Ubeydullah Efendi’nin keşfi
Evden çıktığında bir müddet yürüdüğü o küçümen, o daracık sokaktaki iki sıra kavak ağacı, o geçtiğinde hafiften eğilerek selamlıyorlardı Ubeydullah Efendi’yi. Sonra da selamünaleyküm. Ne demeliydi bilmeden selamlarını alıyordu ağaçların. Önce bodur kavak eğiliyordu, ardından birazcık daha uzun olanı. Garip sesleri vardı doğrusu. Hani sıradan insanlardan birine anlatmaya kalksa, dünyadaki bilindik sesler arasından hangisini örnek vererek anlatırdı bilmiyordu.
Ubeydullah Efendi’nin keşfi açılmıştı.
Virdini okurken sesler duyuyordu artık. Derinden gelen gıcırtılar. Hafif cızırtılar... Seslerin arasına bir de gördükleri ekleniyordu tabii. Misal gökyüzüne bakamıyordu korkudan. Her bulutun yanında bir de ayetleri görüyordu.
Bazıları kocaman kocaman, bazıları da kısa aralıklarla yazılmış sureler. Sonra neşideler. Ağaçların şarkıları ve sesleri. Evden çıktığında bir müddet yürüdüğü o küçümen, o daracık sokaktaki iki sıra kavak ağacı, o geçtiğinde hafiften eğilerek selamlıyorlardı Ubeydullah Efendi’yi. Sonra da selamünaleyküm. Ne demeliydi bilmeden selamlarını alıyordu ağaçların. Önce bodur kavak eğiliyordu, ardından birazcık daha uzun olanı. Garip sesleri vardı doğrusu.
Sır aleminin işleri gerçekten de karmakarışıktı. Üstelik beyni de zorlanıyordu yeni hayat şekline. Doğduğundan beridir tanıdığı her canlının önce sesi değişmiş, hepsi bir şekilde nevi şahsına münhasır bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
Hani sıradan insanlardan birine anlatmaya kalksa, dünyadaki bilindik sesler arasından hangisini örnek vererek anlatırdı bilmiyordu. Öyle masallardaki, Yüzüklerin Efendisi tarzı kitaplarda anlatıldığı gibi korkunç değildi ağaçların konuştuklarında çıkarttıkları ses. Ama insan sesine de benzemiyordu.
Sonra çöp kutusunun hemen yanında bekleşen tekir kedi. Bir sürü sırrı paldır küldür anlatıyordu Ubeydullah Efendi sokaktan geçerken. Resmen hayvanlar arasında ajanlığa en yakın canlıydı bu kedi. Hiç ama hiç şaşırmadı bu duruma. Kedileri eskiden beri severdi tamam da ajanlık nereden çıkmıştı.
Sır aleminin işleri gerçekten de karmakarışıktı. Üstelik beyni de zorlanıyordu yeni hayat şekline. Doğduğundan beridir tanıdığı her canlının önce sesi değişmiş, hepsi bir şekilde nevi şahsına münhasır bir şekilde konuşmaya başlamıştı. Beynindeki çekmecelerin hızla açılıp hızla kapandığını duyar gibi oluyordu. Çat pat sesleri arasında yer değiştiriyordu bilinenler. Köpekler havlamıyordu artık kısa aralıklarla konuşuyorlardı. Kargalarla tarihin gizli köşelerini adımlıyor, bilmediklerini öğreniyor, özellikle güvercinlerden görevli meleklerin geçişi sırasında dünyaya sarkıtılan sütunların nasıl sarsılır gibi sallandığını öğreniyordu. Bu sarsıntıların küçük bir kısmını duyabiliyordu Ubeydullah Efendi. Bazen yakınında birinin öldüğünü o en büyük meleklerden birinin gelişinde çıkardığı insanı korkutan sarsıntıdan anlıyordu. Biz insancıklar için savaş uçaklarının çok alçaktan geçişine benziyordu ses. Ardından durup dururken dua ediyordu. “Allah’ım sen koru bizi” diyor ya da “Allah” diye sesini azıcık yükselterek bağırıyordu. Etrafında torunları falan varsa dedelerinin böyle birden “Allah” diye bağırmasına gülüyorlardı. O da torunlarına gülümsüyor, “hay hay hay” zikrini bir sola bir sağa yıkıla yıkıla tekrar ediyordu.
Ubeydullah Efendi’nin en zorlandığı zamanlar eve tanımadığı birilerinin gelmesi durumuydu. Kendi evinde olduğu için gözlerini yeni tanıdığı kişiden de alamıyordu yanlış anlaşılmasın diye. Eğer karşısındaki münafık biriyse çok pis bir koku alıyordu daha o kişi eve girmeden. Sonra da karşısındaki kişinin nefs hayvanını görüyordu. Çok büyük günahkârların hayvanları da bir o kadar pis kokuyorlardı. Arkalarından sürüne sürüne geliyordu ağırlıkları. Mitolojik hikâyelerdeki büyük kuyruklu, salyalı canlılardı bunlar. Güneşli havalarda görünen gölgeler gibiydi.
- Ubeydullah Efendi karşısındaki kişiye gördükleri karşısında en ufak bir şaşkınlığı bile hissettirmiyordu. Hatta daha da nazik davranıyordu içinden dua ederek. Zor oluyordu ama dayanmak zorundaydı. Şeriat bunu gerektirirdi çünkü.
Namaza gidip gelirken kullandığı sokakta da durum farklı değildi. Kokular olduğu gibi duruyordu. Namazı kıldıktan sonra bazen insanları kıramıyor kahveye uğrayıp bir çay içiyor, bir sigara tellendiriyordu. Fazla duramıyordu kahvede de. Çok konuşmadan kalkıp eve yürüyordu yine. Evleri tarihi bir semtte olduğu için bazen turistler de geçiyordu sokaktan. Onların nefs hayvanları birazcık farklıydı. Bazısı gerçekten çok büyüktü. O zaman yolunu değiştirmek zorunda kalıyordu. Bir gün garip bir şey olmuştu. Bir turist yolunu kesmiş, heyecanla bir şeyler sormak için Ubeydullah Efendi’yi durdurmuştu. Kafasını kaldırıp adama baktı. Şaştı kaldı. Şaşkınlığı, karşısındakinin dilini anlamamasından kaynaklı değildi, nefs hayvanı görünmüyordu. Çok güzeldi yüzü. Yeni yaratılmış gibiydi. Çat pat anlaşmaya çalıştılar. Sarayın yerini tarif etmeye çabaladı Ubeydullah Efendi. Turist giderken arkasından bakakaldı. Daha yeni Müslüman olduğunu peşini takip eden varlıklardan anladı.
Ubeydullah Efendi’nin en rahat ettiği yer tekkesiydi. Binanın kapısından girer girmez rahat ederdi. Keşfi yalnız burada kapanırdı.
Çünkü Efendisinin cemal celal dengesi gereği, ona yaklaştıkça her şey susuyordu. Çok derinden gelen o tıkırtıların hepsi kesiliyordu. Bütün renklerin yanına kocaman kocaman beyazlar ekleniyordu. Hele karşılaştıklarında... Mükemmel bir mutluluk haliydi. Envai çeşit koku duyuyordu. Fulya ve gül kokuları. Sümbüller ve erguvanlar. Derinden, inceden gürül gürül kokuyorlardı. Efendisi bazen bir kanal açıp onlarca kişinin içinde sadece ona sesleniyordu. Tüm sesler duruyor ve kalp kalbe sohbet ediyorlardı. Bazen de diğer babalarla birlikte yine onlarca kişinin arasında pek munis bir sohbete dalıyorlardı. Dışarıdan görenler sustuklarını zannederlerdi elbette. Ama onlar öyle şeyleri konuşuyorlardı ki, biz sıradan insanlar duysak dilimizi yutarız. Eskisi gibi katılamasa da, usul gecesinde zikri uzaktan izliyor, oturduğu yerden nice hallere girip çıkıyordu. Kalbinin tam ortasında üzerinde “La İlahe İllallah” yazan biz sıradan insanların gönül olarak bildiğimiz noktanın ortası bazen bir elma büyüklüğünde oluyordu Ubeydullah Efendi “Allah” derken. Bu yüzden gençlerin yanına oturmuyordu zikir esnasında, görürler de korkarlar diye.
Usul gecelerinin bitiminde bazen oğlu, bazen de tekkeden birileri eve getirirdi Ubeydullah Efendi’yi. Arabayla eve giderken tespihine yapışır, camdan dışarıya bakmamaya çalışırdı. Yalnızca 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nden geçerken Sultanahmet Camii ve Ayasofya’nın minarelerine bakardı. Ah biz sıradan insanlar, gökyüzünün o parçasının üzerinde yazanları okuyabilseydik. Araba gişelere doğru yaklaşırken, uçtan uca Süleymaniye de parça parça görünür olursa ne ala. Onlara hüzünlü bir selam gönderir tekrar tespihine gömülürdü.
Ubeydullah Efendi’nin uykuları da apayrı bahis. Kiminde kıtalar aşar gizli görüşmelere katılırdı. Ariflerden oluşan topluluğun gizemli görevleri... Bazı sabahlar çok asabi olurdu gördükleri karşısında. Bizim rüya dediğimiz hallerin çok üstünde meselelerdi. Asabi olduğu sabahlarda namaza durur, uzun upuzun rekâtlar boyunca huzurda bekleyip gördüklerini unutmaya çabalardı. Öğleye doğru da kahvesini içerken, bir sigara yakar ve gündelik haline yeniden kavuşurdu. Bazı sabahlar da çevresindeki herkese neşe saçacak kadar ondan taşan ve saçılan bir mutluluk haliyle kaplanırdı. Çünkü O’nu görürdü rüyasında. Burası tabii ki bize kapalı.
- Ubeydullah Efendi bir sabah emaneti teslim zamanının geldiğini anladı. Hatun anneyi yanına çağırıp çeyizinin hazır olup olmadığını sordu. Çok ağladı hatun anne, her şeyi anladı ama emir büyük yerden. Evden çıkıp bakkala çakkala borcu var mı yok mu sordu soruşturdu. Oğlu ve kızını arayıp konuştu ve telefona torunlarını isteyip uzaktan sevdi bir kez daha onları.
Son kez görmek istemedi, yapamam diye geçirdi içinden; “Torunlarımı dünya gözüyle son kez görürsem şefkat ağır basabilir.” Akşam tekkeye vardı. Efendisinin huzuruna çıktı. Her şeyi biliyordu hazret. “Yolculuğun güzel geçer inşallah” dedi Efendi. Bazı sırları anlattı. Arkadaşlarına ve silsilenin ileri gelenlerine söylenecek emanetleri sıraladı kulağına. Alnından öptü Ubeydullah Efendi’yi. Odadan dışarı çıkar çıkmaz diğer babaların yanına uğradı. Yalnız devresi Hacı İzzet Efendi ağlamaklı oldu biraz, zor teselli etti. Ubeydullah Efendiyle aynı gün yola bağlanmışlardı. Yapısı gereği daha sessiz biriydi İzzet Efendi.
Ubeydullah Efendiyle aynı kapıdan çıksalar önce ona yol verirdi. Şimdi de öyle olmuştu. Önce Ubeydullah Efendi çıkacaktı yolculuğa.
Sabah namazını kıldı.
Namazı bitirdiği anda tüm evren bir anda sessizliğe gömüldü.
Sağına ve soluna baktı.
Oradaydılar.
“Ve aleykümselam” dedi.