Seyyah gözü ile zamanın kalbi arasında
Yolu tanımaya başladığını fark etmek, yolculuğun en güzel yanı. Ve uzakları merak etmenin, kendini bulmaya doğru atılmış en büyük adım olduğunu anladığın o an. İnsan kusurlu bir “toplam”dır. Mutlak manada ‘‘anlamak’’ ise ancak toprağa (yani o büyük ferahlığa) kavuşmakla mümkün galiba. Anlatabiliyor muyum?
“Seyahat etme” duygusunun beni ne zaman sarıp sarmaladığını ya da gezginlerin tabiriyle ‘’zehirlediğini’’ tam olarak hatırlamıyorum.
Gitmeye karar vermenin tarihi olmaz, öyle derler. O sebeple belki de hatırımın karıncalanması. Uzakları merak etmenin, insanın varoluşuyla birlikte içinde dolaşmaya başlayan -yaşamak için doyurmak zorunda olduğu- o kurtlardan birini tercih etmek gibi anlamları da var. O hâlde, karar verdiğini bile fark etmeden yola düşmenin Farsçası. Sözlüğe bakmaya gerek yok, mutlaka şiirseldir. Şunu biraz hatırlıyorum; Geyve ve Kars, lise yıllarımın bir otobüse atlayıp gidilmesi gereken uzak şehirleri arasındaydı, şimdiyse kime sorsam aynı; dünya kocaman bir boşluk gibi sallanıyor içimizde. Ürpertici aslında. Hepimiz yorgunuz, yoldan da gelmiş değiliz üstelik.
Şunu biraz hatırlıyorum; Geyve ve Kars, lise yıllarımın bir otobüse atlayıp gidilmesi gereken uzak şehirleri arasındaydı, şimdiyse kime sorsam aynı; dünya kocaman bir boşluk gibi sallanıyor içimizde.
Benim için durum şöyle; o boşluğun içine sığanlar şiir dizesi olarak “görünüyorlar” bazen. (Hayır, senaryolarda diyalog olarak değil asla.) Görünemeyenlerle de birlikte yaşıyoruz işte. Bir Berberî deyişiydi galiba; kanımıza karışan hayattır, tozdan, çadırdan, çölden ve ömürden. İnsan dediğimiz de nihayetinde kusurlu bir “toplam”dan ibarettir. Bu toplamın içinden bakınca daha mutedil hava raporları. Ama coşkun ırmaklar akar yine de içimize.
Seyahat kavramından, yürünen yolların sıhhati kadar, insanın kendine doğru kat ettiği çok katmanlı o “yol”un varlığını da anlamak mühim. Yola düşen herkes bunun bir içe bakış denemesi olmasını ister çünkü. Keşfetme duygusu, coğrafyaları aşan bir iç meseledir, insan bulunduğu noktayı daha iyi görebilmek için yerden biraz yükselmeye indirir gönlünü. Yola çıkmak yükselmektir de. Yolcu kendini ve bulunduğu yeri daha geniş açıdan görür. Nokta sonsuzluğa eklenir. Gördükçe ruhunu tanır ve sınanmış bir iç görüyle bakar âleme artık. Turist habitusu ile seyyah gözü arasında kalmak derdi buna rahmetli Akif Emre.
Turistler gelip geçer, seyyah ise kendini zamanın kalbine mühürler. Turistin baktığı ile seyyahın gördüğü aynı şey değildir bu yüzden. Eski zaman seyyahları sıklıkla “duymak”tan da bahsederlerdi, duymak; kulağa misafir edilen onlarca sözlü anahtar. Şehirleri, rüzgârları, çölleri, bahçeleri, kapıları ve yolları duymak. Bunun için insanın önce kendi kalbindeki o büyük gürültüyü susturması gerekir. En zoru da bu galiba. Ama “duyabilme”nin başka yolu yok.
Bu görkemli gürültü çağının içinde, duymak gibi bir iddianın peşinde değilim.
Ama göz sahibi bir seyyah olamasam da, turist kalmamaya çalışarak dolaştım yeryüzünde; şehirler, ülkeler, kıtalar boyunca. Kendimi de adımladım mı, bilmiyorum. Şunu hatırlar gibi oldum; Rus romanları okumaya başladığım o ilginç zamanların kurucu “mit”i olarak; sıcak bir kahve eşliğinde karlı stepleri seyrederek yapılacak uzun tren yolculuklarının hayali sarmıştı zihnimi. Uzun bir sarmaşık gibi hem de. Zaten bir kitap ya yoldan çıkarmalı ya da yola düşürmeli insanı.
- Ortası pek bana göre değil. Zihnimi saran sarmaşığın yani kalemle yapılan bu yolculuğun sırrının, yazarın dert edindiği “mesel”in ruhuna göçmüşçesine yazmasında “saklı” olduğunu anladım.
Tabi bunun için birkaç on yılın geçmesi gerekiyordu. Geçti ve “anladım” demenin zehrini tanımaya başladım bu kez de.
Yolu tanımaya başladığını fark etmek, yolculuğun en güzel yanı. Ve uzakları merak etmenin, kendini bulmaya doğru atılmış en büyük adım olduğunu anladığın o an. İnsan kusurlu bir “toplam”dır. Mutlak mânâda ‘‘anlamak’’ ise ancak toprağa (yani o büyük ferahlığa) kavuşmakla mümkün galiba. Anlatabiliyor muyum?