Bir kişilik inşası olarak mutluluk
Neşe varlığımızın tüm boşluklarını nedensiz ve sonuçsuz bir şekilde doldurur. Rainer Maria Rilke bir mektubunda bu farkı şöyle tanımlıyor: "Mutluluğun tersi vardır, mutsuzluktur bu, oysa sevincin tersi yoktur, işte bu nedenle sevinç duyguların en saf olanıdır, ruhun mihenk taşıdır."
- "Mutluluk kendi kendine yetenlerindir "
- (Eudemos'a Etik, VII, 2)
Muhayyilemizin temel besleyicisi masallar hep aynı sonla biter : "ve sonsuza dek mutlu yaşadılar." Çünkü anlatı kaostan, engellerden, mutsuzluktan, sıkıntıdan ibarettir. Mutluluk devreye girdiğinde ise anlatılacak değil ancak bizzat yaşanacak bir durum ortaya çıkar. Mutluluk bir sanat eserinde asla şeffaf bir şekilde anlatılamaz. Mutluluğu bir tasvir, bir ideal, bir kayıp cennet olarak hayatımız boyunca içimizde taşırız. Wilhelm Schmid mutsuzluğun etimolojik kökeninden bahsederken ortaçağın gelücke'sinden türeyen Glück( mutluluk) kelimesinin başlangıçta bir meselenin tesadüfen olumlu ya da olumsuz anlamda sonuca bağlanmasını tanımlandığını söyler, B.Chul Han ise Glück kelimesinin boşluk anlamındaki gelücke kelimesinden geldiğini ifade eder. Her hâlükârda mutluluk kendisini bir diktatörlük olarak diretmeden evvel bu denli mutlak bir anlam, erişilmesi zorunlu bir zirve gibi kabul edilmiyordu; yazgısal, tesadüfi ve yoruma açık bir anlam taşıyordu. Varolmanın dayanılmaz yükünü ölüm sırtlanır, ölüm varlığın basıncını çevreleyen bir direnç göstererek yaşamın dengesini kurar. Hayat anlamını bu kutupsallığın verdiği gerilim ile kazanır.
Oysa artık hepimizin biat ettiği mutlu olma zorunluluğu bu gerilimden rahatsız olmamıza, hayat hikâyemizi zedelenmiş hissetmemize neden oluyor. Anna Karenina romanının o meşhur giriş cümlesi şöyledir: "Mutlu aileler birbirine benzerler, her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır. " Mutsuzluğumuz, zayıflığımız, kırılganlığımız kendimize özgüdür. Mutsuzluk bu denli münhasır bir şeyken artık küresel düzlemde hepimiz aynı şablon mutluluğu yaşamaya çalışıyoruz. Bir formun içinde emniyetli bir yer bulduğumuzda, herkesin mutlu göründüğü bir dünyadan bize bir pay düştüğünde kendimizi mutlu kabul ediyor, üzerine bir de bu mutluluğu gösterme zorunluluğu hissediyoruz. Göründüğün kadar varsın mottosuyla varolan yeni dünya, bizi mutluluğunu gösteremiyorsan o hâlde mutsuzsun çukuruna itiyor. Mutlu olma, mutlu görünme stresi trajik bir şekilde insanı kısır bir mutsuzluk döngüsüne sokuyor. Mutsuzluğun modern bir hastalık olarak zuhur edişi, mutsuz yahut "modu düşük" insanı bir toplum artığı kılıyor. Doğal yollarla mutlu olamayan insan çareyi antidepresanlarda arıyor.
Lars von Trier'in bir röportajında dediği gibi "Mutluyum, çünkü prozac kullanıyorum." Oysa hepimiz bir mutsuzlukla yaratılmışız, öleceğini bilerek yaşıyor olmak bile bunun için yeterli bir sebep. Kaldı ki yaşamın ölüme muhtaç oluşu gibi muhtacız mutsuzluğa. Mutsuzluk çoğu kez, insanın üzerindeki ölü deriden sıyrılabilmesi için bir yoldur. Mutsuzluğun tetikleyici gücü sayesinde bir şeyleri değiştirebiliriz. Ancak mutsuz olursak mutlu olabiliriz. İkisi arasındaki dengeyi kurmak, geçmiş zamanda mutlu bir günümüzde çekilmiş aile fotoğrafımıza bakarken gözlerimizin yaşarması gibi bir sentez ile mümkün. Bu sentezi W.Schmid tabiriyle "Kemale ermenin mutluluğu" olarak tanımlayabiliriz. "Kemale ermenin mutluluğu nefes alıp veren bir mutluluktur, çünkü mutluluğun da nefes alıp verebilmesi gerekir. Hiçbir insan hep sadece nefes alamaz, yeniden nefes alabilmek için nefes vermelidir " Mutluluk ile benzer bir kavram olan neşe yahut sevinç ise doğası itibarıyla bir su kaynağı gibi fışkırır. Mutluluk çoğu defa beraberinde bu mutluluğun ne zamana dek devam edeceğine ilişkin bir endişe taşırken neşe, bir şiir gibi varoluşunu gene kendine dayandırır. Neşe varlığımızın tüm boşluklarını nedensiz ve sonuçsuz bir şekilde doldurur.
Rainer Maria Rilke bir mektubunda bu farkı şöyle tanımlıyor: Mutluluğun tersi vardır, mutsuzluktur bu, oysa sevincin tersi yoktur, işte bu nedenle sevinç duyguların en saf olanıdır, ruhun mihenk taşıdır. Mutluluk endişe vericidir, yerini ne kadar süreceğini düşünme endişesi kaplar. Oysa sevinç andadır, aniden içte filizlenir. Neşenin bu kutsal ve müstakil direnişinden mülhemdir belki de Beethoven vasıtasıyla tanıdığımız bir Schiller eseri olan o meşhur şiirin ismi Neşeye Övgü. Mutluluğa övgü değil, neşeye övgü. Bir gelecek kaygısı, görünme kaygısı, sürdürme kaygısı taşımadan bir ruh taşkınlığı ile varlığımızı dolduran o mutlak neşeye. Neşe anda yaşanıyor ise mutluluk hangi zamanda yaşanır? Şu an mutluyum dediğimizde yaşadığımız his mennuniyet midir, haz duymak mıdır, gevşeklik midir, unutuş mudur, sevinç midir? Mutluluk, aşk gibi üzerindeyken insanın tanımlayamadığı, ne yaşadığını yahut ileride neye dönüşeceğini bilemediği bir duygudur. Genelde geçmişe belli belirsiz bir tebessümle bakar ve mutluydum deriz. Ve geleceğe dair bir zan ile hayatımızda birtakım engeller çekildiği takdirde mutlu olacağımızın hayalini kurarız. Bellek ve umudun gücü, kendimizi bir akış içerisinde konumlandırmamızı sağlar, hikâyeleştirme kendimizi bütünün parçası gibi hissetmemizi, bir anlatıya karışarak büyüdüğümüzü, kümülatif bir varoluşa sahip olduğumuzu hissettirir. Güzel bir ölümü, mutlu yaşanmış bir hayatın göstergesi kabul etmemiz de bu yüzdendir.
Mutsuzluğumuz, zayıflığımız, kırılganlığımız kendimize özgüdür. Mutsuzluk bu denli münhasır bir şeyken artık küresel düzlemde hepimiz aynı şablon mutluluğu yaşamaya çalışıyoruz.
Çünkü hikâyemiz bütüncül ve tutarlı bir anlam kazanır. Anlam mutluluğa pek yakındır. Mutsuzluk ve anlamsızlık da bu yüzden çok yakın temas içerisindedir. Anlam duygumuzu ve varlığımızdaki yekpareliği bozan her durum bizim için tehlike vericidir. Kapital ve dijital dünyada insan her anlamda mutluluğuna zarar verecek pek çok tehlike ile kuşatılmıştır. Rekabet duygusu, başkalarının dişleri ile tırnakları ile saldırarak büyük parçalar kopardığı mutluluk dünyasından uzak kalma korkusu, kişisel gelişim sloganlarının direttiği mutlu ol emri bizi bir kaosa sürükler. "Mutlu ol" diye emreder kapital, dijital ve seküler dünyanın o yaldızlı kutsal kitabı. Mutlu olmayı beceremeyen insan bu emrin gereğini yerine getirememenin verdiği bir günahkârlık duygusu hisseder. Mutlu olmayı bile beceremeyen varlığımız, üzerindeki bu baskıyla daha da mutsuz olur. Sisifos'un yeni işkencesi budur. Mutluluğa ulaşmak adına tırmandığı kayadan tuhaf bir yenilgi ile kendi içindeki yarığa düşer.
Bertrand Russell Mutlu Olma Sanatı adlı eserinde şöyle diyor :"Bölünmüş bir kişilik kadar, yalnız mutluluğu değil, yeterliliği de azaltan hiçbir şey yoktur." Çocuğu mutlu kılan şey de muhakkak varlığındaki bu birlik duygusu, bilinci ile bilinçaltı arasındaki mesafenin henüz pek fazla açılmamış olmasıdır. Russell'ın bahsettiği şekliyle çocuğun hayalindeki kendisiyle, kendisi hakkında gerçeğe dayanan bilgisi henüz bir çatışma hâlinde değildir. Varlığı bölünmemiştir. Tüm bu ruhsal ve zihinsel sebeplerin haricinde Schopenhauer'un da dediği gibi mutsuzluğumuzun onda dokuzu yalnızca sağlıktan kaynaklanır. Yaratıcılığı tetikleyen mutsuzluk bazen o kadar da kutsal sebeplere dayanmayabilir. Uykusuzluk, hazım problemi, kaygı, obsesyon ve hatta bedenini çirkin bulmaya dayanan pek çok yazgısal zindan, insanı yaşamak istediği hayatın çok ötesine düşürür. Kimi bunu kader kabul edip yoluna bakarken, kimi yarasındaki kurdu tahlile kalkar. Ve sanatın en tehlikeli, en büyüleyici, en zorlu meyveleri de bu süreçte verilir.
Öyle ki insanın tanrıya Cioran'ı uykusuzluktan mustarip kıldığı için şükredesi gelir. Elbette ki kastedilen romantik bir mutsuzluk kutsaması değil. Mutluluk baskısı ne kadar zehirli ise, kutupluluktan sıyrılmış bir mutsuzluğun yüceltilmesi de bir o kadar zehirlidir. Bu hastalıklı bir bakış açısıyla neredeyse mutsuzluktan hoşnutluğa dönüşebilir. Bu takdirde kanatlarını koparmasıyla övünen bir kuştan farkı kalmaz insanın. Russell bu durumu şöyle anlatıyor: "Mutsuz olanlar, tıpkı rahat uyuyamayanlar gibi mutsuzluklarıyla gururlanırlar. Bunların gururlanmaları, kuyruğunu yitiren tilkinin durumu gibidir." Önemli olan mutluluk ve mutsuzluğun akışkan bir suretle birinin diğerini doğurduğu ve bir anlam dahilinde kendinden sıyrıldığı tezatı korumaktır. Amaç bu dinamiği ve gerilimi sağlamak ve bu gerilimi ruhu besleyen bir canlılıkla muhafaza etmek olmalı.
Pek çoğumuz bilincimizi neredeyse bizden ayrı canlı bir varlık gibi hissetmeye başladığımızdan beri sıklıkla belirgin bir mutsuzluk hissederiz. Asla sahip olamadığımız bir şeyi kaybetmiş gibiyizdir. Üzülürüz çünkü kaybettiğimiz bir şey vardır, ümitsizliğe düşeriz zira kaybettiğimiz şeye hiç sahip olmamışızdır. Mutluluk tam olarak buradaki kaybedilen nesneye benziyor. Cennetten düşmekle sahipliğini yitirdiğimiz şeyi arıyoruz. Bu tekamül, ruhumuzun kayıp parçalarını derleyerek, toplayarak, kendimizi çocukluğumuza doğru inşa ederek mümkün. Bu tersine inşaa sürecinde yol boyu edindiğimiz tecrübeyi kullanacağız. Bir yetişkinin yaralarından çocukça bir gül büyüteceğiz. Dağılan ve dönüşen varlığı belleğimizde hikâyeleştireceğiz, bir anlam biçeceğiz. Görmüş geçirmişlik duygusunu çocuğa has o ilk hayret duygusu ile, hayata doğru safiyane bir kalp ile bakma kudretiyle birleştirdiğimiz takdirde hem ayaklarımız hem de kanatlarımız olacak.
Kendi içimize dönerek, kendi içimizde elimizde bir kandille düşe kalka yürüyerek edindiğimiz tecrübeyi, dış dünyaya yönelttiğimiz ilgi ve sevgi ile birleştirmek insanı kâmil bir mutluluğa sevk edecek. Kemale ermenin mutluluğunda, mutsuz olmayı yitirilmiş zaman gibi görmeyeceğiz. Tam aksine eski ahitte bahsedildiği gibi, acı çekmek tecrübesinin kalbi iyileştirdiğini bileceğiz. Bu bilgi ancak kişisel bir hikâye ile erişilebilir bir bilgi, bir başkasından mutluluğun sırrını öğrenmek bu yüzden mümkün değil. Bu sırrı öğrenme sürecimiz ise bizim kişiliğimizi oluşturacak. Dolayısıyla bu neredeyse ulvi ve sanatsal bir inşa süreci. Mutlu ol emrini, mutlu olma sanatı olarak kavrayacak zihinsel yetkinlik durumuna erişmek belki de mutluluğun ta kendisidir.
-Ne mutlu bir elinde kandili, tökezleyerek de olsa kendi içinde yürüyebilene.