Ceylan rüyası
Biraz zenginlik, biraz nasiple çözülecek dertler ediniriz sık sık. Sonra geçer. Yenilerini bulmadan hemen önce üstümüze tüm ağırlığıyla çöken o sıkıntı, biz büyüdükçe güçlenen bir hayvan gibi üstümüze koşar. Kendimizi savunmasız hissederiz. Ya kaçacak yer ararız, ya kalkansız üstüne gideriz.
Bir şairin evine bir kâşif gelmiş. Şapkasını çıkarıp asmış kâşif, hâlihazırda asılı duran şapkanın yanına. Kâşifin heybesinde konuşacak ve anlatacak çok şey varmış. Masaya karşılıklı oturmuşlar. Önce söze şair girmiş. Yazdıklarını sular seller gibi okuyuvermiş. Müsveddelerinden ve yazacaklarından bahsetmiş peşi sıra. Hava kararmış, mum aydınlatmış masayı. Şairin sesi çok güzelmiş. Pervanenin ateşle dansı gibi dalıp gitmişler ahenge.
Dinlediklerinden ve üstüne yağan hislerden dolayı kâşifin göğsü yerinden çıkacak olmuş. Keşfetme arzusu yorgunluğunu alıp götürmüş gün doğunca. Tek söz söylemeden heybesini masanın orta yerine döküp, şapkasını da başına takıp gerisin geriye düşmüş yollara kâşif. Şair de, hiç dışına çıkmadığı bu evde, bu masanın üstüne bırakılan yeni dünyalara dalmış büyük bir dalgınlıkla.
Yol türlü türlü, insan biçim biçim. İyiliğin ve kötülüğün nerden gelirse gelsin herkesi etkilediği bu dünya, elimizdeki tek ipucu. Çözülmesi gereken bir düğüm, söküldüğü yere kadar takip edilesi gizem, dilimize dolandıkça taze balık merakı veren bir resif.
Yol türlü, insan biçim. O koca ağacın karşısına bir ömür oturup, gözünü kırpmadan dalları ve yaprakları inceleyen keşfetme arzusu ya da bulduğu en karanlık odaya sığınan varlık kaygısı, insanı tanımlar bize. İnsan üretmekle mesuldür, anlamak ve yaşamakla.
Tüfeği sırtına, askıyı beline dolayıp dalmış ormana genç olan. Gördüğü ilk canlının peşi sıra vurmuş kendini yola. O kovaladıkça kaçmış avı. İrice ve hızlı bir hayvan olsa gerek; derin izlerinden kısa bir mesafe bırakmış avcıyla arasına. Biri dinlenince öteki yorulmuş. Aynı ağacın dibinde sırayla soluklanmışlar. Yetişmesine yetişmiş genç olan ama öncekilerden daha tedbirli bu kez. Sessizce yaklaşmış hayvanın uzağına. Eli tetikte, nefesi kesik, ölümün yaşamla dansını izlemeye başlamış. Bu bir ceylan.
Bir cana nasıl kıyılır? Bir can nasıl hayatta kalır? İnsan, öldürmek gerekliğini nasıl hesap eder? Hayvanın ürkekliğini, arpacığın titreyişini, soruların bitmeyişini görseydiniz ikisi de oracıkta öldüydü derdiniz. Ama hayır, yine kaçtı ceylan.
İşte şu pınardan karşıya geçmiş olmalı. Hele bir terini silsin genç olan, kuruyan boğazını ıslatsın hele, ölüm elbet gelir cana.
Yazık ki, genç olan, öğrenilecek pek çok şeyi tek seferde tecrübe edecek. Avı sırtında, elleri kanlı, bacağı çaputla sarılı, eve seke seke dönerken unutmamak için dua edecek. Gözü kararmış heyecanın, can veren korkuya yaklaşmaması gerek.
Etten sıyırdığı postu alıp o korkuya dolayışı, gözlerinin büyüyen karasını aklına yazışı, dilinde ceylanın son nefesini verirken çıkardığı homurtu nasıl da sarmaladı avcıyı. Ölen ceylan mıydı, tecrübesiz bir delikanlı mı bilinmez, ceylanın tüm huyları üstüne sindi taze avcının. Genç olan, ölmek için daha uzun yıllar yaşayacaktı.
Gürlemiş tüfek, yıkılmış ceylan. Bir heves koşmuş yanına genç olan. Çırpınan hayvan gencin dizine sağlam bir darbe indirmiş.
İz sürmeyi bilen avcı öldürmez, yaşatır çünkü. Av süreğen bir şeydir, bilir. Yabana çıkmadan öğrenilmez avcılık. Avlanmayı avcıdan öğrenir insan, avcı avından öğrenir.
Kör karanlıkta kalsak bile uzaklardan cılız bir ışığın belirmesi yetiyor bir yönde karar kılmaya. Berrak bir zihne ve tüm yaşananların kayıtlı olduğu bir dokümana hâkim olmasak da aldığımız kararın doğruluğunu hissetmemiz bundandır.
Şehre taşınmış kızcağız. O yamaçtaki evi, yokuş aşağı dizilen ağaçların arkasına bırakıp, şehre bakan ilk otobüse binivermiş. Büyümek istiyormuş hemencecik.
Çitlerin büyümesine engel olduğunu düşünürmüş çocukken. Bir gün elindeki yavanı çalmış yere, ayağının altına bir şeyler çekip atlamış çitin üstünden. Boyundan büyük küçükbaşların arasında kalakalmış. Korkuyu hisseden sürü ayaklanmış. Ağılın içinde bir o yana bir bu yana koşturmaya başlamışlar. Kızcağız da onlarla birlikte arşınlamış dört bir yanı. Bir kaçabilse şuradan, annesine koşacak belki ama gözüne kestirdiği her yer çitlerle çevrili.
Dirseğini yasladığı camdan dışarı bakıp gülümseyecek birazdan. Muavin çay ikram edecek ve ilk kez orada plastik bardaktan içecek çayını. Çocukluk anılarını tazelerken yolu izleyecek bir süre. Doğduğu yerden uzaklaştıkça sararan otları, bir bir eksilen ağaçları, büyük binaları görecek. Evlerin camdan yapıldığını hayal edecek.
Şehre varacak ve çok sonraları gelecek hemencecik. Camdan evlerin yerini demir parmaklılar alacak hayalinde. Bir hücreden başka bir hücreye 8 saatte bir geçecek. Görüş günleri parklara, çok şanslıysa eğer deniz kıyısına inecek.
Büyülü uzaklar yakından bakınca ne de yavan. O ağılın önünde yere attığı ekmekle aynı tat değil bu kez. Yamaçtaki evden gördüğü bu şehir bir serap çıksaydı belki daha iyi hissedecekti. Büyüdü ve bozuldu büyü. Eve dönmek istedi. Annesine sarılmak... Çit.
Hepimiz büyük bir hikâye bekleriz. Üstünden o görünmez örtüyü kaldırınca her şey anlamını bulacak deriz. Ama portakalın çürüyüşünü kimse görmez, ya çürüktür, ya taze. Arasını yok saymak, büyük bir iştahla beklenen o hikâyeyi en başından reddetmektir. İnsanoğlu sadece sonlardan ders çıkarır kendine. Kitabın tamamından sorumlu olmak ise vakit kaybıdır.
- Yaşamak kolaya kaçılması gereken bir tecrübe değil. İşlerin kendiliğinden geliştiği bir dünyaya inanmak, insanı unutmaktır. Üstelik insanın kusursuzluğu acizliğinde gizli.
Biraz zenginlik, biraz nasiple çözülecek dertler ediniriz sık sık. Sonra geçer. Yenilerini bulmadan hemen önce üstümüze tüm ağırlığıyla çöken o sıkıntı, biz büyüdükçe güçlenen bir hayvan gibi üstümüze koşar. Kendimizi savunmasız hissederiz. Ya kaçacak yer ararız, ya kalkansız üstüne gideriz.
Yol türlü, insan biçim. O koca ağacın karşısına bir ömür oturup, gözünü kırpmadan dalları ve yaprakları inceleyen keşfetme arzusu ya da bulduğu en karanlık odaya sığınan varlık kaygısı, insanı tanımlar bize. İnsan üretmekle mesuldür, anlamak ve yaşamakla.