Bu seçimi kaybettik

Erbakan dahi bu partinin başında vekaleten bulunuyor gibiydi. Öyle siyaset yaptı.
Erbakan dahi bu partinin başında vekaleten bulunuyor gibiydi. Öyle siyaset yaptı.

Parti siyaseti ve demokratik mücadele alternatifsiz ve hayati bir tek yol. Alternatif sayılabilecek ihtimaller de kendini imha etmekle, inkar etmekle meşgul. Demokrasi zaten uzun zamandır neredeyse imanın yedinci şartı sayılıyor. Oraya hiç girmiyorum. Geçelim.

Sergen Yalçın’ın bir röportajına çok gülmüştüm. Sergen, söyleşi sırasında “Beni Bayern Münih’e alacaklardı” diyor. Devamı ise efsane. “Bi’ araştırmışlar, e tabii almadılar!” O hesap, beni araştırmayan kimi arkadaşlar zaman zaman konuşma yapmam için bir yerlere çağırır.

Ben de bazen boş bulunur giderim. Öyle zamanlarda genç arkadaşlara sormayı hiç ihmal etmediğim sorular var. “Bu iş partiyle olmaz” ne demek, Başbağlar neresidir ve nedir gibi. Çok nadiren böyle şeylerin ne olduğunu tam olarak bilene rastlıyorum. Bizim rejime, sisteme, mevcut düzene düşman olduğumuzu, ağır sanayi takıntımızı, D8 hayalimizi veya mesela faiz alerjimizi ise hatırlayan neredeyse yok. Anahtar parti ne demek, bir siyasi parti yüzde 7 oy aldığında o partinin birinci olduğuna bütün üyeleri nasıl kalpten inanır, kime yüzde 6 derler, “Önce ahlak ve maneviyat” ne demektir bilen olmadığı gibi.


Bunlardan haberdar olanlarsa daha çok eski komünistlerin radikallikleri gibi bir romantizm olarak algılıyor bu türden mevzuları. Neden böyle peki? Biraz yakından bakmayı deneyelim. Bismillah.

Ayet ve slogan reloaded

Bugün yirmi beş yaşında olan bir gencin aklı ermeye başladığında sene aşağı yukarı 2001-2002’ydi.


Bu çocuklar, yani yeni kuşak gözlerini açtıklarında iktidarda AK Parti ve Tayyip Erdoğan vardı. Bu arkadaşlar, yirmi yıla yaklaşan kesintisiz iktidarı boyunca AK Parti’den başka parti, kargadan başka kuş tanımadı. Bu kuşak için devlet AK Parti demek. Hükümet AK Parti demek. Rejim AK Parti. Sistem AK Parti. Yeni kuşak için aynı zamanda İslamcılık da AK Parti demek. Milliyetçilik, muhafazakarlık, özgürlükçülük, yenilikçilik, gelenekçilik, demokratlık, şeriatçılık AK Parti demek. İdeoloji AK Parti demek. Sen istediğini anlat. Kabul etse de seni anlamayı denese de müesses nizam diye, sistem diye başka şeyi anlamayacak. Havsalası almayacak.

Müslüman hassasiyetini hayatında belirleyici sayan sosyoloji için bu tahmin ettiğimizden daha büyük bir problem aslında. Çünkü din gayreti ile AK Parti savunması, İslam kimliği ile parti aidiyeti yeni kuşağın sosyal psikolojisinde artık hastalıklı biçimde iç içe geçti. Başlarda böyle değildi, evet. Ancak 2007 yılından itibaren Cumhuriyet yürüyüşleri, e-muhtıra gibi Kemalist itirazın hücumu, 2011 yılından itibaren uluslararası ilişkilerde üstlenilen İslamcı (!) aksiyon politikaları, Gezi olayları, cemaat-AK Parti çekişmesi, nihayet PKK kalkışmaları ve 15 Temmuz, defans hattını belirginleştirdi ve keskin ideolojik kimliklere dönüştürdü.

Yeni kuşağın zihin haritasında İslam düşmanı ile AK Parti düşmanı arasında bir fark yok. Bunun doğal sonucu olarak da İslam’ı müdafaa etmekle AK Parti’yi savunmak aynı şey. Parti siyaseti ve demokratik mücadele alternatifsiz ve hayati bir tek yol. Alternatif sayılabilecek ihtimaller de biraz sonra bakacağımız gibi kendini imha etmekle, inkar etmekle meşgul. Demokrasi zaten uzun zamandır neredeyse imanın yedinci şartı sayılıyor. Oraya hiç girmiyorum. Geçelim.

Milli Görüş çizgisini Temel Karamollaoğlu gömdü.
Milli Görüş çizgisini Temel Karamollaoğlu gömdü.

“Bilge''yle ye, iç, sohbet etme

Şahsen hiçbir zaman herhangi bir şeyin gündelik siyasetin merceğinin altında gerçek şekliyle göründüğüne inanmadım. Hele seçim zamanlarında konuşulanlar, analizler, söylevler, ilh... benim için goygoydan ibarettir. Ayrıca kendimi bildim bileli ne demokrasiye ne parlamento politikasına ne de seçimlere ciddi gözle baktım. Böyle şeylerin düzenlemeden, belirleyici güçler arasındaki birtakım çekişmelerden ibaret olduğunu düşünüyorum. Başka düşüncelerim de var ama bu yazının konusu değil diye uzatmıyorum.

  • Bu bahsi açmamın sebebi son günlerde iyiden iyiye eğlenceli bir hal almaya başlayan seçimlerdeki bir yeni (!) figürle ilgili. Temel Karamollaoğlu’ndan söz ediyorum. Karamollaoğlu, hatırlayacaksınız son macerasının başında Abdullah Gül konvoyunun önünden siren çalarak yolu açmayı denedi.

Telaşla ulaştığı yerdeyse arkasına baktığında 11. cumhurbaşkanı henüz yola bile çıkmamıştı. Ben bu yazıyı yazarken de Karamollaoğlu’nun kaptan köşkünde oturduğu Saadet Partisi’nin yalpa yaparak bir oraya bir buraya savrulduğunu izliyoruz. Mesele ettiğim Temel Karamollaoğlu’nun Abdullah Gül’le flörtü veya CHP ile İyi Parti ile ittifak salvoları falan değil. Pragmatik politika usulünü tercih ediyorsanız bunların hepsini yaparsınız. İttifaklar da bir siyasi figürü destekleme kararı da benzer siyasi manevralar da baştan sona meşrudur. Kendiniz için en küçük bir menfaat ışığı bile görüyorsanız bunları yaparsınız. CHP ile de HDP ile de MHP ile de ittifak yapılır. Necdet Sezer de Demirel de Özal da Abdullah Gül de desteklenir. Mesele bu değil. Mustafa Kamalak’ın komaya soktuğu Milli Görüş çizgisini Temel Karamollaoğlu gömdü. Mezara gömdü. Tarihe gömdü. Mesele bu.

Odalar Birliği’nden polis zoruyla çıkarılmasının ardından merhum Necmettin Erbakan’ın 1969 senesinde Konya’dan milletvekili seçilerek başlattığı siyasi hareket, 2018 senesinde fiilen bitmiştir.

Bu iş burada bitti. Kamalak’ın Milli Görüş davasını Fethullah Gülen’in emri altına sokmasının etkileri, tabanın 15 Temmuz olaylarında takındığı tutumla birlikte buharlaşmıştı. Sonrasında ise hadiseleri biraz yakından izleyenler için elli yıldır Milli Görüş hareketinin hiç savrulmadığı bir yerde, hiç düşmediği bir tuzakta can çekiştiğini görmek hakikaten insanın canını acıtacak türden oldu. Milli Görüş çizgisi Mustafa Kamalak’la birlikte Fethullah Gülen’in patronlarının soktuğu aksta yürüme kararı almıştı. Temel Karamollaoğlu da genel başkan olarak atandığı günden beri tıpkı selefi Kamalak gibi aynı doğrultuda emir altında hareket ettiğini, edeceğini ihsas ettiriyor.

Tasfiye memuru

Biz, bu iş partiyle olur mu olmaz mı tartışması yaparken İslam davasının, mücadelenin demokratik siyasetle mi yoksa başka yollardan mı yürütüleceğinin kavgasını veriyoruz sanıyorduk. Bugünse bu iş Saadet Partisi’yle olur mu diyenler Fethullahçı ihanetin, İngiliz muhiplerinin ve Abdullah Gül’ün darboğazdan nasıl çıkacağının yollarını arıyorlar. Belli ki Abdullah Gül’ün siyaset arenasında bir ihtimal olarak hayatta kalmasını sağlamak ve Fethullah Gülen’in Türkiye’de her şeye rağmen hala meşru bir dinî, siyasi figür olarak en azından can çekişme süresini, bitkisel hayat süresini uzatmak Karamollaoğlu’nun ajandasının ilk maddeleri.

Saadet Partisi’nin ikinci asil genel başkanı, tasfiye vazifesini eksiksiz biçimde yerine getiriyor. Süleyman Arif Emre, Milli Selamet Partisi’ne vekaleten genel başkanlık yaptı. Ali Türkmen, Ahmet Tekdal Refah Partisi’nin, İsmail Alptekin ve Recai Kutan Fazilet Partisi’nin, Numan Kurtulmuş ve tekrar Recai Kutan Saadet Partisi’nin başında vekaleten bulunuyordu. Bu hareketin başına asaleten geçmeyi düşünen ilk politikacı Korkut Özal’dır. Daha sonra aynı çevreler Abdullah Gül’ü asaleten atamayı denedi. İkisinin girişimleri de sonuçsuz kalmıştı. Ta ki Mustafa Kamalak’a kadar.

  • Kendi bildiğini okuyan, davanın haysiyetini Fethullah Gülen’in kucağına teslim eden, tam olarak bağımsız bir siyasi hareket lideriymiş gibi bu mücadelenin tabiatına, bizim görüşümüze göre Milli Görüş çizgisine Milli Görüş’ün evinde ihanet eden ilk genel başkan Mustafa Kamalak’tır.

Raydan çıkışın miladı orası. Bizim görüşümüze göre diyorum zira biz ve bizim gibi düşünen insanlar Erbakancı sıfatını mesela hiçbir zaman benimsemedik. Erbakancı değildik çünkü. Milli Görüşçüydük. Erbakan dahi bu partinin başında vekaleten bulunuyor gibiydi. Öyle siyaset yaptı. Öyle mücadele etti. Öyle olduğuna inandık. Vekaletimizi, biatımızı öyle almıştı. Kamalak, ardından Karamollaoğlu vekaleti parçalamakla kalmadı,

Mustafa Kamalak
Mustafa Kamalak

Fethullahçılığı meşrulaştırma çabalarının yanında bir de müesses nizamla, tefe düzeniyle, faizle savaşma vekaletini liberal ekonominin neredeyse sembolü haline gelmiş Abdullah Gül’ün kullanıp bir kenara attığı bir peçeteye çevirdi. Saadet Partisi diye bir müstakil mihrak artık yok. Orijinali, iktidarda olanı, güçlüsü dururken imitasyon bir partiye insanlar neden itibar eder ben bilmiyorum. Mesela Abdullah Gül’de, Tayyip Erdoğan’da olmayan ne buldular acaba? Ya da bütün alttan almalara, çabalara rağmen hangi güçlü emir demiri kesmiştir de iktidar partisiyle gayet makul bir anlaşma zemini oluşmuşken bir anda sloganlarla masaya tekme atılmıştır bilmiyorum. Bildiğim, artık şuurlu Müslüman gençler için kafa karıştıracak bir seçeneğin kalmadığı. Bildiğim, bu iş partiyle olmaz derken kastettiğimiz o partinin bu partiyle bir alakasının olmadığı. Fethullahçılarla yıllar yılı kapıştığımız ilk nokta onların görüşüne göre Milli Görüş partilerinin İslam’ın önündeki en büyük engel olduğuydu. Fethullahçıların İslam’ının önündeki o engel artık yok.

O yıl, seçimlerden önce çalınmadık kapı, bayrak asmadık direk bırakmadık.
O yıl, seçimlerden önce çalınmadık kapı, bayrak asmadık direk bırakmadık.

Bizim seçimimiz

1994 yılı yerel seçimlerinde bütün Refah Partililer delirmiş gibi çalışıyorduk. O yıl, seçimlerden önce çalınmadık kapı, bayrak asmadık direk bırakmadık. 91’deki oy patlamasının da etkisiyle dalga dalga İstanbul’da Tayyip Erdoğan, Ankara’da Melih Gökçek rüzgarı esiyordu. 17 yaşındayım. Ankara Yenimahalle ilçe teşkilatında çalışıyorum. Daha çok broşür ve VHS-Beta propaganda kaseti dağıtıyor, ara sıra ankete çıkıyorum. Seçimlere yirmi gün kala yakın bir arkadaşımla birlikte Yalova’ya gidiyoruz. Arkadaşın partili akrabaları takviye istedikleri için biz de besmeleyi çekiyor, kalkıp yola koyuluyoruz. 1994 Mart’ını Yalova’da seçim çalışmalarıyla geçirdik. Uyumadan. Dinlenmeden. Kan ter içinde. Gece gündüz çalışarak geçirdik. Bir tek 25 Mart Cuma günü ara verdiğimizi hatırlıyorum.

  • O gün orada olanların şimdi kesinlikle hatırlayacağı tarihi Sultanahmet mitingi vardı. Geliyoruz diye bangır bangır bağıran, önüne çıkacak her şeyi yutacağını haykıran Sultanahmet mitingi. Erbakan, kaldırın ellerinizi talimatını verdiğinde bıçak çeker gibi sağ ellerimizin baş parmağını havaya kaldırıp yemin ettikten sonra neredeyse uçarak Yalova’ya döndük.

Daha iki gün vardı çünkü. O seçim sonuçlarının açıklandığı günün akşamını ömrüm boyunca unutamayacağım. Yaşıyorsa Allah selamet versin, ilçe başkanıydı sanıyorum, kısa bir konuşma yapmıştı. Oyları yüzde 7’den yüzde 25’e çıkarmışız. Oy sayısı bakımından da bilmem kaç kat artış yaşanmış ama bütün ilçe teşkilatıyla birlikte sanki hepimiz bir yakınımızı kaybetmiş gibi ölüm sessizliğine bürünmüş birbirimize bakıyorduk. Artık işte kazanacağımıza ne kadar inanmışsak. DYP bize fark atıp belediyeyi kazanmıştı. Yüzümüzden düşen bin parça. O sırada, başkan bir masanın üzerine çıkıp gençler buraya bakın diye bağırdı.

‘’Biz seçim kazanmak için çalışmadık. Seçim kazanmak için çalışan varsa artık evine dönsün. Çünkü seçim bitti. Ama biz yarın aynen kaldığımız yerden devam edeceğiz. Çünkü biz Allah’ın rızasını kazanmak için çalıştık. Bizim seçimimiz bu. Kaybedenler düşünsün!’’ Beş yıl sonra Yalova depreminde o seçimlerde arkadaşımın evinde kaldığımız teyzesi vefat etti. Yirmi gün boyunca bize kumanya hazırlayan, elbiselerimizi yıkayan, ütüleyen, cebimize harçlık koyan teyzemizi depremde uğurladık. Sebepsiz, öyle dururken bile gülerdi. Yüzü, gülümseyen çehresi gözümün önünde. Teheccüde kalktığında yakalanmış.

Deprem Kur’an okurken olduysa demek, o şiddetle sıkı sıkı sarıldığından herhalde, kitabı çekip alamamışlar cesedinden. Öyle defnetmişler. Bu günleri görmedi. Bu halimizi görmedi. İyi mi oldu belki de böylesi diyorum zaman zaman. Allah biliyor. Seçimdi, Saadet’ti, Refah’tı deyince 1994 geldi aklıma. Yalova geldi. Kur’an-ı Kerim’e sarılmak geldi. Aklıma seçim kazanmak geldi... Kaybetmek geldi.