Aklın kusuru ve kurtuluşu olarak unutuş
Bizi utancımızı unutmaya çalışırken utanılacak işler yapıp gene unutmaya çalışmaktan alıkoyacak biricik şey hatırlama kararlılığı. Yaşadığımız bir şeyi hatırlamak zorunda değiliz, bahsettiğimiz bir veri yığınından örülü dijital bir hafıza değil. Eylemlerimiz bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde, nedeni ve sonucu doğrudan görebildiğimiz, sınırlandırabildiğimiz ve açıklayabildiğimizde yaşam gayemizi unutmak mümkün değil.
"Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
"İnsan unutandır
Ve insan unutulmaya mahkum olandır." *
İnsan yaşadıklarını hikâyeleştirebilen, dokunduğu ne varsa bunu bir kurgu dahilinde hayatının bir köşesine koyabilen, dün ve bugün arasında zamanın geçişini hissederek kendinden bir köprü kurabilen yegân varlık.
Bir saksı ile dahi ünsiyet kurabilmek, bir pencere önüne dair aidiyet hissedebilmek insana has özellikler. Çocukluğumuza ait bir fotoğrafa bakıp "bu benmişim" diyebilmemizi, benin zamanla bir başkası oluşunu, fakat bu başkalığa rağmen ben olmayı koruyabilmemizi sağlayan, bizi zamanın pürüzlü ve zedeleyici yüzeyinden koruyan şey ise şüphesiz ki hatırlayış. Bu hatırlayış sayesinde bütüncül bir hikâye kuruyor, kendimizi bu hikâyede konumlandırılıyor ve zamanın acımasızlığına bir nebze direnip kendimize emniyetli bir saha inşa ediyoruz. Zamanı bu denli tehlikeli kılan içinde unutuşu barındırması.
İhanetimizin vebali ile yüzleşmenin külfetinden kaçmak için gene kendimizi bir unutuş denizine atıyoruz. Küçük Prens kitabındaki sarhoş olduğunu unutmak için kendini içkiye veren karakterden pek de bir farkımız yok aslında.
Unutuş denizinde bizi kaybolmaktan koruyan ise hatırlayışın bir geçmişe kanca takmış, sabit, nereden başladığımızı bize hatırlatacak limanı. Yerinde kalmanın yerinde saymakla ile eşdeğer tutulduğu günümüz toplumunda ise hatırlamak bir ayak bağı olarak görülüyor. Evimize dönüş yolunu bulabilmek için ekmek kırıntısı serptiğimiz yollardan, evsizliğin ve gezginliğin kutsandığı, her türlü toplumsal, sosyal, dinsel ve zihinsel bağdan azat edildiğimiz bir özgürlük kapanına kısıldık. İsmet Özel'in bahsettiği neyi kaybettiğimizi hatırlamak bahsi şöyle dursun kaybettiğimiz her ne varsa hepsini çoktan gözden çıkarmış, hatırlamayı arzulamayacak bir hafızasızlık içerisindeyiz. Peki, gün gelir de bir şeyleri hatırlama kararlılığına erişirsek neyi hatırlayacağımızı hatırlayabilecek miyiz? Dilimizin ucuna gelmeyen o kelimeyi hangi ikame kelime ile dile getirebileceğiz?
"Eğer neyi kaybettiğimizi biliyorsak o eksik olan şeyi bulmaya çabalamamız belki birçok zorluğu yenmemizi ve belki de birçok eziyete katlanmamızı, birçok tehlikeyi göğüslememizi gerektirecek. Bu elbet zor bir durum. Zor, fakat vahim değil. Vahim olan bir şeyin eksik olduğunu bilmek, bir şeyi aramak gerektiğini hissetmek ve giderek onu aramak; lâkin neyin eksik olduğundan, arayacağı şeyin ne olduğundan habersiz kalmaktır." diyor İsmet Özel. Yaşadığımız kolektif hafızasızlığın topluma sirayeti bir yana, insanın bu denli bir unutuş içerisinde olması kendine ihaneti. Ve kendine ihanet eden insan savunacak bir ilkesi kalmadığında oturup ihanetini savunmaya başlıyor. İhanetimizin vebali ile yüzleşmenin külfetinden kaçmak için gene kendimizi bir unutuş denizine atıyoruz. Küçük Prens kitabındaki sarhoş olduğunu unutmak için kendini içkiye veren karakterden pek de bir farkımız yok aslında:
" Sonraki gezegende bir ayyaş yaşıyordu. Küçük Prens orada çok az kaldı, ama yüreği sıkıntıyla doluydu ayrılırken.
Bir sürü boş ve dolu şişenin bulunduğu bir masada oturmakta olan ayyaşa, ‘Ne yapıyorsunuz burada?' diye sormuştu.
‘İçiyorum,' demişti ayyaş asık bir suratla.
‘Niye içiyorsunuz?' diye küçük Prens yine sormuştu,
‘Unutmak için,' diye yanıtlamıştı ayyaş.
Küçük Prens adamın hâline üzülerek, ‘Neyi unutmak için?' diye sormuştu bu kez de.
‘Utancımı,' demişti adam başını sallayarak.
‘Niçin utanıyorsunuz ki?' diye sormuştu küçük prens. Ona yardım etmek istiyordu.
İçtiğim için!' demişti adam. Sonra da yine eski sessizliğine gömülüvermişti. "
Ve kendine ihanet eden insan savunacak bir ilkesi kalmadığında oturup ihanetini savunmaya başlıyor.
Bizi utancımızı unutmaya çalışırken utanılacak işler yapıp gene unutmaya çalışmaktan alıkoyacak biricik şey hatırlama kararlılığı. Yaşadığımız bir şeyi hatırlamak zorunda değiliz, bahsettiğimiz bir veri yığınından örülü dijital bir hafıza değil. Eylemlerimiz bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde, nedeni ve sonucu doğrudan görebildiğimiz, sınırlandırabildiğimiz ve açıklayabildiğimizde yaşam gayemizi unutmak mümkün değil. Oysa bu silsile neden-neden zincirinden ibaret, bir sonucu olmayan, yalnızca yaşamak ve "hayat rengini sazendelik sanan yırtlaz kalabalığın" bir dişlisi olmaktan ibaret hâle geldiğinde kendimizi ancak bir dişli olarak tanımlayabilecek kadar tanıyoruz. Biri ismimizi soracak olsa önce bize ismi veren kişiye dönüp bakıyoruz. Ne istediğimiz sorulduğunda neleri isteme hakkımız olduğunu araştırmaya başlıyoruz. Ve neyi unuttuğumuz sorulduğunda cevabı çoktan unutmuş oluyoruz.
- Tüm bunlardan, kişisel ihanetimiz olan unutuştan, kolektif hafızasızlığın müsebbibi hatırlamama konforundan, velhasıl aklın kusuru olan unutuştan bağımsız bir başka unutuş daha var, aklın kurtuluşu olarak unutuş.
Kalpazanlar kitabında cinsel birliktelik için "uyku kadar tatlı bir unutuş" tabirini kullanıyor Andre Gide. Neyi unutuş ve neden tatlı bir unutuş? Kendine doğal bir unutuş bahşedilmiş olanlar ve unutmaktan mahrum / unutmaya muhtaç olanlar olarak ayırabiliriz insanları. Bilincini daima muhafaza edenler, parmak uçlarından inşa edilmiş, acıyı, kederi, geceyi her dokunuşta iliklerine dek hissedenler, mekânı ve zamanı etiyle, kanıyla yaşayanlar, ölümün soluğu ensesinde dolaşanlar olarak bilincin laneti ve bereketi ile kuşatılmış bir insan grubu var. Sanata dair kayda değer ne çıkmışsa bu gruptan çıkıyor.
Stefan Zweig'ın "kendileriyle savaşanlar" dediği bu grup için unutmak yer yer bir kurtuluş. Kendi ile savaşına ara veriş, kısa bir ateşkes. Kendisi ile bir savaş vermiş çoğu kişinin uyku problemi çekmesi de bir nebze bu yüzden, unutmayı becerememesinden. İnsanın bir an olsun kendi etinden sıyrılışı, ölüme karşı tuttuğu nöbete ara verip kendini müdafaa etmekten vazgeçişi, ellerin bir şeyi sıkı sıkı tutmaktan yorulup gevşeyişi, yaşadığı her saniyenin hesabını yine kendine veren bir insanın bir an için o hesap defterini kapatıp göğe gülümseyişi, acının analizinin terk edilişi ve sözcüklerin zamanı hızlandıramayışının kabullenilmesi. Unutuşun insana bahşettiği kısacık bir kurtuluş var. Ve bu unutuş kendinden esirgenen, daimi bir hatırlama ile lanetlenen insanlar da var. Aklın kurtuluşundan mahrum, daima hatırlamaya mahkûm.
Borges'in "Funes ve Sonsuz Bellek" isimli öyküsünde hiçbir şeyi unutmama ve her şeyi en ince ayrıntısına dek hatırlama kabiliyetine sahip Ireneo Funes karakteri şöyle diyor : "Tek başıma benim anılarım, dünya dünya olduğundan beri tüm insanların sahip olabileceklerinden daha çoktur. Benim düşlerim sizin uyanıklığınız gibidir… Benim belleğim bayım, bir çöp yığını gibidir." Böyle bir insan için unutuşun uyku kadar tatlı olduğu muhakkak. Ömrü boyunca yaşamı incecik bir kuş gibi içinde taşıyan, her şeyi tüm derinliği ile hissetmeye yazgılı dedem ömrünün son demlerinde alzheimer hastası oldu, "ben hepinizi çok özlüyorum ama özlediğimi unutuyorum" deyişi dün gibi aklımda. Dedemin unutuşu, aklının bu kusuru ölümden kurtuluşu oldu aslında. Ölümü bilmeden, ölmeyi hatırlamadan, kalbinin kuşları ile vedalaşmasına fırsat tanınmadan Allah onu unutuşun nimeti ile bezedi.
Unutuş meselesine bakışım bu nedenle iki türlü; neyi kaybettiğimizi hatırlamalı, ama ilerlemek ve olgunlaşmak için de unutmalıyız. Ancak bu şekilde ruhumuzdaki fazla yükü tahliye edip gerçekten taşımamız gerekenlerle yola devam edebiliriz. Ve ancak unuttuğumuz takdirde hatırlayabiliriz ve hatırladıkça tekrar unutabiliriz.
"Kadında günü, geceyi, sürmüş olanı, sonlanmış olanı hatırlıyor fakat kadının kendisini hatırlayamıyordu adam. Hatırlasaydı unuturdu." **
Dipnotlar:
*Didem Madak / ‘Ah'lar Ağacı
** M. Blanchot / Bekleyiş Unutuş