Bir darbe bir figür(an): Prof. Dr. Sıddık Sami Onar
Milletin içinden yetişmiş, herkes gibi, çoğunluğu sıradan vatandaş çocuğu binlerceinsan kurumlarının hiyerarşisinin dışına çıkarak silahlı kuvvetler merkezli bir kalkışmadenediler. Bu kalkışmanın 60’dan, 71’den, 80’den ve 28 Şubat’tan bir farkı vardı. TürkiyeBüyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü bombalandı. Sivil halkaateş açıldı. Masum insanlar öldürüldü.
Daha ortada alçak kalkışma yokken ama içimde her zaman şüphesi varken ve en yakın arkadaşlarım ve okumuş yazmış onlarca insanın “artık bu çağda darbe marbe olmaz” dedikleri zamanda dahi taşıdığım endişenin bir yansıması olarak, Cins’in Ağustos sayısına yazmayı düşündüğüm yazılardan biri olarak, 27 Mayıs 1960 darbesinin başrol oyuncularından Sıddık Sami Onar’ı seçmiştim.
O zamanın İstanbul Üniversitesi Rektörü olan hukuk hocası... Derken, 15 Temmuz 2016 akşamı meydana gelen ve şükür ki, bir gün de bastırılan ama etkilerini hayatımızın her alanında onlarca sene hissedeceğimiz meş’um hadise ortaya çıktı.
Bu ilk değil ki… Son da olmayacak. Hani bir Türklük hikâyesi vardır ya, Türkler Orta Asya’da Ergenekon’dan çıkarlar ve Batı’ya doğru yayılırlar. İşte eğer atalarımız Ergenekon’dan çıktıklarında batıya değil de güneye gitselerdi ve hatta denizi görünce de karşıya geçselerdi ve Avustralya’ya yerleşselerdi ve oranın adını Türk Yurdu yapsalardı belki bugünkü gibi saldırıya maruz kalmazdık. Haa, de ki, derdimiz olmaz mıydı? Olmaz olur mu, İlla ki bir veya daha fazla dert bulur, olmadı bulamazsak birbirimizle uğraşırdık. O bahsi diğer… Ancak eminim ki, bu kadar şerefsiz saldırılara maruz kalmazdık.
İşin kötü yanı nedir bilir misiniz? Bugün hâlâ İstanbul Üniversitesi’nin arkasındaki Süleymaniye Camii’nin önündeki caddenin ismi “Sıddık Sami Onar Caddesi”dir.
15 Temmuz kalkışması Türk’ün tarihinde gördüğü en aşağılık, en haysiyetsiz, en şerefsiz, en korkak, en en en darbe teşebbüsüdür.
Cumhuriyet döneminin ilk büyük darbesi 27 Mayıs 1960 darbesi idi. O süreçte büyük haksızlıklar, iktidar mensuplarının darbe yandaşları tarafından mahkemelerde hakarete maruz bırakılmaları, haksız hapis cezaları, başbakanın ve iki bakanının idamı yaşandı. Demokrat Partililer, “Sâkıtlar” diye aşağılandılar.
27 Mayıs’tan önce, her darbeden önce olduğu gibi önce şartlar hazırlandı. 1946’daki hileli seçimlerle iktidarını koruyabilen CHP, 1950’de hükümeti kaybetti ancak iktidarı kaybetmek istemedi. Demokrat Parti’nin on yıllık iktidarı süresince, meseleye hep arızî bir durum diye baktılar. Onlara göre ortada olmaması gereken bir iktidar vardı ve öyle veya böyle değişecekti. İktidarın acullukları da onlara zemin hazırlamadı mı diye sorarsanız, okuduklarımız gösteriyor ki bu sorunun cevabı “evet”tir. İktidar mücadelesi mi? Hâlâ sürmektedir. İçeridekiler bunu Türkiye’deki sosyal sınıflar arasındaki mücadele sana dursunlar, aslında meselenin küresel güçlerle milli güçler arasında olduğu açıktır. Ne gariptir ki, bu mücadelede bazı milli güç unsurları, diğer milli unsurları düşman bilerek küresel güçlere hizmet etmektedir. 27 Mayıs darbesinin içeride birkaç ayağı var idi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tutumu, üniversiteler, basın, silahlı kuvvetler… İşte Prof. Dr. Sıddık Sami Onar bu ortam hazırlığının üniversite ayağını temsil edenlerdendi. Darbeden önceki üniversite olaylarında başrolü alıyor, hatta üniversite öğrencilerini sözde yatıştırmak için yaptığı toplantıya başı gözü sarılı olarak (nümayişlerde düşmek suretiyle yaralanmıştır) çıkarak etki uyandırmaya çalışıyordu.
Darbeden hemen bir gün sonra da özel bir uçakla İstanbul’dan Ankara’ya yeni anayasa hazırlamak üzere götürülenlerdendir. Bununla da kalmıyor, darbeden önce güya öldürülüp bir yerlere atıldığı iddia edilenler ve darbe sürecinde o veya bu nedenle ölenler için Hürriyet Şehitliği oluşturanlardan da olmuştur. İşin kötü yanı nedir bilir misiniz? Bugün hâlâ İstanbul Üniversitesi’nin arkasındaki Süleymaniye Camii’nin önündeki caddenin ismi “Sıddık Sami Onar Caddesi”dir. Yani, Türkiye’nin en köklü eğitim kurumu ile Türk İslam mimarisinin en önemli eserlerinden birini bağlamakta veya ayırmaktadır.
27 Mayıs’ı 12 Mart 1971 Muhtırası takip etti. Bu yarı darbede silahlı kuvvetler muhtıra verdi. Demirel Hükümeti istifa etti ve yönetim teknokratlara geçti. Sonra 12 Eylül 1980 darbesi… Yine Demirel iktidarda idi yine gönderildi. Belki de ilk “emir komuta zinciri” içinde bir darbe idi. Üç yıl hüküm sürdü. On binler hapis yattı, onlarcası idam edildi. Suçlu ve suçsuz eşitlik adına aynı cezaları aldı. Etkisi hala sürüyor. 28 Şubat bir başka milli irade gaspı idi. Birçok insan mağdur edildi. 2007’de bir daha denediler. Cumhurbaşkanlığı seçimini geçersiz kıldılar. O şer işin bir hayırlı ama prematüre sonucu cumhurbaşkanını halkın seçmesi olmuştur ama sistem oluşturulmamıştır.
Geldik 2016’ya… Milletin içinden yetişmiş, herkes gibi, çoğunluğu sıradan vatandaş çocuğu binlerce insan kurumlarının hiyerarşisinin dışına çıkarak silahlı kuvvetler merkezli bir kalkışma denediler. Bu kalkışmanın 60’dan, 71’den, 80’den ve 28 Şubat’tan bir farkı vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü bombalandı. Sivil halka ateş açıldı. Masum insanlar öldürüldü. Ve bunu yapanların bir kısmı bu işi din adına ve Türkiye’yi “Yezid”den kurtarmak için yaptıklarına inandılar.
Olanlar kolay kolay hazmedilemeyecek, insanın haysiyetine dokunan cinsten aşağılık hadiseler. Millet bu travmayı nasıl atlatacak,
- II. Mahmut, Yeniçerilerin aymazlıklarının devleti getirdiği noktayı tespit neticesi Yeniçeri Ocağını kaldırtmış ve yerine yeni ordu kurmuştu. Yetmedi, millete müdahale etmesinler diye karargâhlarını şehir dışına taşıdı. Ama tarihte görüyoruz ki bu tür önlemler yetmiyor. Karargâhı nereye taşırsan taşı insan yetiştirmeye önem vermez isen tüm hamlelerin boşa gidecek değil midir?
toplumsal barış nasıl sağlanacak, Türkiye’de işler nasıl yoluna girecek soruları sorulmakla birlikte bu sal- dırılar bitecek mi ve biterse nasıl ve ne zaman biter soruları belki daha önemlidir. Coğrafyanıza ve dünyanın düzenine ve ülkelerin idarecilerine bakarsanız bu saldırıların sonlanmayacağı sonucuna kolayca varabilirsiniz. Türkiye diz çökmeden bu saldırılar bitmeyecektir.
Saldıranlar farkındadırlar ki, Türkiye onu yöneten kişi ve kişiler ve seksen milyon nüfustan ibaret değildir ve haddi zatında bu iki unsur çok da önemli değildir. Önemli olan Türkiye’nin temsil ettiği değerlerdir. Batı’nın emperyalist güçleri bilmektedirler ki, Türkiye Osmanlı’dan beri, Kurtuluş Savaşı’ndan beri ve dahi şimdi, iktidarda kim olursa olsun sadece Türkleri değil bütün İslam dünyasını ve hatta tüm ezilmiş milletleri temsil eden bir semboldür. Bu sembol ayakta durduğu müddetçe, Arap İslam dünyasındaki kukla yönetimler, Afrika ve Asya’daki sömürü düzeni sürekli göze batacaktır. Bu nedenle ey genç, yaşlı, çoluk çocuk, kadın erkek, okumuş okumamış, açık kapalı bütün insanlarımız hayatınız ve çocuklarınızın ve torunlarınızın hayatları boyunca bu saldırılara karşı uyanık olmak ve gerektiğinde canınız pahasına mücadele etmek dışında seçeneğiniz bulunmamaktadır vesselam.
Belki son söz olarak şunu da söylemek gereklidir. II.Mahmut, Yeniçerilerin aymazlıklarının devleti getirdiği noktayı tespit neticesi Yeniçeri Ocağını kaldırtmış ve yerine yeni ordu kurmuştu. Yetmedi, millete müdahale etmesinler diye karargâhlarını şehir dışına taşıdı. Ama tarihte görüyoruz ki bu tür önlemler yetmiyor. Askeri ona bağlamak, buna bağlamak, karargâhı taşımak, kanunları değiştirmek tamam da, nereye taşırsan taşı insan yetiştirmeye önem vermez isen tüm hamlelerin boşa gidecek değil midir? Memlekette eğitim ve kültüre ve onların bakanlıklarına verdiğimiz (doğrusu vermediğimiz) değer, önem ve öncelik ortadayken düzgün insan nasıl yetişecektir sorusu çok mu olur acaba?