Bir güzellik yap

Papatyaların her hâli güzel. Ruhuna denk düşen bir mevsim gibi gelip yerleşiyor pencerenin kenarına.
Papatyaların her hâli güzel. Ruhuna denk düşen bir mevsim gibi gelip yerleşiyor pencerenin kenarına.

Geceyi; yalnız bir kuşa benzetiyorum. Yolunu bulamayan ve bir an önce her yerin aydınlanmasını bekleyen ürpertili bir korku hâline biraz da. Karanlıkta yürümenin verdiği korku hâlinin bir mezarlıktan geçerken yaşadığımla aynı olmasına şaşırmıyorum.

Bütün bileşenlerini aynı çizginin üstünde toplayarak attığım her adımın beni götüreceği yeri bilmemek gibisi yok. Bilmek ve bilmemek arasında kalışlarımı seviyorum.

Aslında insan bildiğini sandığı şeyleri bilmediğini öğrenmekle geçiriyor ömrünü. Ya da öğrenemeden bitiyor hayat. Her şey bitiyor, ömrün de biteceğini hepimiz biliyoruz ama tecahül-i arif yapmayı tercih ediyoruz. Cümlenin tam da burasında bir edebî sanat oldukça havalı durdu. Tecahül-i arif. Sanat her yerde güzel durur. Sanatkârca bakınca, hayat daha bir anlamlı bakıyor insanın yüzüne.

Bir dağın yamacından şehre bakmak gibi bir şey oluyor yaşamak. Bir güzellik yap. En çok da kendini koy yolun en başına.

Böyle zamanlarda kendimi Muallim Naci gibi hissediyorum. Sanat için "güzel" kavramını kullanıyor Naci. "Edebiyat güzel sözlerdir diyebiliriz. Ama güzel nedir? suâline pek kolay cevap veremeyiz." diyor Mecmua-i Muallim'de. Tolstoy'un sanata ve güzele bakışına hayran oluyor insan; "İnsan güzel olabilir, at, ev güzel olabilir, bir manzara, bir hareket güzel olabilir; ama davranış, düşünce, karakter, müzik... eğer beğenmişsek iyidir, hoştur; beğenmemişsek iyi değildir, hoş değildir.

Güzel, ancakgöze hoş gelen, görüp de beğenilen şeyler için kullanılır." Tolstoy'un bu cümlesini okuduktan sonra bir şeye "güzel" derken içimin sesine kulak veriyorum. Son zamanlarda dikkat ettim de çoğu şeyi "güzel" diye tanımlıyorum. Geçiştiriyorum diyeceğim de o ifade oldukça hafif kaçar diye geçti içimden. Güzel demek güzeldir nihayetinde. Naci'nin güzeli gibi bir muamma bu; Tolstoy'unki kadar kesin. Güzel de neye göre kime göre... "Ben güzele güzel demem, güzel benim olmayınca" durumu mu yoksa; "Güzel ne güzel olmuşsun görülmeyi görülmeyi" içlenmesi mi? Dağları aşıp da karşıma çıkan yemyeşil bir ovaya;"güzel" demek beni huzurlu kılıyor. Karşımdaki sonsuz sanat eserinin hiçbir tarifi yok. Bakacaksın, göreceksin ve hayret makamında hüznünü kendine eş tutacaksın. Sevinçle hüzün öyle bir hâldir ki birbirini her şeyiyle tamamlar. Sevinmek hüznün öz kardeşidir. Rahat bir nefes alıp da her şeyin yolunda gittiğini görmek nasıl hafifletirse seni, içinin bir köşesinde kıvrılıp yatan hüzün ordusu da hazır kıta bir şekilde bekler gibi bir tedirginlik hiç bırakmaz yakanı.

Dağları aşıp da karşıma çıkan yemyeşil bir ovaya;"güzel" demek beni huzurlu kılıyor.
Dağları aşıp da karşıma çıkan yemyeşil bir ovaya;"güzel" demek beni huzurlu kılıyor.

Senin tarifin kimseye uymaz, sen kimsenin kimsesizi olarak yaşamaya devam edersin. Evveliyatını bildiğim bir şey şu yaşamak denen yankı. Sesime ses, yüzüme bir ayna, sesime yankı gerek. Çam kokusunu ilk defa içimde hissetmiştim. Önceden sadece evin penceresinden görünen bir kule gibiydi çam ağaçları. Yan yana sıralanmış binlerce kule. Küçüktüm ve çıktığımız dağın her yokuşu biraz daha açmıştı nefesimi. Yerdeki çalı çırpının sesine karışan kuş sesleri arasında çıktık da çıktık. Patikadaydık ve her şey bir masal sayfası kadar gizemli ve sessizdi. Sadece uzaklardan gelen kuşların sesi vardı. Çıktık ve sonunda bir düzlüğe ulaştık. Güzel dediğim bir yeşillik karşıladı beni. Sanki dağın tepesine bir futbol sahası kondurmuşlardı. Yeni bir yer keşfetmiş olmanın sevinciyle yuvarlanıp durdum çimenlerin üstünde. Koştum, nefesim daralana kadar koştum. Dinlendim, tekrar koştum. Ne kadar gitsem de bitmeyecek gibiydi yeşillik ama az sonra birden bire son buldu her şey.

  • Önce küçük taşlar, sonra büyük daha büyük taşlar. Oradan da geçtik. Az ilerisini gördüğümde birden bire gerisin geri kaçtığımı hatırlıyorum. Sanki dipsiz bir kuyu gibi uçurum vardı önümüzde. Boşluğun tam karşısında duvar gibi bir dağ. Kayalar gerilmiş önümüze.

"Şu karşıma göğüs geren taş bağırlı dağlar mısın?" Bir taş aldım, attım, uzun bir sessizlikten sonra tık tık tııkkkk diye bir sesle taş yere düştü. "Düştü!" diye bağırdım. "Düştüüü, düştüü, düştü, düşt.." diye bir ses geldi karşıdan. "Duydun mu!" diye bağırdım, yine geldi ses; " duydun muuuu, duydun muu, duydun mu..." Biz bağırdık karşıdan cevap geldi. En son; "Güzel!" dedim. "Güzeelll, güzeell, güzel..." diye karşılık verdi dağ. Geceyi; yalnız bir kuşa benzetiyorum.

Yolunu bulamayan ve bir an önce her yerin aydınlanmasını bekleyen ürpertili bir korku hâline biraz da. Karanlıkta yürümenin verdiği korku hâlinin bir mezarlıktan geçerken yaşadığımla aynı olmasına şaşırmıyorum. Gece, korku, mezarlık, uzaklardan gelen bir baykuşun sesi, kederli vakitler gibi iç geçirdiğim hayat, bir anda arkadan sırtıma dokunacak bir el, mezarlıkta çınlayan bir baykuş, ağaçların arkasında beliren bir gölge, hızlanan ayak sesim, hızlanan nefesim, omzuma değdi değecek bir el, sanki dokunan bir el, ne yapacağımı bilemez hâlde yavaşça arkaya dönüşüm ve sırtımda zıplayıp duran çantam.

Pencerenin tam kenarında, hafiften güneş alan köşede öylece bekliyor papatyalar. Sen kendi manzarana kavuştun, ben bir rüzgârı aldım bıraktım papatyaların kalbine, kurumuş bile olsalar beklemek en çok da onlara yakışıyor. Papatyaların her hâli güzel. İnsana iyi olan şeyleri hatırlatıyor. Ruhuna denk düşen bir mevsim gibi gelip yerleşiyor pencerenin kenarına. Dağıtıyor bulutları. Bir dağın yamacından şehre bakmak gibi bir şey oluyor yaşamak. Bir güzellik yap. En çok da kendini koy yolun en başına.