsur olagelmiştir. Yine de sûfîlerin kanıtlayıcı anlatıları tam bir ikna oluşturmasa da tecrübenin mahremiyeti, tam bir inkâra da elverişli değildir. Bu sebeple tasavvufî tecrübenin mahremiyeti, ona daima bir gizem ve cazibe kazandırmıştır. Tasavvufun zayıf yönleri, modern dönemde klasik metafiziğe ilişkin inancın lehine bir işlev görmüştür.
Mutasavvıfların fizik dünyaya ilişkin tahlilleri araçsallaştırması ve esas itibariyle metafizik tahlillere yoğunlaşması, fizik dünyaya ilişkin kabullerin kökten değişimiyle gözden düşen metafizik ilkelere inancı hâlâ beslemeye devam etmektedir. Yine tasavvufî tecrübenin şahsiliği, tasavvufa korunaklı bir mahrem alan oluşturmaya devam etmektedir. Ayrıca geniş kitlelerle ilişkisi bakımından tasavvuf, küçük ölçekli bir fıkıh gibidir. Bir Müslümanın şu veya bu ölçüde fıkıhtan müstağni kalması düşünülemez. Dindarlıkta derinleşme temayülü olan insanların büyük çoğunluğu da şu veya bu ölçüde sûfîlerin hikmetlerine başvurmak durumunda kalır. Dolayısıyla her iki alan da din var olduğu sürece iddialarını sürdürmeye devam edecek bir kitleye sahiptir.