Ariflerin satrancı
Kader gayrete âşıktır, derler. Ben fırındançıkınca Aysel giriyor dükkâna. Ekmekalma bahanesiyle Haydar’la saatlercekonuşuyorlar. Hatta İrfan abi bile dükkânagirince fark etmiyorlar onu. Her şey okadar hızlı oluyor ki inanılır gibi değil.Yazan kâtip böyle yazmış yazıyı. Hızlıcaevleniyorlar. Sonra ver elini Milli Görüşteşkilatları sayesinde Almanya.
Soğuk ciğerlerimize işliyor. Haydar’a bir anda yaşlanmışım gibi hissediyorum lan diyorum. Haydar bana dönüp kızıyor sadece ve ağzından düşürmediği piposunu düzeltip yine aynı sert türküyü söylüyor, “Deniz üstü köpürür rinna rinna nay.”
Bizi diyorum, buradan bir gemi alıp şimdi palamut avına çıkartmalı ve bir daha geri getirmemeli. Bir iç denizde yaşadığımızı unutuyorsun diyor Haydar, tam da bunun için bizim tek denizimiz Karadeniz’dir, Türklerin tek denizi. O sıra bir sigara yakıp geçmişin upuzun koridorlarına doğru üfl üyorum püf püf. Uzaktan bir taka geçiyor, belli ki lendonoz avından dönüyor. Bize selam çakıyor ışıldağıyla. Haydar karanlığın en geçimsiz azizi olarak selamlıyor takayı, lendonozları, Türk denizini, geçmişimizi, ortak aşklarımızı, içtiğimiz puslu çayları, girdiğimiz kalaylı kavgaları.
Evi barkı yoktu, fırında yatıp kalkardı. Babası ve annesi çok küçükken bir kazada ölmüş Haydar’ın, kardeşiyle birlikte yetiştirme yurtlarında büyümüşler, kardeşi asker olmayı seçmiş o ise hayata tutunabilmek için her işe girip çıkmış.
İrfan abinin fırınında çalışıyor Haydar. Uzun yıllar boyunca siyaset okudu ama nafi le bir türlü bitiremedi okulu. O da bildiği tek işe döndü, fırıncılığa. Mahallede herkes onunla siyaset bilen fırıncı diye dalga geçerken, o biraz da pişen ekmekle birlikte kendi ruhunu da pişirmeye çalıştı. Sürekli teori kitapları okurdu, içerde ekmekler cızırdarken. İrfan abi bir köşede geceleri uyuklarken, hamuru karıştırır ve muhakkak gecenin içine sakin ama alevli türküler yuvarlardı. Herkes korkardı biraz da Haydar’dan.
Evi barkı yoktu, fırında yatıp kalkardı. Babası ve annesi çok küçükken bir kazada ölmüş Haydar’ın, kardeşiyle birlikte yetiştirme yurtlarında büyümüşler, kardeşi asker olmayı seçmiş o ise hayata tutunabilmek için her işe girip çıkmış. Siyasalda okurken geceleri araba yıkama servislerinde çalışmış. Bu yüzden uykuyu da yenmiş. Çok uzun yıllar boyunca üç saat uyumaya alıştırmış bünyesini. İlk derin uykumu ne zaman uyuduğumu anımsamıyorum Zindan, derdi. Yetiştirmeye düşünce bitmiş o iş. Dile kolay beş yaşında anasız babasız kalmış, kardeşi de üç yaşında. Akraba falan var ama fındık bahçesini bölerler diye bu iki yetime sahip çıkmamışlar. Üniversitede araba yıkama işi patlayınca İrfan abi yardım etmiş buna. Babasının eski arkadaşı imiş. İrfan abinin yanında da fırıncılığı kapmış seninki. O ekmeklerle birlikte teker teker yandım ve piştim ben derdi, o yüzden hangi dünyanın hangi derdi beni yakacak merak ederim. Tam da böyle biriydi Haydar, onu dünyada yakacak bir ateş daha yaratılmış değildi bence de.
Partinin gençlik kollarına girdiğimde tanıştık onunla. En arka köşede oturur sürekli susardı ve duvarlara bakıp, duvarların da ötesinde bir yeri keserdi. Afi ş asma günlerinde en önde koşardı. En yüksek yerlere tırmanır, en civcivli olaylarda önde bir komutan gibi cenk ederdi. Bir gözü görmezdi, ama gören tek gözüyle Muazzez Turing’den Ağlama Ceylan Balası türküsünü muhteşem bir hafi fl ikle söylerdi. Nerede bir iş var orada Haydar’ı görürdünüz. Bir arkadaşın evi mi taşınacak, bir fakire yardım mı edilecek, bir kardeş için birileri mi pataklanacak hep Haydar, daim Haydar, yine Haydar. Böyle böyle alengirli süreçlerden geçtik onunla. Ben kaderin cilvesiyle şehirden gittiğimde de hep haberleştik. Sürekli yanımda hissettim, merhum türkülerini ve kalp kapakçığı delen saçma atan tüfek gibi sözlerini.
Samantaş’ta oturuyoruz, Fazilet yeni kapanmış ve yeni bir partinin kurulacağından bahsediliyor. Gizliden gizliye teşkilat oluşturulmaya çalışılıyor. Gelenekçiler ve yenilikçiler diye iki fırkaya bölünmüş Milli Görüşçüler. Bunları hiç tartışmıyor Haydar, doğal olarak safını gelenekçilerden yana çiziyor. Çünkü tüm gedikliler gelenekçi, çünkü tüm yenilmişler ve hayat acemileri gelenekçi, çünkü az adamla çok iş başarmaya gönüllü adamlar gelenekçi. Ya yenilikçiler… Ben ağzımdan geleni söylerken Haydar susturuyor beni, boş ver Zindan, diyor bir işaret fi şeği de sen olma, boş ver. Allah’ın bir bildiği var ve biz bilgisiz insanlar o bilginin içinde kendi oyunumuzu oynuyoruz. Bizimkisi bir tür Satrancı Urefa, yani Ariflerin Satrancı. Ben arif değilim ki diyorum Haydar’a. Olsun diyor Haydar, arif değilsen de zarlar elinde ve zarlardan altıyı atarak oyuna başlayabilirsin. Parti kuruluyor ve ilk kurucu ekipte altı kişi var. Tesadüfe bak diyorum Haydar’a. 101 basamak daha var diyor arif dostum ve sayıyor bazı basamaklardaki bazı kelimeleri: Visal, kaza, halet, bâd-ı aşk, mürüvvet, hal, maksud, aşk-ı hakiki, rağbet, iftihar, gurur…
İslamoğlu amca ve diğer gedikliler teşkilat binasını tutuyorlar. Tabela işi bize kalıyor Haydar’la. Hayatımda hiç tabela yazmamış olsam da, İslamoğlu amcaya göre partinin tabelasını namazsız niyazsız biri yazmamalı. Şehirde de öyle bir tabelacı yok. Selami abiyi buluyoruz, gençliğinde Büyük Doğu’da karikatür çizdiği için o bir şekilde bu işlerden anlar diyoruz. Kolay diyor Selami abi, ben size bir şablon çizeyim siz üstünü bantlayın ve boyayın.
Sadullah abinin sanayideki dükkanının çekme katında başlıyoruz işe. Kimse görmeden ve duymadan yapmamız lazım tabelayı. Dünyanın en gizli işine bulaştığımızı bildiğimiz için tedirginiz. Ben diyor, Haydar, kendimi sanki Arifl erin Satrancı levhasını hazırlar gibi hissediyorum. Bu tabelaya bunu yazamayacağımıza göre en azından tabelanın arkasına visalden başlayarak arifl erin satrancındaki kelimeleri yazalım diye kararlaştırıyoruz. Bize göre müthiş bir fi kir. Çünkü dışarıdan bakanlar parti tabelasını görecek, içeriden bakan bizler de arifl erin satrancındaki kelimeleri… Ve böylece partide olmamız başka bir anlam kazanacak ve gönül aynamıza sesleneceğiz kendimizce.
- Beş gün geçiyor ve tabela bir şekilde çıkıyor ortaya. İki defa bozup yeniden boyuyoruz. Bir keresinde S harfi komünizmaların orak çekicini andırıyor, bir keresinde de T harfini haç gibi çizdiğimiz için. Benim uykulu olduğum gecelerde de Haydar tabelanın arkasını dolduruyor.
Uyandığımda şaşkınım. Sanayi Sitesi’ndeki dükkânın üst katında dört gece geceledikten sonra muhteşem eserimiz ortaya çıkıyor. Önü Saadet Partisi’nin tabelası, arkası Arifl erin Satrancı tahtası. Zaman gelip geçiyor ve Milli Görüş bir cephe daha kazanıyor şükür ki, önce partinin tabelası asılıyor Meydan’daki büronun ön tarafına. Kendi aramızda bir tören düzenliyoruz. Dualar okunuyor, bismillahlarla tabela yerine yerleştiriliyor. Önü de resmi işlemler sonuçlanmadan dışarıdan görünmesin diye bir branda çekiyoruz. Dışarıya çıkıp tabelaya bakıyoruz Haydar’la. Dostum piposuna kuzey ormanlarının tütününü katık ederken ben bir Samsun 216 yakıyorum. O ara Haydar, Küçelere Su Serpmişim türküsünü mırıldanıyor. Hafi ften bir soprano tınısı sürüyor sesine, ben ona baldıran gibi diyorum. Ulan diyorum Haydar’a, hayatımızda politikanın alası var ama aşk yok ulan.
Tabii bunu bile bile sokuşturuyorum araya. Çünkü Haydar, İrfan abinin fırınının yanında çalışan konfeksiyoncu kıza yanık. Hem de ne yanıklık. Ama bana anlatamıyor bir türlü. Zindan, sen kuzeyli bir ulusun anlatmama ne gerek var anlamışsındır zaten diyor. Anlıyorum tabii. Çaylar konfeksiyoncu açıldığından beri daha bir puslu. Türküler daha bir pasaklı. Bakışlar daha bir sükunete yeminli bir idamlının gözleri.
Konfeksiyoncu kızın adı Aysel. Aysel böylece bir şiirden kaçıp gelmiş gibi oluyor. Haydar’ın masalına fi rar ederken, kendi adının yeniden tanımlanacağını biliyor elbette ya da bilmiyor. Haydar’ın fırının arkasında bir odası var. Odanın içinde de bir testi. Bana bile okutmadığı şiirlerini ve göndermediği mektuplarını o testinin içine atıyor. Hz. Pir Rumi’nin “Testi içindekini sızdırır” sözünü akılda tutarak bana göstermesi için testiden sızacak kadar kaliteli olması gerektiğini söylüyor yazdıklarının. Aysel’e yazılmış mektuplar da o testinin içinde. Gece sabaha karşı fırındayız. 42 numaralı çayın olduğu çaydanlık fırının içinde kabukların arasında cızır cızır edip demleniyor. İrfan abi hamuru yoğurup gitmiş. Sabaha karşı ekmekleri ve susamsız simitleri pekmeze yatırıp fırına sürdük.
- Bir yandan ekmekler pişerken çay içiyoruz, öte yandan radyoda “Gemilerin sereni/Tanımadum geleni/ Acap nereye korlar/Sevdalıktan öleni” türküsü yoğun bir efkâr bulutunun ortasından çağlayan yağmur gibi dökülüyor üzerimize.
Ekmekler bitince gidiyorum fırından. Kader gayrete âşıktır, derler. Ben fırından çıkınca Aysel giriyor dükkâna. Ekmek alma bahanesiyle Haydar’la saatlerce konuşuyorlar. Hatta İrfan abi bile dükkâna girince fark etmiyorlar onu. Her şey o kadar hızlı oluyor ki inanılır gibi değil. Yazan kâtip böyle yazmış yazıyı. Hızlıca evleniyorlar. Sonra ver elini Milli Görüş teşkilatları sayesinde Almanya. Aysel hafızlık okumuş. Oradaki teşkilatlardan birinde Kur’an hocalığı yapıyor. Haydar desen Berlin’e Arifl erin Fırını’nı açıyor. Bayramda seyranda mektup yazıyor artık bana, zarfın arasından da muhakkak fırının fotoğrafl arı çıkıyor.
Bense yeni partimizin içinde yaşlanmış bir yalnızlık içindeyim. Sevinçliyim ama içimde coşku yok. Her yanım masaları toplanmış çocuk parkına benziyor. Sanki az önce müthiş bir coşku varmış da, o coşkudan geriye işte bu toplanmış masalar ve sandalyeler kalmış gibi. Tabelaya bakıyorum, ârifl erin satrancına çalışıyorum birazcık. Birazcık aşk, birazcık tutarsızlık, birazcık kaybediş, az biraz kazanış. Hikâyelerimi de bavuluma doldurup buralardan gitmem lazım diyorum.