Beyaz aslan bekleniyor

 Kurumaya yüz tutmuş kuyusu, kumtaşı ve bezden yapılmış tek odalı ufak kulübesiyle koca çölün ortasında yalnız yaşıyordu.
Kurumaya yüz tutmuş kuyusu, kumtaşı ve bezden yapılmış tek odalı ufak kulübesiyle koca çölün ortasında yalnız yaşıyordu.

Şarkı, dedi avcı, çölden geçen beyaz bir aslanı anlatıyor, erkek bir aslanı, yelesi yere kadar uzanan, heybetli, güçlü. Aslan bu çölden geçecek ve ben onu bekliyorum. Onunla yüzleşmeden halkımın yanına dönmeyeceğim. Neden onu öldürmek istiyorsun, dedi keşiş. Onu öldürmek istemiyorum, sadece onu bekliyorum. Anlamıyorum, dedi keşiş, bilge misin deli mi? Çok farklı şeyler mi, dedi avcı.

“Şimdi burada, diye düşündü, şimdi burada ölürsem bütün hikâye başlamadan biter.”

Ertuğrul Emin Akgün

Giriş

Güney sıradağların öte ucunda avcı nöbet tutar. Batıda ormanın bittiği yerden doğuda ilk atın taze yoncayı topraktan söküp aldığı yere kadar, sahra. İki değil beş hörgücü olsa bile develerin, avcı yol vermedikçe, toprağa karışır yüküyle beraber. Toprak olur, ot olur. Kızgın güneşte yine yeniden kavrulur. Derler ki, yedi umman buharlaşsa, yüce dağları aşıp aylarca yağsa sahraya, avcının susuzluğu dinmez.

1

Kuru toprak ve yanık otların dışında yolunun üstünde pek bir şey gözükmüyordu.
Kuru toprak ve yanık otların dışında yolunun üstünde pek bir şey gözükmüyordu.

Keşişin çöldeki ikinci haftasıydı, kuru toprak ve yanık otların dışında yolunun üstünde pek bir şey gözükmüyordu. Gündüz topraktaki derin çatlaklardan yeraltındaki karanlık yuvalarına kaçan birkaç böcek, gece serinliğinde yıldızlarla beraber ortaya çıkıyor, serin havada sersem geziniyorlardı. Keşiş, çoğu zaman gece yol aldığından, bu böceklerden birkaçı gözüne ilişmişti. Yıldızlar uçsuz bucaksız çölde yegâne yol göstericisiydi. Gün batımından sonra Orion’u gözleyeceksin, Orion’un kemerindeki en parlak yıldızı sağına al o yolu takip et. Yol seni doğuya götürecek, Orta-dünya’nın doğusuna. Orta-doğu’ya… Beş gece evvel karşılaştığı adam ona böyle söylemişti. Adam, bu kuru okyanusa girdiğinden beri konuşabildiği tek kişiydi. Üzerinden henüz beş gece geçmesine rağmen keşiş, şimdi onun varlığından bile şüphe duyuyordu.

Adam, keşişe kendini avcı olarak tanıtmıştı. Kurumaya yüz tutmuş kuyusu, kumtaşı ve bezden yapılmış tek odalı ufak kulübesiyle koca çölün ortasında yalnız yaşıyordu. Keşişe, et suyuna tuhaf bir çorba ikram etmişti, içine keşişin çantasından çıkardığı peksimetlerden ufalamışlardı. Başka zaman olsa belki çorbanın tadı berbat gelebilirdi ama keşiş çorbayı ilaç niyetiyle içmişti ve hâlâ ayaktaydı. Toprak, dedi keşiş kendi kendine, kaynamaktan hamura dönmüş ette toprak tadı var. Ayrıldıktan sonra, kim bilir çorbanın içindeki ne etiydi, diye düşünmüştü ama bu soruyu adama yanındayken sormamıştı, nezaket önemli bir erdemdi. Çevrede uçan tek bir kuş bile yok, acaba ne etiydi, diye düşündü bir kez daha.

Yemekten sonra bütün gece oturup avcıyla laflamışlardı. Gündüz yol alma, sahra genelde yanıltıcıdır. Güneş sadece tenini kavurmaz, bazen de gözlerini kör eder. Böceklerin bildiği şeyler var. Burayı en iyi onlar tanıyor, demişti avcı. Keşiş, kapüşonlu, mat gri yün peleriniyle beş gün sonra hâlâ geceleri çölü adımlıyor, gündüzleri akçaağaçtan oyma asasını toprağa saplayıp yün peleriniyle güney batılı yoksul gezginlerin al-fah dedikleri basit barınaktan yapıyor ve kızgın çöl güneşinden aciz bedenini olabildiğince sakınıp uyumaya çalışıyordu. Keşişin bir de deve derisinden kol çantası vardı, çöle girmeden hemen önce sınır kasabası Keşmir’den eski bez çantası, iki parça boş kâğıt rulosu ve son parası olan birkaç ortası delik bakır bozukluk karşılığında satın almıştı.

Yolluk ıvır zıvırları içine atar, öyle taşırdı, aslında son birkaç parça kuru ekmek ve tütün kesesi dışında çantanın içi boş sayılırdı. Dışı yeterince yumuşak olmasına rağmen, deve derisi fena kokuyordu. Tulum peyniri, demişti keşiş ilk kokladığında, ama daha ağır. Deri hâlâ taze, koku zamanla azalır, gider, demişti tüccar. Ağır kokusundan dolayı çantayı bir süre daha yastık olarak kullanmayı düşünmüyordu keşiş, oysa pekâlâ kullanabilirdi. Yine de yeterli uzaklıktan çantanın kokusu burnuna geldiğinde, keşişin hoşuna gidiyor, dilinde, o hoş rahiyayı, tulum peynirinin tadını hissediyordu. Ama sadece yeterli uzaklıktan…

Buğulu ufukta hava, yavaş yavaş kırılıyor, kızıla çalıyordu. Keşiş, derin bir nefes alıp akçaağaçtan oyma asasını bir kez daha kuru zemindeki yarıklardan birine sapladı. Yün pelerininin kapüşonunu asanın başına geçirdi ve güneş yükselmeden barınağını kurup sabah serinliğinde uykuya daldı.

2

Rüyasında avcıyı görüyordu.
Rüyasında avcıyı görüyordu.

Rüyasında avcıyı görüyordu, saçları kına kızılı ve uzundu, sakalı kumral ve dağınık ama uçları yine kızıldı, burnu kemerli, çenesi genişti. Avcı, gençti yine de yüzünde gayet ciddi kırışıklıklar ve derin çatlaklar vardı. Bu çatlaklar kanayamayacak kadar kuru, diye geçirdi içinden keşiş, yaraları içten içe kabuk bağlamış gibi. Yüzünü oldukça net hatırlıyorum senin. İşte, avcı karşısındaydı. Neden buradasın, dedi keşiş. Avcının ufak kulübesinde, iki hasırın üstünde karşılıklı oturuyorlardı. Kulübe tuhaf derecede sıcaktı ve keşiş terliyordu. Napıyorsun burada tek başına, cevap ver. Avcı, keşişin bilmediği bir dilde şarkı mırıldanıyor, zaman zaman sesini yükseltiyordu.

Şarkıyı keşişe özellikle dinletmek istiyormuş gibiydi, her ne kadar misafirinin bu dile hâkim olmadığını görüyor olsa bile. Güneyli ozanların, telli sazın telini iki boğum sıkmadan söylemeye cüret edemeyecekleri tarzda kahramanca bir tınısı vardı şarkının. Cebinden tütün kesesi çıkardı geniş bir yaprak çekip sardı. Odanın duvarında avcının kısa yayı, okları ve eğri palası asılıydı. Yaprak genişse tütün acı olur, dedi keşiş. Avcı güldü. Bir süre sonra şarkısı bitmişti. Şarkı, dedi avcı, çölden geçen beyaz bir aslanı anlatıyor, erkek bir aslanı, yelesi yere kadar uzanan, heybetli, güçlü. Albino, dedi keşiş, aslanlar beyaz olmaz. Beyaz ve kudretli, dedi avcı. Aslan bu çölden geçecek ve ben onu bekliyorum. Onunla yüzleşmeden halkımın yanına dönmeyeceğim.

Neden onu öldürmek istiyorsun, dedi keşiş. Onu öldürmek istemiyorum, sadece onu bekliyorum. Ama bu onu öldürmeyeceğim anlamına da gelmiyor. Anlamıyorum, dedi keşiş, bilge misin deli mi? Çok farklı şeyler mi, dedi avcı. Hadi oradan, dedi keşiş ve gülmeye başladılar. Keşiş hâlâ sürekli terliyordu oda fazlasıyla sıcaktı. Peki, halkın kim, dedi avcıya. Gün batımından sonra Orion’u gözleyeceksin, Orion’un kemerindeki en parlak yıldızı sağına al. O yolu takip et, hoş gidersen hoş karşılanırsın. Orion, dedi keşiş ve güldü, anlamını biliyordu.

Az çok batı lisanına hâkimdi. Güney’de El-Sayyad derler, biz onu başka biliriz. Al biraz daha çorba iç, dedi avcı. Şimdi hemen ayağının dibinde kuru otlar yanıyordu keşişin. Ateşin üzerinde çorba kaynıyordu. Çorbanın içinde gri tüylü bir hayvan... Eliyle hayvanı çevirmeye çalıştı, eli yandı. Çorba, oda, tütün hepsi çok sıcaktı, oturduğu hasır alev almak üzereydi, uyandı. Ayakları güneşin altında kalmıştı, dizlerini karnına doğru çekip cenin pozisyonunda yatmaya devam etti. Güneşin batmasına hâlâ saatler vardı.

Çöldeki on beşinci gecesinde artık bir yere ulaşmak istiyordu.
Çöldeki on beşinci gecesinde artık bir yere ulaşmak istiyordu.

3

Hava karardıktan sonra toparlanıp bir kez daha yola koyuldu. Çöldeki on beşinci gecesinde artık bir yere ulaşmak istiyordu. Tekrar tekrar avcının aslında hiç var olmadığını düşünüyor ama bir türlü bu duruma açıklık getiremiyordu. Avcının yüzünü en ince detaylarına kadar hatırlıyordu. Aklından daha önce hiç görmediği bir yüz uydurabilir miydi? İşin garibi başka bir yüz hatırlamıyordu. Çöle girmeden, ilk adımı atmadan bu kurak sonsuzluğa, önceki hayatında var olan kimsenin yüzü şimdi hatırında yoktu. Bu berbat yerde geçen iki hafta herkesi unutmasına yetmişti. Bir yandan doğuya doğru yürüyor, bir yandan da hafızasını zorluyordu. Bu korkunç çöle neden gelmişti.

Sahraya kaba davranıyorsun, dedi avcı. Aniden yanında belirivermişti. Keşiş, gecenin serinliğini yüzünde hissediyordu. Uyumadığına emindi. Peki, bu ne demek oluyor, dedi avcıya, artık uyanıkken de mi seni görüyorum? Sahraya kaba davranıyorsun, diye tekrar etti avcı. Avcının gerçekte var olmadığına dair şüphesi kalmamıştı ama keşiş, konuşmaya devam etti. Fazla erdem can sıkıcı, bu kuru çöle nezaket borcum yok, sen söyle albino aslanı bulabildin mi, dur, nasıl bulacaksın, aramadın bile, doğru, aslan sana gelecekti, hem sen kimsin, avcı olduğunu söylüyorsun ama sen kimsin, sadece kızıl sakallarınla tuhaf bir tipsin, genç ve dinç duruyorsun, ama bu çölde kırılmışsın, yüzüne bak, kendi yüzüne, üstüne bastığımız toprak gibi çatlamış yüzün, hem bana ne eti yedirdin sen, beni nereye götürüyorsun.

Halkımın yanına, dedi avcı ve daha o sözünü bitirmeden gece karanlığını delip geçen alevli bir ok düştü keşişin iki adım önüne. Hayal meyal birkaç atlı görüyordu uzakta, dörtnala üstüne sürüyorlardı keşişin. Hayır, görmüyordu, sadece işitiyordu. Atlılar gece gibi karanlıktı, gölgeler gibi hareket ediyorlardı. Çok geçmedi yanına yanaştılar, etrafını sarmış, çevresini turluyorlardı, keşişin başı döndü. Siyah pelerinli iri kıyım adamlar, karanlık atlarının üstünde, gecenin içinde ayrı birer gece gibiydiler. Aralarından bir tanesi daireyi bozup atını keşişin üstüne sürdü, elinde şimdi bir meşale belirdi atlının. Keşişin dilinde ter ve kül tadı… Meşale ne ara, nereden çıkıvermişti, anlamıyordu. Keşiş, meşale ateşinde siyah atlının belinden sarkan eğri palayı gördü. Palanın çeliği zifiri karanlıkta gün doğumu gibi keskin ve kızıl parlamıştı.

Keşiş tuhaf bir biçimde çeliğin zehirli tadını dudaklarında hissediyordu, tükürmeyi denedi başaramadı. Çölde geçen on beş gecenin ardından tüküremeyecek kadar susuz kalmıştı, dövüşmeye gücü yoktu. Kendini dizlerinin üstüne bıraktı, nasıl bu noktaya gelmişti, yıllardır gördüğü onca öğreti, geçtiği sınavlar, edindiği dostluklar, hayatı, hepsi bu korkunç çölün ortasında son mu bulacaktı, ölümü ismini bilmediği yüzünü bile göremediği bir gölgenin elinden mi gelecekti, hayır, korkunun fiziksel dönüşümü mutlaktı, bunu biliyordu. İçinde tarif edilemez bir öfke duydu ve patladı. Bütün gücüyle ellerini yere vurdu, nöbet geçiriyordu, on parmağıyla toprağı sıkıyor, neredeyse çölü pençeleriyle kanatmaya çalışıyordu. Pelerininin kapüşonu başının üstüne düştü.

Yaklaşan süvarinin atından atladığını işitti, bütün algıları açılmıştı. Beyni, bedeninin son nefesini vermek üzere olduğuna inanmış olabilirdi ama keşiş ikna olmaktan fazlasıyla uzaktı. Bakışlarını topraktan kaldırıp yanına yaklaşan siyah pelerinli adama çevirdi. Yüzüne tutulan meşale ateşinde kör olmuştu, yine de olup biten her şeyi gündüz gibi açık ve pür berrak görüyordu. Belki gözleriyle değil ama görüyordu. Artık işitiyor ve anlıyordu, avcının şarkısı kulağındaydı. Dilindeyse bir kez daha toprağın tadı… Havayı kokluyor ve bütün varlığıyla çölü yani avcıyı hissediyordu. Siyahlı adam eğilip keşişe, beyaz aslan, dedi, biz de seni bekliyorduk.

devam edecek…

  • “çöl yeli cenuptan eser ve güneş
  • -e karşı tek soluyan toprak kuru.
  • ey avıyla rızıklanan yüce Rhû
  • gör ki beyaz aslan çölü geçiyor
  • ***
  • ve toprak gece vakti mavi yuva
  • günle beraber kızıla dönen arz
  • avcı izin verirse ay dönümü
  • bil ki beyaz aslan çölü geçiyor”
  • (Bir Denber Türküsü)