Çiğdem

Çiğdem, çiğdem çiçecik, Ebem oğlu küçecik, Yağ verenin oğlu olsun, Bulgur verenin kızı olsun.
Çiğdem, çiğdem çiçecik, Ebem oğlu küçecik, Yağ verenin oğlu olsun, Bulgur verenin kızı olsun.

Bizim için köy bir hayal âlemiydi: Hürriyetti, ağaçtı, meyveydi, muhabbetti, pınardı, kara duttu, tereyağıydı, inekti, traktördü, dövendi, güler yüzdü, tertemiz havaydı, karasinekti, elmaydı, yufka ekmekti, buğday ambarıydı, Möttüber Yengemdi, Hanım Eme’ydi, dondurmacı Rasim Emmiydi, dayılarımın bıyıkları, yengelerimin yemenileriydi.

Annem anlatırdı da ben bilmezdim. O anlatırken böyle, bir masal dinliyormuşum gibi ağzım hafif açık ve mütebessim bir çehreyle annemin göğsüne yaslanırdım.

O da bir yandan bana bahar gelip de kırlarda çiğdem çıktığında neler yaptıklarını anlatır, diğer yandan da hafif hafif başımı kaşırdı. Ben çiğdemin ne olduğunu da bilmezdim ya. Annem anlattıkça ben sorardım, o da sorularımı cevaplardı. “Anne çiğdem nasıl bir bitki?”, “Anne, çiğdemin nesi yenir?”, “Anne, çiğdem toplamaya ne zaman giderdiniz?” Sorular uzar giderdi. Annem de hiç sıkılmadan bana anlayabileceğim şekilde anlatmaya gayret ederdi. Bazen onun için çok basit bir şeyi kırk defa anlatırdı da anlamazdım. Çünkü, görmemiştim.

Annem anlattıkça ben sorardım, o da sorularımı cevaplardı. “Anne çiğdem nasıl bir bitki?”, “Anne, çiğdemin nesi yenir?”, “Anne, çiğdem toplamaya ne zaman giderdiniz?” Sorular uzar giderdi.


Ankara’daydık. Gazi Mahallesi’nde otururduk. Gerçi mahallemiz bugünün canavarları andıran yüksek yüksek binalarla dolu mahalleleri gibi değildi. Evler bahçeli ve ikişer katlıydı. Hemen sokağın bitiminden tren yolu geçiyordu ve onun öbür tarafı boş kırlık alandı fakat ben çiğdem görmemiştim.

O zamanlar diğer vilayetlerimizde sağlık imkânları şimdiki gibi olmadığı için insanlar büyük olduğunu değerlendirdikleri sağlık sorunları için Ankara’ya giderlerdi. Gitmek de zorundalardı. Parası olmayan ne eder, eder parayı denkleştirir ve Ankara’ya bu iş için giderdi. Parası olan için zaten dert yoktu. Hele canı da tatlı ise burnu aksa, şıp Ankara’daydı. Bir bahar günü köyden dayım tedavi maksadıyla geldi. Ve ne zaman Ankara’ya gelse bize muhakkak uğrardı. Ankara’da işi bitince annemi ve bizleri de alıp köye götürdü.

Çiğdem toplamıya gidek mi?” dedi. Öyle sevindim ki… İşte, annemin anlattığı masalın içindeydim.


Bizim için köy bir hayal âlemiydi: Hürriyetti, ağaçtı, meyveydi, muhabbetti, pınardı, kara duttu, tereyağıydı, inekti, traktördü, dövendi, güler yüzdü, tertemiz havaydı, karasinekti, elmaydı, yufka ekmekti, buğday ambarıydı, Möttüber Yengemdi, Hanım Eme’ydi, dondurmacı Rasim Emmiydi, dayılarımın bıyıkları, yengelerimin yemenileriydi, topraktı, bostandı, domatesti, biberdi, akşamın ve sabahın, saatin ve dakikanın önemli olmadığı yerdi, akşam oldu mu biraz karanlıkta oyun, daha sonra ya idare lambası veya lüks ışığında dayılarımın, yengelerimin, kuzenlerimin muhabbetiydi.

Katmerli dört beş yapraktan ibaret, boynunu bir sülün gibi yukarı uzatan ve göbeğinde tozlu birkaç tohumu olan zarif bir çiçekti gördüğüm.
Katmerli dört beş yapraktan ibaret, boynunu bir sülün gibi yukarı uzatan ve göbeğinde tozlu birkaç tohumu olan zarif bir çiçekti gördüğüm.

Bu hayalle köye vardık. Ertesi gün bir muhabbet esnasında dayımın oğlu “Çiğdem toplamıya gidek mi?” dedi. Öyle sevindim ki… İşte, annemin anlattığı masalın içindeydim. Öğleden sonra kızlar, erkekler organize olduk. Sözleştik. Ertesi sabah çiğdeme gidecektik.

  • Benim için gece zor bitti. Sabah kahvaltımızı yaptık. Bizim kuzenler annelerinin ve babalarının kendilerinden istedikleri işeri yaptıktan sonra kızlı erkekli büyük bir grup tepelere doğru yürüdük.

Hayatımda çiğdemi ilk defa orada gördüm. Dayımın oğlu Ekrem ağabeyim bana seslendi: “Fâtii, bak işte bu çiğdem.” Kendine has doygun sarı çiçekleri, nazik bedeni olan, yerden yaklaşık beş on santim yukarıda, katmerli dört beş yapraktan ibaret, boynunu bir sülün gibi yukarı uzatan ve göbeğinde tozlu birkaç tohumu olan zarif bir çiçekti gördüğüm. Sonradan öğrendim, başka renkleri de varmış. Ekrem ağabeyim elindeki çakı ile çiğdemin kökünü şöyle hafifçe kanırttı ve çiçeği nazikçe yukarı çekti. Aaaa, kökünde fındıktan biraz daha küçük bir top duruyor. Ekrem ağabeyim dedi ki; “Bak bunu yiyeceğiz.” dedi, kopardı ve bana uzattı. “Yenir mi?” diye sordum. Güldü, “Ye, ye!” dedi ve ben elimdeki küçük topu üfleyip ağzıma attım.

Kaç saat çiğdem topladık ve en çok kim topladı hatırlamıyorum. Aradan kırk beş sene geçti, bunları hatırladığıma dua edin. Çiğdemleri topladıktan sonra, köyün girişindeki iğde ağaçlarından da ufak dallar kopardık. Birkaç çiğdem ve birkaç iğde dalı ile ufak buketler yaptık. Çiğdemin kökündeki topları koparıp, iğdelerin dallarındaki dikenlere takıyorduk.

Kaç saat çiğdem topladık ve en çok kim topladı hatırlamıyorum.
Kaç saat çiğdem topladık ve en çok kim topladı hatırlamıyorum.

“Şimdi ne yapacağız?” dedim. Remzi Dayımın kızı Nazmiye ablam cevap verdi: “Gurban olduğum, şimdi ellerimize bir teşt, bir de helke alıp milletin kapısına dayanacak.” İsmini söylediği şeyleri göstermişti Allah’tan. Teşt dediği şey, bizim evde “leğen” denen, biraz geniş bir kaptı. Helke de içine yaklaşık beş litre sıvı veya dökümlü şeylerin konabileceği bir kaptı. “Sonra ne olacak abla?” dedim. “Türküsü var. Onu çığıra çığıra onlardan bulgur veya yağ isteyecaak. Kimi yağ verecek, kimi de bulgur.”, “Ya vermezler ve bize kızarlarsa?”, “Olur mu gurban olduğum, güççüüken onlar da yapmıştır. Onun için bi şey dimezler.”, “Sonra?”.Nazmiye ablam tebessüm ederek, yanağımı sıktı ve “Hele bekle! Onu da o faat gorün”.

  • Kızlarla erkekler iki yakın grup oldular. Türküsüne başladık.
  • “Çiğdem, çiğdem çiçecik,
  • Ebem oğlu küçecik,
  • Yağ verenin oğlu olsun,
  • Bulgur verenin kızı olsun.”

Bunu tekrar ede ede bir kapıya dayandık. Tabii kapısını çaldığımız herkes tanıdık. İlk kapıyı Ayten yenge açtı. Gitti içeri, yarım kilo kadar bulgur getirdi. Alkışladık. Ona çiğdem ve iğdeden oluşan demetimizden bir tane verdik. Yürümeye devam ettik. Diğer eve yaklaşana kadar başka havalarda oluyorduk. Mesela “Kızlar ölsün ortalık erkelere kalsın” diye erkeklerin bitirdiği, “Erkekler ölsün ortalık kızlara kalsın” diye kızların bitirdiği bir tekerleme vardı ama unuttum. Hoplaya zıplaya bir başka kapıya dayandık. Kapıyı açan Özgönül ablam. En küçük benim ya, tuttu beni öptü. Gitti, içeriden tereyağı getirdi. Böyle bağırış çağırış hayli kapı dolandık. En son kapısına geldiğimiz kişi Urguyaâtın’dı. “Ben sonuncu muyum?” dedi. Hımm anlaşılan, sonuncu olmanın bir anlamı var! Baktım ne olacak diye. “Kele, bağa gelmiyeydiniz ya? Bugün de nasıl işim var ki? Neyse gelmişsiniz nöörek?” Herkesten topladığımız bulgur ve yağı ona verdik. Bize bir bulgur pilavı yaptı ki sormayın gitsin. Afiyetle yedik. Bu anlattığım hikâyenin keyfini hissedebilmeniz mümkün değil. Aradan neredeyse elli yıl geçti hâlâ o günkü keyfim aklımda. Biliyor musunuz, daha sonraki yıllarda dayılarımın çocukları ile bir daha hiç böylesine kalabalık olarak bir araya gelemedik.