Akif Emre’nin ‘Göstergeler’i
Türkiye İslâmcılığının siyasi düşüncesi konusunda kitap yazılmak istendiğinde, Âkif Emre her durumda konunun çeşitli eğilim ve aşamalarını birbirine bağlayan temsil edici bir örnek olarak mutlaka anılacaktır.
Okuduğumuz, etkilendiğimiz yazarlar, düşünürler ve elbette abilerimiz bize bir sorumluluk yüklerler. Onların düşüncelerini, yaklaşımlarını yaşadığımız zamanda yorumlamak ve farklı temalar çerçevesinde yeniden inşa etmek gerekir.
Âkif Emre için çok şey söylenebilir, ancak benim vurgulanması önem arz eden hususlardan biri şu: Onun bakış farkının şekillenişinde edebiyat ve düşüncenin birlikteliği.
Bu çerçevede rahmetli Âkif Emre’yi hayatında önemli bir yere sahip olan siyaset, edebiyat, yayıncılık, gazetecilik ve sanat alanları içinden konuşmak anlamlı olabilir. Sanat alanını özellikle andım; zira vefatından sonra bir mektubunu okudum, bir sanat galerisinde çalışmaya başladığından söz ediyordu. Yazılarına konuk ettiği Güney Afrikalı caz ustası Abdullah İbrahim ile Andrei Tarkovsky`nin 1966 tarihli Andrei Rublev filmini, Neşet Ertaş’ı unutamayız tabii. Tüm bunları doğurgan tek kelime üzerinden ele almak mümkün: “Göstergeler”. Zira bu Emre’nin hem Yeni Şafak’taki köşesinin adıydı hem zaman zaman baktığım kapsayıcı ilk kitabının adı hem de sonraki kitaplarının ve yazılarının ayrılmaz bir parçası. Onu göstergelerden azat ederek algılamayı denediğimizde daima eksik kalan bir şeyler olacaktır.
Âkif Emre’nin son şeklini vermeye ömrünün yetmediği Müstağrip Aydınlar Yüzyılı kitabında da gördüğümüz üzere İslâmcılık, sadece teoride değil ahlâkî meseleleri de içeren pratikte de daima ciddi sorunlar yaşadı. Bunları tek tek saymaya gerek yok. Başarı için maddi zenginlik, liberal gelenekler ve yükselen moda siyasî kanıların kabulü öne çıkan sorunlardan sadece birkaçı. Ayrıca o kitaplarda yazılı olmayan ama hayata işlenen göstergelere bakışıyla gündelik hayatın nasıl dönüştürülebileceğini irdeleyen kayda değer ve etkili bir isim oldu.
Okurlarını olanca tahribat ve acımasız yozlaşmanın peykindeki kanıların, dass Man’ın, çıkarcılığın dizginsiz amellerinden, uzlaşılmışın gündelik bayağılığından koparan eleştirilerini ağırlıklı olarak Yeni Şafak’taki cumartesi yazılarında görürüz. “Sen hâlâ orada mısın?” sorusuna eşlik eden müstehzi bakışlara muhatap olmadı değil. Buna karşın o, 1990’lardaki “kiminin parası kiminin duası” diyen çiçekçi çingeneyi anlatırken de 2000’lerde paradigmaya kafa tutan simitçi yazısında da kapitalizmin bizde geç uyanan ‘ruhu’na itiraz eden, bu ruha yabancı Müslümanın direncinin kudretini gösterdi. Böylelikle akışkan hayat içinde, çoğu kez farkına varmadığımız, önemsemediğimiz dahası kanıksadığımız gerçekliğin kapılarını önümüzde ardına kadar açacak bir kopuşun temellerini atmayı denedi.
Farkı hatırlayış
Âkif Emre için çok şey söylenebilir, ancak benim vurgulanması önem arz eden hususlardan biri şu: Onun bakış farkının şekillenişinde edebiyat ve düşüncenin birlikteliği. Erken tarihli yazılarından itibaren Türkiye’deki İslâmî gelişmelerin en iyi fotoğrafını henüz bir düşünce ve gelenek oluşturamayan dergilerde görülebileceğinin farkındaydı. Bilhassa 1960 sonrasının dergi koleksiyonlarını gözden geçirmenin bu dönemin düşünce ve kültür hayatını takip etmenize imkân verdiği kadar, Müslümanların sosyal, siyasal eğilimleriyle bu alanlardaki etkinliklerini ortaya koyacağının altını çizmişti.
- Yazılarında Büyük Doğu dışında Diriliş, Edebiyat ve Mavera’yı, üniversite çevresini daha çok kollayan Hareket’i, diğerlerine göre ilmî kaygıları öne çıkaran Nesil dergisini, Dergâh’ı, İzlenim’i, Hece’yi, Dîvân’ı, Tezkire’yi ve Sosyoloji Divanı’nı anmış olması bundandır.
Edebiyatı bilhassa roman ve hikâyeyi sosyolojik bir perspektifle okuduğunu yazılarından takip etmek mümkün… Mehmet Selimoviç’in Kale romanıyla Derviş ve Ölüm’ü, Aldous Huxley’in Ada, Ivo Andriç’in Drina Köprüsü ile Muhammed Marmaduke Pickthall’in Balıkçı Said romanları bunlardan sadece birkaçı. Doğrusu kritik zamanlarda yayımlanan Huzursuz Bacak üzerine onun perspektifine yaklaşan herhangi bir değerlendirmenin yapıldığını hatırlamıyorum. Türkiye’deki genel eğilimi siyasetteki derin basiretiyle erken dönemde sezdiği halde yanlış anlaşılırım kaygısıyla yazamadıkları da olmadı değil: Mesela muhtemel başlığı “Ziya Gökalp İslâmcı mıydı?” olanı bunlardan biriydi. Yaşananlara bakınca belki, ortada yanlış anlama diye bir şey de yok, ama bu ayrı bir bahis.
Âkif Emre, Göstergeler kitabından son kitabına kadar dünyada ve çevremizde yaşanan sıcak gelişmeler karşısında günübirlik cevaplar yetiştirmekten çok, güncel olanı belirleyen/aşan arka plana vurgu yaptı, dahası dönüşüm süreçlerine dair kavrayışımızı geliştiren analizleriyle tanındı.
Bizimle pek düşünülmeyen hakkındaki yorumlarını paylaşırken, son moda post-modern tavırlara fidelik olan niyet ekonomisinin gölgesine sığınmayan bir bakış açısını hep diri tuttu. Gelgelelim insanlığın küfesinde yığılan hazinelerin ağırlığını arttırmayı çok iyi bilen düşünce tarihi çalışmalarına dalgınlığın ihmalinden ötürü dâhil olamadı. Muhalifliğinin ufuklarının yerleşik birtakım tasniflere yakın ya da denk düşmeyişini anmamız lazım. Ne ki vefatından sonraki zamanlarda müptezellikleri buyur eden yazı ve söyleşilerde adının “Ah!” tınısıyla anılması düşünceden ziyade pozun önemsenmesindendi.
Yazdığı dönemlerde İslâmcılığın siyasî önceliklerini ve iddialarını kınayıcıların kınamasına aldırmaksızın cesaretle savundu ve hatırlattı.
Bunu en iyi yansıtan durum, hiç şüphesiz son kitabının dizininde siyasal kelimesinin kullanım sıklığının diğerlerinden birkaç adım önde oluşudur. Günün birinde Türkiye İslâmcılığının siyasî düşüncesi konusunda kitap yazılmak istendiğinde, Âkif Emre her durumda konunun çeşitli eğilim ve aşamalarını birbirine bağlayan temsil edici bir örnek olarak mutlaka anılacaktır. Zira “radikal İslâmcı” olanların “eski İslâmcı” konumuna geldiği vasatta önemli fikri tartışmalara cepheden cevap vermişti. Üstelik bu sadece son yıllara mahsus da değildi. Nitekim 1990’larda Londra’daki arkadaşı Mevlüt Ceylan’a yazdığı bir mektupta “radikal takılanların” Turgut Özal nezaretinde “liberal söyleme” savrulmalarından bahseder. Açıkçası çok kısa zamanda oluşan bir süreç değildi bu dönüşüm. Hiç şüphesiz Âkif Emre’nin “liberal İslâm” tartışmasının çeşitli boyutlarını eleştirel bir yaklaşımla dile getirmesinin pek çok boyutu var. Sözgelimi Leonard Binder’ın Liberal İslâm kitabının altında yatan “habis” niyeti erken tarihlerde fark etmesini anmamız lazım.
Ağırlıklı olarak Soğuk Savaş sonrası dönemdeki yazılarıyla bilinen Âkif Emre, 1990’ların ortalarından 2017’ye uzanan yazı hayatında birbiriyle bağdaştırılması imkânsız durumları kritik bir bakışla ele aldı. Öyle ki dünyadaki ve Türkiye’deki kriz anlarında ne olduğu merak edildiğinde, kendisinin ne yazdığına, hangi haberleri yaptığına ve kimlerin yazılarını tercüme ettirdiğine mutlaka bakılırdı.
Sözgelimi Filistin, Kudüs ve Mescid-i Aksa meselesinin daha zor ve daha kıyıcı bir devreye intikal ettiği bugünlerde bile ABD/İsrail’in taktik ve stratejisi, İslâm âleminin durumu hakkında yıllar evvel yazdıkları hâlâ değerli. Ama o aynı zamanda Malik Bin Nebi’nin şu uyarısını da göz ardı etmedi hiçbir zaman: “Ne emperyalizm ne Yahudilik ne de masonluk hiç biri sorunlarımızın sebebi değildir. Sorun biz Müslümanların içindedir”. Bundan dolayı onun yazılar toplamı için kriz ve kritik kelimeleri açıklayıcı olabilir. Elbette her genellemenin içerdiği yanılma payını akılda tutmak kaydıyla.
Fikri karşılaşmalar
Aralarında ün kazan ‘İz’ler’in de bulunduğu Küreselliğin Fay Hattı, Çizgisiz Defter ve belli bir düşünce etrafındaki metinlerini bir araya getiren Müstağrip Aydınlar Yüzyılı dâhil Âkif Emre’nin kitaplarının bariz özelliği her şeyden önce ele aldığı konuların çeşitliliğidir. Ama bununla beraber dönüşüm anahtar bir kavram olarak külliyatına her daim eşlik eder. Aslına bakılırsa mahiyeti ne olursa olsun dönüşüm düşüncesinde bir çelişki söz konusudur. Şayet dönüşüm öngörülenden radikal olursa bizim bunu tanımlayabileceğimiz kıstasların kendilerini de dönüştürebilir ve böylece bizim için onca şey anlaşılmaz hale gelir. Bahsettiğimiz dönüşüm zamanlarında İslâm âlemi çerçevesinde daha çok konuşulan strateji arayışları, sistemin lanetlileri haline getirilen İslâmî hareketler, ‘derin’ Türkiye’nin çelişkileri, mesuliyet şuuru, medeniyet, şehirler, tarihsel hafıza ve miras onun yazı birikiminin koordinatlarını oluşturur.
- Şüphesiz Âkif Emre’nin birikiminin, ilgilerinin ve dikkatlerinin hangi konular etrafında şekillendiğini anlamak açısından Yeni Şafak önemli bir dönemeç. Onun gazete yazılarında çok belirgin bir biçimde hem dünyadaki tartışmalardan hem de Türkiye’deki siyasî, sosyal ve kültürel sürekliliklerden ve değişmelerden haberdarlık söz konusudur.
Yazı hayatının esas ses getiren dönemi ise kanaatimce 2000’ler bilhassa 2010 sonrasına rastlar. Bir siyasetten ziyade kültür olgusu haline gelen ya da çoğu zaman böyle olan meseleleri ise her zaman başka bir zaviyeden ele aldı. Kendi kültür ve medeniyet değerlerini merkeze koyarak pek çok kavram ve düşünürle erken tarihlerden itibaren girdiği eleştirel diyalogdan kaynaklanır onun bakış farkı. Belirgin bir biçimde tebarüz eden bir şey var: Bir kere, yazılarından yola çıkılarak Sait Halim Paşa’dan Aliya İzzetbegoviç’e, Mehmet Âkif’ten Oğuz Atay’a, Malcolm X’ten Muhammed Esed’e, Turgut Cansever’den Tarık Ramazan’a entelektüel hayatın pratiklerinin geniş bir tablosu oluşturulabilir.
Âkif Emre, Batı dünyasından yoğun biçimde tercüme faaliyetlerinin yapıldığı 1980 sonrasında, tıpkı Müslüman düşünürlerin eski Yunan düşüncesi ile irtibat kurarken o metinleri sadece aktarmakla yetinmeyişi gibi, temasa geçtiği Batılı düşünürlerin önemli metinlerini anlamaya çalıştı. Bunları tarih bilincini diri tutarak kendine özgü bir çerçevede yorumladı, bir kısmının Türkçeye tercüme edilmesini sağladı.
Yazdığı dönemlerde İslâmcılığın siyasî önceliklerini ve iddialarını kınayıcıların kınamasına aldırmaksızın cesaretle savundu ve hatırlattı.
Ne var ki, bu süreçte İslâmcılık cereyanının kendi iç ihtilafları, çatışmaları ve tartışmaları da her zaman fikri olgunluğun gerektirdiği tutum ve tavırlar istikametinde gerçekleşmedi. Bu noktada bir farklılığa işaret etmesi açısından Âkif Emre’nin, tanıdığı isimler arasında Necip Fazıl’a “kafa tutan” edebiyatçılar bulunmasına rağmen başlatıcı tezahüre sadık bir inançla onu her zaman önemsediğini, yeniden dikkatle okuduğunu anmamak doğru olmaz. Bilenler bilir Âkif Emre,1970’lerin ikinci yarısında yayın hayatına başlayan Yeni Devir gazetesinin gençlik sayfasının editörlüğünü yaptığı zamanlarda gençler için çok değişik okuma listeleri hazırladı. Bunlarda tercüme eserler yanında Necip Fazıl’ın Çöle İnen Nur’u ile ‘direnmek var olmaya denk oldu’ diyen Son Devrin Din Mazlumları kitapları da vardı. Peki, bir kişi olarak Necip Fazıl niçin bu kadar önemlidir? Hiç şüphesiz bunun çeşitli cevapları olabilir. Onun Necip Fazıl konusundaki temel yaklaşımını şu esasa dayandırdığı rahatlıkla söylenebilir: Simgesel bir isim olarak Necip Fazıl, Cumhuriyet Türkiye’sinde şair, düşünür, polemikçi, sanatçı yanı ile geliştirdiği ya da önerdiği çözümlerden çok, ateşlediği soru kıvılcımları ile bu toplum için hayati bir işlevi yerine getirdi. Sonraki yıllarda mütemadiyen göz attığı “toprağa kök salmış gölgesine sığınılacak çınarların” birinden kendisine intikal eden Büyük Doğu külliyatından hareketle bunu daha iyi kavramıştı.
Filistin ve Kudüs davasının yılmaz takipçisi Âkif Emre’nin, “yerli” olanla, Batı’nın tanımladığı “evrensel” arasındaki çelişkiyi büyütecek esasın sıradan insanların “duasında” gizlenen ruhta yattığına dikkat çeken onca yazısından bahsedebiliriz.
Onun Ali Şeriati’nin Dua’sını akla getiren ve aynı zamanda kayda geçen tek aşikâr duasını hem kendisini farklı kılan hususiyetler hakkında fikir vereceği için hem de çok boyutlu bir kuşatma altında olduğumuzdan burada yer vermek istiyorum: “Allah Müslümanlığımızı idrak etmeyi nasip etsin. Müslümanlığın hakikatini kavramayı nasip etsin cümlemize. Eşyanın hakikatini, bilgiyi ve hikmeti bize nasip etsin. İttihat ve ümmet şuuru versin.”