Bakmak gerçekten bakmak; durmamak yerinde duramamak

Uyumak yasak, kitap okumak yasak, sigara içmek zaten yasak. Aslında oturmak bile yasak.
Uyumak yasak, kitap okumak yasak, sigara içmek zaten yasak. Aslında oturmak bile yasak.

Girişin ötesindeki karanlıktan bir ses gelir gibi oluyor. Gözümü dört açıyorum, üzerimi başımı hızla toparlayarak kontrol ediyorum.Bu saatte kim olacak? Ya cindir ya peri yada nöbetçi subay! Dilimin ucunda bir Felak Nas bir de vukuat tekmili hazır ediyorum.Artık gelen kimse ona göre...

Sabaha karşı.

Uyumak yasak, kitap okumak yasak, sigara içmek zaten yasak. Aslında oturmak bile yasak. Ben de uyumamak, sigara içmemek, kitap okumamak, oturmamak için yapılması gereken tek şeyi yapıyorum. Yürüyorum. Koridor boyunca adımlarımı sayarak. 78 adım aşağı 78 adım yukarı 78 adım aşağı 78 adım... Ayak seslerim boş koridorda yankılanıp duruyor. Yankının derinliğini ölçüyorum kendimce. Suda taş sektirip saymak gibi. Sadece biraz daha umutsuzu. Koridorun diğer ucundaki camın önündeki kaloriferin üzerine oturup okulun sınırlarının bittiği yerden başlayan şehirlerarası yolu seyrediyorum. Nedense insanın canını en çok otobüsler acıtıyor. İçinde uyuyan, oturan kitap okuyan, sigara içen (o zamanlar içiliyordu) ama en önemlisi de “giden” yolcular var. Yani ben ne yapamıyorsam o sırada onu yapabilen yolcular. Ankara’ya doğru. Giden yolcular. Bense gidemiyorum, sonsuza kadar sürecek bir rüyanın içinde sıkışıp kalmış gibiyim. İçimdeki o ses, üç kelimeyi tekrar ediyor.

  • Saha kenarında ısınan futbolcular gibi: “Niye lan niye?” Aslında iki. İki kelime. Girişin ötesindeki karanlıktan bir ses gelir gibi oluyor. Gözümü dört açıyorum, üzerimi başımı hızla toparlayarak kontrol ediyorum.

Bu saatte kim olacak? Ya cindir ya peri ya da nöbetçi subay! Dilimin ucunda bir Felak Nas bir de vukuat tekmili hazır ediyorum. Artık gelen kimse ona göre... Aslında ilki yani cin ihtimali kulağa ürkütücü geliyor ama ne bileyim vakit geçer diye düşünüyorum. Gelen ikincisi. Her zamanki gibi. Koşarak yanına gidiyorum. “Koşmasana oğlum, gece nöbetinde koşulmaz bilmiyor musun?” Koşmaz yürürsem, onun gelişi karşısında duymam gereken heyecanı duymadığımı, saygısızlık ettiğimi düşünüp azarlamasından daha iyi. Emredersiniz komutanım! “Var mı bir problem?” Yok komutanım. Kaşlarını kaldırarak beni süzüyor.

Hayat zalimliği sever bakış merhameti.
Hayat zalimliği sever bakış merhameti.

Galiba bir an nerede olduğumuzu, üzerimizdeki üniformaları, imzalanacak defterleri unutup bana tekrar ama bu defa gerçekten bakıyor. O farkında mı bilmem ama ben bakmanın çeşitleri olduğunu bir insana gerçekten bakabilmenin bir çeşit lanet olduğunu çok sonra anlayacağım. Neden mi lanet? Çünkü hayat ya da doğrusu hayat sanıp içini beceriksizliklerimizle doldurduğumuz yığın, hareket etmemizi ister, gerçekten bakmak ise durup ağırlaşmayı. Hayat zalimliği sever bakış merhameti. Biri ilerlemek için kazanmayı hep kazanmayı ikincisi olduğu yerde durup bedeli ne olursa olsun kaybetmeyi. Nöbetçi subay, bir anlığına bakıyor. Karşısında üniformalar içindeki nöbetçiyi değil; sabahın köründe, uykuya direnerek nöbetini bitirmeye çalışan 14 yaşındaki o çocuğu görüyor. Dışarıdaki yaşıtları kim bilir kaçıncı uykusundayken… 6.30’da kalkıp, boyu kadar tüfeği silahlıktan alıp sabah sporuna gidecek; eğitim yapacak, ders çalışacak, esas duruş gösterecek, azar işitecek, telefonla ailesini arayacak, yemeğe yetişemezse aç kalacak olan çocuğu.

“Evet komutanım! Emredersiniz komutanım.”
“Evet komutanım! Emredersiniz komutanım.”

Elinde ekmekle peşinden koşan annesi çok gerilerde kaldı. Okulu asıp kızlarla gezmeler, tasasız uzun nazlı uykularla birlikte. Çocuk erkenden büyüdü. Zaten üç dört yıl sonra rütbe alıp yaşı kendinden büyük askerlerle dağa çıkıp savaşacak. Daha da hızlı büyüyecek. Şehit olmazsa erkenden ihtiyarlayacak hatta. Nöbetçi subay kendine geliyor. Onun da uykusu var belli ki. Onun da hareket etmesi, ilerlemesi gerek. Normalde duygularına esir olacak, kaybedecek bir adam değil. Saatine bakıyor: “İyi iyi bitirmişsin nöbeti, yarım saat kalmış.” O nerede olduğumuzu unutabilir, ben unutamam: “Evet komutanım! Emredersiniz komutanım.”

Devriye defterine imza atıyor. Vukuat yok. Ardından sonraki devriye noktasına doğru hareket ediyor. Ben nöbete, yankı ölçmeye devam. Koğuşlardan horultu sesleri geliyor. 78 adım aşağı 78 adım yukarı. En azından artık nöbet sonuna kadar kimse gelmez. Camın önüne geri dönüyorum. Kaloriferin üzerine oturuyorum. İzne kaç gün var? 63. Bu geceden sonra 62. İyi bari. Otobüslerin farı gecenin içinde ateş böcekleri gibi bir yanıp bir sönüyor. Gözlerimi alıyor. Bu kadar uzaktan imkânsız değil mi? Alıyor ama. Gözlerimi. Hepsini ben uğurluyormuşum gibi arkalarından bakıyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor. Uykuyu unutuyorum.

Niye 40 kişiyle aynı koğuşta yaşamalısın? Niye sigara içerken yakalanınca üç hafta boyunca çarşıya çıkamamakla cezalandırılıyorsun?

Fısıldıyorum: Buradan kurtulmalıyım. Kurtulamam. Az sonra koğuşa döneceğim. Dönmemeliyim. Şu tel örgülerden atlayıp… Atlayamam. Yola doğru koşup… Koşamam. Otobüse binip… Binemem. İçimdeki ses, şu anda Astsubay Hazırlama Okulunda değil de Keçiören’de Fatih Sultan Mehmet Lisesinde okumam gerektiğini düşünen, hani saha kenarında bekleyen… Deparla meydana fırlıyor: Niye lan niye! Ayrılmak istiyorum. Ailemle konuştum. Ayrılamam. Niye lan niye? Çünkü tazminat ödeyecek durumları yok. Çünkü buraya sıkıştım. Sı-kış-tım. Niye lan niye? Okulu bitirene kadar sabretmeliyim? Beceremedi geldi derler, eş dost akrabaya rezil oluruz. Niye lan niye? Astsubay olunca 18 yaşına geldiğimde ne halim varsa görürüm! Niye lan niye? Niye uyuyamıyorsun doyasıya! Niye 40 kişiyle aynı koğuşta yaşamalısın? Niye sigara içerken yakalanınca üç hafta boyunca çarşıya çıkamamakla cezalandırılıyorsun? Niye bu yaşta üniforma giyiyorsun, nöbet tutuyorsun lan? Çünkü bir seçim yaptım. 13 yaşında mı? Sonuçlarına katlanmalıyım. Çocuğum lan ben daha! Niye lan niye? Kurtulmak zorundasın. Kurtulamam. Niye lan niye? Niye lan niye? Kaç dakika var? 18 yaşına mı? Emekliliğe mi? Mecburi hizmetin bitişine mi? Sıkıştım. Sı-kış-tım! Niye kurtulamıyorum? Niye lan niye! Çünkü kaybedemem.

Kendime, kendi halime “gerçekten bakmayı” kesip ilerlemeliyim. Durup düşünmenin, içimdeki o sese teslim olmanın bedellerini ödeyemem. Yürürken adımlarına bakarsan yürüyüşün ritminin bir daha düzelmemecesine bozulacağını askeri eğitimlerden öğrendim ama hayatın da böyle olduğunu henüz… Bir kez gözün kayarsa artık ritimsiz bir yürüyüşe mahkûm olacağını. Bir daha iflah olmayacağını. Ne zaman içinde bulunduğum şartlara alışıp uyuşmaya, durumumu kabullenmeye başlasam gözüm kendi yürüyüşüme kayacak, o ses saklandığı yerden çıkıp bağıracak: Niye lan niye! Ve yoldan çıkacağım. Ama şimdi değil. Camı açıyorum, yakalanmak pahasına sigara çıkarıp yakıyorum. Yan cebimdeki kitabı çıkarıyorum. Yakalanmak pahasına okumaya başlıyorum. Suç ve Ceza’nın derinliklerine henüz ilk kez dalışım. Sonraları hayatım boyunca kaç kez daha ziyaret edeceğim Raskolnikov’u. Geçici de olsa sesi susturmayı başardım. Yola döndüm. İlerliyorum, sıkıştığım yerde kalmaya razı oluşum bir ilerleme biçimine dönüşüyor. Bir süre daha kitap okuyup camdan dışarıya bakıyorum. Otobüslerin farları gözümü eskisi kadar yakmıyor. Gidiyorlar, gitsinler. Uyuyorlar uyusunlar. Saate bakıyorum. Nöbet bitti. Gün ağarıyor. Uykuya doğru ilerliyorum.