Azalarak yok olmak
Bir caminin taşıyıcı sütununu pagan mabetlerinden alabilen bu kültürden geriye neler kaldı? Devraldığımız bu miras bizi nereye götürüyor? Olası bütün yorumları içerecek o "müphem" alana yeniden dönebilmek, bugünün imkânlarıyla ulaşabilmek mümkün mü?
Beşir Ayvazoğlu'nun şiirlerini topladığı Kayıp Şiir kitabında Mimar Sinan'ın Süleymaniye'nin yapılışına dair tuttuğu günceyi tekrardan yorumladığı bir bölüm vardır, "Süleymaniye". Epik bir üslupta Sinan'ın padişahın arzusunu yerine getirme gayreti anlatılır. İlk okuyuşumun üzerinden yıllar geçmesine rağmen zihnimde kendini tekrarlayan bir bölüm var: Caminin ana iskeletini taşıyacak filayakları için devletin dört bir tarafından getirilen sütunların hikâyesi. Mimari olarak, daha önceki yapılardan elde edilen malzemelerin yeni yapıların inşasında kullanılmasında "devşirme" denildiğini öğrendim zaman içinde ama yine de bir Müslüman mabedinin içinde yer alan, onu yükselten ve ayakta tutan temel direklerin birinin pagan mabedinden, diğerinin Roma'ya uzun yıllar kök söktüren Kartaca Devleti'nden oluşu bir miktar şaşırtıcı değil midir? Bir yanım, bundan doğal ne olabilir ki, derken, diğer yanım hayret etmeden duramıyor.
- Hatta bugün yapılan bir caminin inşaatında Anadolu'daki antik Pers, Roma, Hitit veya Sümer tapınaklarından taşlar kullanılması fikriyle kıyaslandığında az bile şaşırdığımı söyleyebilirim.
O halde bu kuşatma, içine alma, sindirme eylemini yorumlarken bu eylemleri gerçekleştirenleri düşünüp meşrebimizi zorlayarak mı bir yere varıyoruz – ya da tarihçilerin çok sevdiği biçimiyle söylersem, teleolojik bir kurguya mı yöneliyoruz? Sormamız gereken soru kendini belli ediyor belki: Her şeyi içine katmayı "başarabilen" bu kültür, temel dayanaklarını nereden alıyordu? Yoksa soruyu yanlış şekilde mi soruyoruz, tüm bunlar içindekilerle uyumlu bir şekilde yaşayan bir kültürün yansıması mı sadece? Klasik İslam metinlerini okuyanlar çok sayıda çelişki ile karşılaştığını düşünür, hele ki okuma yelpazesini fıkıhtan kelama, tefsirden tasavvufa doğru açıyorlarsa. Kelamın norm belirdiği bir mevzu, tasavvuf için ihmal edilebilir bir başlıktır sözgelimi.
İlk bakışta, Batılı bir göz bu "çelişki"lerin çözüme kavuşturulmasında, İslam kültürlerinin başarısız olduğunu düşünebilir ancak daha içeriden, dönemsel bir yorumla zaten bunların farkında olunduğu ancak çözme gayretine girilmemiş olduğu fark edilebilir. Ne demektir peki bu? Farklı normların yan yana durabildiği, tıpkı hayatın belirsizlikleri ve çok anlamlılığı karşısında alınan rahat tutum gibi, bir kültürel zihniyet. Sorgulanamaz bir hakikat yerine, "muhtemel"in peşinde olmak. Sözünü ettiğim yaklaşımın izlerini metinler üzerinden takip edebilmek mümkün. Yazım geleneğinde uzun yıllar devam eden şerh ve haşiye meselesi (bu konuda daha ayrıntılı mâlumat için bkz. İlim Bilmez Tarih Hatırlamaz) göze çarpan örneği nitekim. Temel bir metnin yorumlanma pratiğinde açıklama yani anlamı tek bir noktaya indirgeme yerine yorumlama yani metnin olası tüm alternatif okuma biçimlerini de içermesi yolu gözetilmiş.
Sormamız gereken soru kendini belli ediyor belki: Her şeyi içine katmayı "başarabilen" bu kültür, temel dayanaklarını nereden alıyordu? Yoksa soruyu yanlış şekilde mi soruyoruz, tüm bunlar içindekilerle uyumlu bir şekilde yaşayan bir kültürün yansıması mı sadece?
Bu projeksiyonun kaynağına gittiğimizde Kur'an metninin yorumlanması olarak tanımlayabileceğimiz tefsiri buluruz. İlk dönem tefsircilerden başlayarak, ortaya koydukları eserlerde "çokanlamlılık" kendini belli eder. İslam âlimleri, dogmatik bir şekilde daralmaktan çok uzak bir tutumla, belirli bir yorumu tek geçerli yorum saymak yerine, metindeki bir yerin bütün yorum tayfını kavramaya çaba gösteren bir Kur'an tefsir yöntemi geliştirmişlerdi. Böylesi geniş bir yorumlama alanı söz konusuyken, neredeyse birkaç yüzyıl önce başlayan, Kur'an'ın tercüme edilmesine de tereddütle yaklaşmış olmaları şaşırtıcı olmasa gerek. Zira tercüme, doğası gereği tek bir anlamı ister, orijindeki renk tayfını gösteremeyecektir. Alternatif yorumların varlığını reddeden, metni veya olguyu tektip bir düşünce modeli etrafında geniş çaplı bir biçimde şekillendiren modernizm olmuştur ilk elde.
Daha temelde kazıya devam etsek Kartezyen mantık ile karşılaşırız – varlık ikili karşıtlıklar içinde yorumlanır, bir şey ya "o"dur veya "öteki". Ki bu tutumun, hiçbir zaman nihai amacı açık seçik bir kesinlik arayışı içinde olmayan bir okuma biçimiyle uyuşabilmesi söz konusu olmayacaktır. Bu yorum biçimini kullanan Aydınlanma kafasının ürettiği Şarkiyatçı metinlerin ortaya koyduğu Doğu ise ya çelişik ya çarpık veyahut da gerçeğin yalnız bir yönünü yansıtacak bir yaklaşımla ele alınacaktı. Garip olan buraya kadar betimlediğimiz süreç değil bana kalırsa. Asıl sorun bu Şarkiyatçı metinlere karşı yazılan risaleciklerde "Biz öyle değiliz, biz böyleyiz" diyerek kaleme alınan cevaplar. Bu risaleciklerin öne çıkan özelliklerinden ilki, belki de ilk defa Doğulu toplumların kendini bir bütün olarak tanımladığı metinler olmasıdır. "Garip" olan tam da burada devreye girer; "ne olmadığımız" hakkında verilen bu cevaplar, aslında modern mantığı da tümüyle devralmış durumdadır.
Şöyle de denebilir: İslam kültürleri, modernleşme süreçlerini müphemliği tahrip eden bir süreç olarak deneyimlediler – modernizmin İslam dünyasındaki bir bireyi sürüklediği "zihinsel çatlak" – "hakiki köklere" ulaşıp, onu yegâne unsur, yaşama biçimi ve anlam dizgesi olarak almaya çalışmak – bizi "hakiki" geleneğe değil, modern Batılı düşünme biçimleriyle uyumluluğunu kanıtlama mecburiyetinde davranan, tam da bu nedenle kendi geleneğini feda etmeye yol açan bir ideolojiye vardırmıştır. Zihinsel yarılma tam olarak burada başlar, bu kapatılamayacak bir düşünce gediğidir. Mesela, İslam dünyasının ve Kur'an metninin bilime karşı olduğu argümanına karşılık, bilim/ilim bütünleşmesi fikrine gidilir, bilimsel çalışmalar ayetlerle desteklenmeye çalışılarak ilim hiyerarşisi alt üst edilir. Bu yazım tarzı neredeyse bir gelenek olarak uzun yıllar devam eder. Bugüne kadar taranıp önümüze konan İslamcı literatür bunun en somut göstergelerinden, arzu eden raflardan indirip yeniden kat edebilir.
- Lakin farkında olmadığımız bir şey vardır: Cevap verilmeye devam edilen özne, artık kendini eleştirmeye başlamış, kendiyle hesaplaşma kanallarını da kullanmaya başlamıştır.
Batı, kendi kökleri ve Aydınlanma ile ciddi bir hesaplaşma içine girişmiş, tüm bu süreçlerden postmodern gerçekliği ortaya çıkarmıştır. Artık "çelişik" olan çokanlamlı, "tahammül" çoğulcu olmuştur. Akışı daha fazla uzatmadan sorularla bitirelim: Peki, bir caminin taşıyıcı sütununu pagan mabetlerinden alabilen bu kültürden geriye neler kaldı? Devraldığımız bu miras bizi nereye götürüyor? Olası bütün yorumları içerecek o "müphem" alana yeniden dönebilmek, bugünün imkânlarıyla ulaşabilmek mümkün mü?
Son cümle bu yazı boyunca etrafında dönüp durduğum Thomas Bauer'in Müphemlik Kültürü ve İslâm kitabından olsun, belki bir ümit niyetine: "Bauman'ın [bütün kitaplarında öne çıkarttığı] postmodernliği geleceğe dair bir umuttur, İslam dünyasının müphemliğe hoşgörülü modern öncesi çağı ise gerçeklikti."