Amca, başardık!
Şurası kesin, balkanlardaki en büyük zulüm ve en ağır baskı-yıldırma politikaları hiçbir etnisite farkı gözetmeksizin mütemadiyen Müslümanlara uygulanıyordu. Müslümanlık bir kimlik olarak balkanlarda nefretin odağında olmak için gayet yeterli bir sebepti.
1918’de kurulan Sırp-Hırvat-Sloven Krallığı’nın; devam eden yıllarda önce Yugoslavya Krallığı’na (1929), sonrasında ise Tito ve Partizanlar önderliğindeki Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti’ne (1963) dönüşmüş olmasının konuşulacak tek tarafı, Sırpların bu çoklu koalisyonun hem baskın unsuru, hem de mutlak sahibi olmasının anlamı üzerinedir.
Mareşal Tito’nun demir yumruğu altında zorunlu olarak yaşayan 7 uyumsuz kardeşin trajik hikâyesi, uzun yıllar boyunca bu evin mirasına ‘ağabey’ konumuyla talip olan Sırpların ağır ve acımasız zulüm politikalarıyla hatırlanacaktı. Evet, belki bir Stalin değildi ama Tito’nun da hafife alınamayacak derecede baskı ve sertlik yanlısı tutumu, 7 kardeşli bu etnik koalisyonun Müslümanlarına tarifsiz acılar yaşatmıştı. Yugoslavya’nın o tanıdık hikâyesi aşağı-yukarı böyleydi. Aile içi şiddet ve kanlı bir ayrılık vakti.
Mareşal Tito’nun demir yumruğu altında zorunlu olarak yaşayan 7 uyumsuz kardeşin trajik hikâyesi, uzun yıllar boyunca bu evin mirasına ‘ağabey’ konumuyla talip olan Sırpların ağır ve acımasız zulüm politikalarıyla hatırlanacaktı.
Her yüce dağın bir zirvesi ve her görkemli günün de geceye kavuşan bir sonu olduğu muhakkaktı. O gün geldi ve ülkenin üzerinde dalgalanan yenilmez demir yumruk eridi. Ama bu ölüm beklenen bahara değil daha sert bir kışa sürükleyecekti ülkeyi. 1980 yılında Tito’nun zamansız gidişi; demokrasi-özgürlük-refah değil, daha çok kaos, çatışma, istikrarsızlık, ekonomik bunalım, sosyal buhran ve etnik ayrışma getirmişti Yugoslavya topraklarına. Etnik kibrit, alevine ulaşmak için barut barut geziyordu artık. Kendisini büyük kardeş değil Yugoslavya’nın mutlak sahibi sayan Sırbistan’ın başına ırkçı kasap Miloseviç’in gelmesiyle kanlı ayrılık senfonisi de en ağır makamdan, en uğursuz şekliyle çalmaya başladı.
Her yüce dağın bir zirvesi ve her görkemli günün de geceye kavuşan bir sonu olduğu muhakkaktı. O gün geldi ve ülkenin üzerinde dalgalanan yenilmez demir yumruk eridi. Ama bu ölüm beklenen bahara değil daha sert bir kışa sürükleyecekti ülkeyi.
Yuvadan nispeten kazasız-belasız biçimde ayrılmayı başaran ilk kardeş Slovenya’ydı. Aynı yıl bağımsızlık kararı alan Makedonya referandum marifetiyle, Hırvatistan da güçlü Alman desteğiyle ‘ayrılmayı’ başaracaktı bu huzursuz çatıdan. Kalan sağlar’dan ilki, yani küçük müslüman kardeş Bosna-Hersek’in 1992’deki ayrılma denemesi, Hırvat-Sırp işbirliğiyle önce açık bir işgal, sonrasında ise etnik temizliğe varan bir nefret taarruzuyla durdurulmak istenmişti. Cennetmekân Aliya İzzetbegoviç’in varlığıyla perçinlenen silahlı direniş, Avrupa’nın gözetimindeki aşağılık bir soykırım girişimiyle engellenmeye çalışılsa da, o bağımsızlık ateşi Bosna’yı da tutuşturmuş ve nihayetinde 1995 yılında imzalanan Dayton antlaşmasıyla mesele hitama erdirilmişti.
Hikâyenin bu kısmı, azgın Sırpların tahakkümüne direnen Boşnakların haysiyet mücadelesi olarak 90’ların hafıza kayıtlarında hatırı sayılır bir yere sahiptir malum. Aliya’nın, Kara Kuğular’ın, Tünel’in, Srebrenitsa’nın, Nasır Oriç’in, Dino Merlin’in, mavi kelebeklerin ve daha bi’dolu uzun hikâyenin kanlarıyla yeşermiş kızıl bir çiçekti bizim için Bosna. Ama ne Sırpların etnik temizlik hevesi, ne de o kanlı ayrılık hikâyesi 1995’te bitecek gibi değildi. Nitekim bitmedi de. Bosna kadar yakından tanığı olamadığımız başka bir hikâye daha vardı orda. Yine trajik ve yine kahraman soylu, yine aziz.
Kosova dağlarında Adem Yaşari destanı!
Şurası kesin, balkanlardaki en büyük zulüm ve en ağır baskı-yıldırma politikaları hiçbir etnisite farkı gözetmeksizin mütemadiyen Müslümanlara uygulanıyordu. Müslümanlık bir kimlik olarak balkanlarda nefretin odağında olmak için gayet yeterli bir sebepti. Sırpların o soykırım hevesinin, balkan Müslümanlarını Devlet-i Ali Osman’ın tebaası/kalıntısı olarak görmesiyle ilgili olduğu bir sır değil zaten.
- Bu bağlamda İslam parantezinin içinde olmadıkça -etnik temizliğe heveslenenler açısından- Arnavut, Türk, Boşnak, Kosovalı ya da Makedon olmanın kendi başına yekten bir anlamı olmadığını da söyleyebiliriz.
1995 sonrasındaki büyük hikâye, esas olarak 2008 yılında (2006’da 6. kardeş Karadağ da sessizce bağımsızlığını ilan etti) 7. kardeş olarak bağımsızlığını ilan eden Kosova Devleti’nin direniş destanını kapsıyor, bu kutlu destanı kanlarıyla yazan Âdemoğullarını da elbette. Bağımsız Kosova, Sırp zulmüme bayrak açan Adem Yaşari ve arkadaşlarını hiçbir zaman unutmadı. Amca’nın yani Adem Yaşari’nin doğum günü olan 28 Kasım, artık Kosova’nın da resmi doğum günü olarak kabul ediliyor.
Yerel Çetniklerle işbirliği yapan Sırp ordusu, Bosna-Hersek’te yaptığını eş zamanlı olarak Kosova’da da yapmak istiyordu. Bu sebeple uzun yıllardır taciz ettiği topraklara bu kez topyekûn bir saldırıya geçti. Müslümanların önünde iki seçenek vardı, ya evlerini, yurtlarını yani Kosova’yı terk edip göç edeceklerdi ya da kalıp canları pahasına kavgaya tutuşacaklardı. Gitmediler, gidemediler. Belki de tarihsel bir mecburiyetle ağır silahları olan tam donanımlı bir orduyla kavgaya tutuşmayı seçmişlerdi.
Yaşari ve silah arkadaşları, sivil Müslüman halka eziyet eden ve her geçen gün daha da azgınlaşan Sırp akınlarına karşı haysiyetlerini korumak için kurdukları Kosova Kurtuluş Ordusu’yla (UÇK); hiçbir değer, ilke tanımayan, asgari bir savaş ahlakına bile sahip olmayan, karanlık yüzlü düşmana haddini ve hududunu bildirmeyi başarmışlardı. Evet, tüm o zor şartlara ve türlü imkânsızlıklara karşın kahramandılar. Sırplara, baskın-sızma harekâtlarıyla verdirilen ağır kayıplar, UÇK’yı halkın gözünde iyiden iyiye efsaneleştirmişti. UÇK’nın başlattığı organize direniş hareketi kısa sürede ülke sathına yayıldı. Kosova’nın haysiyeti için genç-yaşlı eli silah tutan herkese açık çağrı yapılmıştı. Arnavut mücahit Şaban Bey’in oğlu, Osmanlının Son Akıncı Bey’i Adem Yaşari, haysiyetlerini korumak için yola çıktıklarını söylüyordu. ‘Amca’nın cesareti, küçük bir kıvılcımı ateş topuna döndürmek üzereydi. UÇK, Kosova’yı ellere vermeyecekti.
Alevler gecesi
Sırp ordusu, büyük bir direnişle karşılaşmadan kolaylıkla Kosova’ya gireceğini düşünüyordu. En başından beri konfederasyon içindeki Müslümanları kıyımdan geçirmeye yeminli olsalar da, Bosna’da Kara Kuğular’dan gerekli cevabı almışlardı. Kosova’ya da aynı hevesle saldırdılar. Zaten bu saldırı sonrasında geniş çaplı bir etnik temizliğe girişecekleri herkesin malumuydu. UÇK milislerinin, çetnik çeteleriyle desteklenmiş modern Sırp ordusuna Arnavut inadıyla geçit vermemesi, milis hareketin lider kadrosunu açık hedef haline getirmişti. Sırplar için artık tek yol ve tek hedef Adem Yaşari’ydi. Türkiye’deki Müslümanların başına 28 Şubat balyozunun indiği sıralarda, yani 1998 yılının ramazanında, bir sahur vakti gizlice köyündeki evine giden Yaşari’nin bulunduğu yeri öğrenen, 10 bin kişiden müteşekkil -dişlerinden kan damlayan- Sırp polis-ordu kuvvetleri, ailesiyle birlikte pusuya düşürdükleri Yaşari’nin evinin etrafını sarmışlardı.
- Teslim ol çağrısına haysiyetiyle cevap veren Yaşari, oğullarıyla birlikte yiğitçe bir mücadele ortaya koyarak; zehirli gaz, roket ve havan topuyla ölümüne saldıran düşmanla 3 gün - 3 gece boyunca ismine yakışacak şekilde kahramanca çarpıştı.
Uzun süren çatışma sırasında yakınlarda bulunan bir UÇK birliğinin yardıma gelme isteğini telsizden açık bir emirle reddetmişti Yaşari. Zorlu ve kanlı bir geceydi.
Karısının, evlatlarının ve yakın akrabalarının katledildiği bu aşağılık saldırıda, aralarında küçük yaşta çocukların da bulunduğu toplam 52 kişi şehitlik mertebesine ulaşmıştı. Sırp ordusu bu aşağılık katliamdan sonra artık her şeyin bittiğini, direnişin kırılacağını ve UÇK’nın dağılacağını düşünüyordu. Kosova düşmüştü onlara göre. Öyle olmadı tabi. Olamazdı. Bu alçak saldırı ve ağır sivil katliamı dalga dalga yayılan çok büyük bir infiale ve öfke patlamasına yol açarak, balkanların her bölgesinden eli silah tutan gençlerin UÇK’ya katılmasına yol açacaktı.
Kosovalı Arnavutlar, Milli Kahramanları Yaşari Amca’larının hatrı ve haysiyetine tutunarak, 1 yıl gibi kısa bir sürede silah ve sayıca güçlenerek Sırpları geri püskürtüp üstünlüğü ele geçirdiler.
Batılı savaş baronları, Boşnak ordusunun ilerlemeye başladığı anda çaldıkları ‘savaş bitti’ düdüğünün aynısını Kosova’da da çalarak, Sırbistan’ı vurur gibi yaparak, bu ‘mış’ karşılığında UÇK’yı silahsızlandıracaktılar. Evet, savaş bitmişti. Adem Yaşari’nin silah arkadaşları olan UÇK liderleri, yola sivil olarak siyaset sahnesinde devam ederek, kanla geri aldıkları ülkelerinin hayalini 2008 yılındaki bağımsızlık ilanıyla gerçekleştirdiler. Bütün o büyük resimler, küresel dengeler ve politik okumaların yanındaki buz gibi gerçek; Adem Yaşari’nin canı pahasına aziz bildiği vatanı. Kosovalıların bu haberi, ‘Amca’ unvanı verdikleri Yaşari’yi selamlayarak, balkonlarını, kalplerini ve sokaklarını süsleyen “Bac, u Kry / Amca başardık” afişleriyle karşılaması hiç sürpriz değildi elbette. Amca’yı kimse unutmadı! 7 Mart 1998’de özgür vatan toprakları için şehit olan 52 kişinin katledildiği Kosova’nın Prekaz köyündeki o kanlı ev ve 52 şehidin defnedildiği mezarlık, her yıl dualarla ve marşlarla binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Ve her yıl Yaşari ve yoldaşları için ‘Alevler Gecesi’ isimli bir anma töreni yapılıyor. Amca’nın şehit olmadan önce “Ama… Komutanım… Siz!” diyerek yardıma gelmek isteyen yakınlardaki UÇK birliğine telsizden söylediği son sözleri; "Korkmayın! Bu Adem'in ölümü değildir; ölüm anlıktır. Bu benim öleceğim gün değil bugün benim doğacağım gündür. Adem'in yaşamaya başladığı andır!"
Biterken Arif Viladi’nin ‘Ushtria Clirimtare Kosoves’ marşı çalıyordu…