Absürt tiyatronun tahtındaki isim: Samuel Beckett
Kara mizahla yazdı, absürt karakterini. Onların gözünden alaya aldı modern zamanın ontolojik problemlerini. Fakat kendisi de aynı dertten şüphesiz muzdaripti.
Kim yazdı?
Samuel Beckett. İrlandalı bir yazardı, insandı. Çarkların arasında dünyaya geldi, bir sarkaca dönüştü salındı durdu zamanda ve mekânda. Modernizm ve post-modernizmin arasında. Binalardan ve kalabalıklardan haz etmedi, ilgilenmedi dört tekeri olanla; ama yabana da âşık olmadı. Kapılmadı doğaya, ağaçlara, ay ışığına… Joyce’tan etkilendiğini söyledi, fakat aklı hep bir adım ötedeydi.
Absürttü kahramanları olabildiğince. Yani anti-kahramanları… Hiçliğe de kafa yordu. Herkes gibi deli doğdu, bazıları gibi öyle kaldı.
Hem tümüyle çekti varoluş acısını, hem de onunla dalga geçti. Eğlendi onunla. Sonra kara mizahın bastığı yeri kazıdı durdu. Olduğu gibi anlattı insanı. Kendi gördüğü hâliyle anlattı. Absürttü kahramanları olabildiğince. Yani anti-kahramanları… Hiçliğe de kafa yordu. Herkes gibi deli doğdu, bazıları gibi öyle kaldı. Geldi, bir ayağı mezarda; bir an güneş parladı ve sonra gitti; herkes gibi.
Ne yazdı ?
Godot’yu Beklerken’i yazdı. Beckett aslında daha nicelerini yazdı ama özellikle Godot’yu Beklerken’i yazdı. Estragon ve Vladimir’in bitmek bilmeyen bekleyişiyle anlattı modern insanın çilesini. Beklemekten yapılmış bu iki karakterin birini halsiz olarak imlemişti diğerini huysuz. Biri yorgundu sürekli ve sabırsız, üstelik unutuyordu Alzheimer hastasıydı. Diğeri şairdi ve hatırlatmakla yükümlüydü. Peki, ama neyi? Elbette Godot’yu. Gogo ve Didi bekleyip duruyorlardı ıssız bir bataklığın kenarında. Görünmez bir bağ ile bağlıydılar birbirlerine. Durdukları yerde bir şey yoktu. Bir yol sadece, herhangi bir yere varmayan. Ve bir de ağaç, söğüt ağacı yaprakları dökülmüş ama artık söğüde benzemiyor. Daha çok bir çalı… İnce dallarına güvenip kendilerini asamıyorlardı bile. Elbette ipleri de yoktu. Aslında doğru düzgün hiçbir şeyleri yoktu kavun şapkalarından başka. Üç şalgam ve bir de havucu saymazsak. Yine de umutlarının olmadığını söylemek doğru olmaz. Kurtulmak için neye benzediğini, nasıl biri olduğunu, ne zaman geleceğini bilmedikleri Godot’yu bekliyorlardı. Fakat bir kez daha umutları vardı.
- Estragon ve Vladimir’in bitmek bilmeyen bekleyişiyle anlattı modern insanın çilesini. Beklemekten yapılmış bu iki karakterin birini halsiz olarak imlemişti diğerini huysuz.
Estragon: Yardım eder misin?
Vladimir: Elbette ederim.
Estragon: O kadar da kötü sayılmaz, değil mi Didi, ikimizin ilişkisi?
Vladimir: Evet, evet. Hadi önce sol tekini deneyelim.
Estragon: Daima bir şey buluruz, değil mi, bize varolduğumuz izlenimini verecek?
Vladimir: (Sabırsız.) Evet öyle, büyücüyüz biz.
Nasıl yazdı?
Kara mizahla yazdı, absürt karakterini. Onların gözünden alaya aldı modern zamanın ontolojik problemlerini. Fakat kendisi de aynı dertten şüphesiz muzdaripti. Beckett bu bakımdan tam anlamıyla bir geçiş dönemi yazarıydı. Hatta geçiş dönemi bizzat oydu. Hem büyük modernistti, hem post-moderndi. Öncesinden etkilendi, sonrasını etkiledi.
Neden yazdı?
Kitapta, “Yaşamış olmak onlara yetmez.” der Beckett Vladimir’in ağzından ve yine Estragon’un ağzından ona cevap verir: “Bir de bahsetmeleri gerekir.” Aslında üç aşağı beş yukarı bütün mesele budur. Yaşamış olmanın yetmezliği ve bunu anlatma ihtiyacı. Başkaca neden gerekir mi bir yazarın eline kalemi alması için?
Nerede yazdı ?
Yaklaştıkça sıklet artıran binaların arasında yazdı, bir bataklığın kıyısında. Üzerinde bulutlar vardı ve hava solunamaz hâldeydi. Sadece geceleri ay beliriyordu. Hemen başucunda ince dalları yere bakan bir söğüt ağacı, kurumuş. Taştandı bastığı zemin, sert taştan. Adımladığı dar sokakların kaldırımları gibiydi. İnsanlar geçip gidiyordu yine de kimse yoktu yanında.
Hiçliğin ortasında, modern hayatın, sanayinin, bohemin, buhranın, kalabalıklar içinde yalnız kalmaların beşiğinde yazdı.
Ne zaman yazdı?
1949’du yazdığında. Sonraları onu absürt tiyatronun sultan tahtına yerleştirecek eseri kaleme aldığını belki de bilmiyordu. Yahut biliyordu, çünkü durmaksızın çalışıyordu. Bir şeyleri tekrar tekrar değiştiriyor, düzeltiyor. Yeniden ve yeniden yeniliyor. Öze ulaşmak için çalıştı durdu. Bekledi Godot’yu Beklerken’i. Ama asla kelimelere boğmadı oyunu. İki perdede bağladı ve bitirdi nihayet. Tarihler 1953’ü gösterdiğinde ilk kez sahnelendi. Büyük ilgi gördü oyun. Bir sene sonra İngilizceye bizzat kendisi çevirdi. Takip eden yıllarda daha birçok dile çevrilecek, birçok dilde basılacak ve sahnelenecekti. Beckett’tan sonra bile.
Kimseye el sallamayın
Vladimir: Nereye yolculuk?
Pozzo: Haydi. (Lucky yükleriyle Pozzo’nun önünde yerini alır.) Kırbaç! (Luck yükünü yere bırakır, kırbacı arar bulur, Pozzo’ya verir, yükünü yerden alır.) İp! (Lucky her şeyi yere bırakır, ipin ucunu Pozzo’nun eline verir, yükünü yeniden alır.)
Başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum.
Vladimir: Valizde ne var?
Pozzo: Kum. (İpi çeker.) Haydi!
Vladimir: Daha gitmeyin.
Pozzo: Gidiyorum.
Vladimir: Peki, her türlü yardımın imkânsız olduğu bir yerde düşünce ne yapıyorsunuz?
Pozzo: Kalkmayı başarana kadar bekliyoruz. Sonra tekrar yola koyuluyoruz.
Haydi!
Vladimir: Gitmeden söyleyin de, şarkı söylesin.
Pozzo: Kim?
Vladimir: Lucky.
Pozzo: Şarkı mı söylesin?
Vladimir: Evet. Ya da düşünmesini. Ya da ezberden bir şeyler okumasını.
Pozzo: Ama dilsiz o!
Vladimir: Dilsiz mi!
Pozzo: Tabii. İnleyemez bile.
Vladimir: Dilsiz mi! Ne zamandan beri?
Pozzo: (Birden öfkelenir.) Şu uğursuz zaman hikâyelerinizle bana yeteri kadar işkence yapmadınız mı? Anlamsız bir şey bu! Ne zaman! Ne zaman! Günün birinde! Yetmez mi işte! Başka günlerden farksız bir gün dilsiz oldu, günün birinde de ben kör oldum. Günün birinde sağır olacağız. Günün birinde doğduk, günün birinde öleceğiz. Aynı gün, aynı an, size yetmiyor mu bu kadarını bilmek? (Daha sakin.) Bir ayağımız mezarda dünyaya getirirler bizi, güneş bir an parıldar, sonra yeniden gecedir. (İpi çeker.) İleri!