27 Mayıs cemaatleri

Aslolan maddi hayat, dış görünüş, zahir değil; kalptir, gönüldür, ibadettir ve bâtındır.
Aslolan maddi hayat, dış görünüş, zahir değil; kalptir, gönüldür, ibadettir ve bâtındır.

ABD, Yalta’da “yeni dünya düzeni”ni kurarken, Türkiye’de kendine ait dini grupları da oluşturdu. Silsilesi olmayan, klasik tasavvuf geleneğinden gelmeyen, büyük oranda devlet içinde vazifeler alanların kurduğu bu cemaatler, günümüzde İslam düşüncesinin en mühim sorununu oluşturuyor.

Sormak gerekmiyor mu, bugün tarikat ve cemaat adı altında faaliyet yürütenlerin Anadolu’yu İslamlaştıran, Balkanları Müslümanlaştıran, bu toprakları bize vatan yapan ruhu, azmi, gönül fetihlerini gerçekleştiren kolonizatör Türk dervişleriyle bir bağlantısı var mı, olabilir mi… diye! Sorsak bile alacağımız cevap belli, kimse günümüzün tarikat ve cemaat yapılarının kadim Türk metafizik anlayışı, Hz. Ebubekir’e kadar giden tasavvuf geleneğiyle ilgisinin olmadığını gayet net “tecrübe” edebiliyor.

Tasavvuf hareketlerinde, sufilikte ritüeller önemlidir, bilinenin aksine dervişlik sadece alt sınıfların girdiği bir “sosyal platform” da değil. Hâliyle “halk İslam’ı” kategorisiyle sufiliği bir arada görmek çok yanlış.


Tasavvuf hareketlerinde, sufilikte ritüeller önemlidir, bilinenin aksine dervişlik sadece alt sınıfların girdiği bir “sosyal platform” da değil. Hâliyle “halk İslam’ı” kategorisiyle sufiliği bir arada görmek çok yanlış. Tabi Halk İslam’ı kavramının içine, sufi hareketlerini de sokamayız. Tekkelerdeki ritüeller, hurafe ve bidat diye ifade edilen bir takım etkinlikler, insanların maneviyat alanını doldurabiliyor. Kuşkusuz halkın inanma biçimleri arasında siz ne derseniz deyin, ne derece hurafe, bidat, batıl kategorisine yerleştirirseniz yerleştirin “Bâtıni” bir takım ritüeller var oldu, bundan sonra da olacak.

İslam ve hurafeler

Türk toplumunun, doğu insanının inanma biçimleri arasında metafizik sahayla sağlam bir irtibat kurmanın gerekçesi çok fazla. Belki Platon’un mağara istiaresindeki gibi felsefi yaklaşıma ulaşamasak bile, kabul etmemiz gerekiyor ki, insanoğlu her hâlükârda olgular âlemindeki eylemlerin, varlıkların görünmez alemde karşılığı olduğunu, daha doğrusu asıl varlığın ve hakikatin “başka alem”lerde, gölgelerin ise yeryüzünde bulunduğunu kabul eder. İsterseniz buna “konformizm” de diyebilirsiniz, insan eylemlerinin ceremesini çekmek istemiyor; özellikle Hanefi-Maturidi damarda etkisi güçlü cüzi- külli iradeden, insanın kaderi üzerindeki tesirini, iradesindeki kırıkları görmekten imtina ediyorsa metafiziğe-kadere, kaderciliğe sığınabilir.

Doğaya bağlı ekonomik faaliyetlerin egemen olduğu geleneksel kültürde tabiat olaylarının normal dışı gelişmesi ihtimalinin sürüklediği korkular, endişeler nimeti ve gazabı bir Yaratıcı’nın verdiği inancına götürür insanları. Sadece dünyada olup bitenlerin metafizik sahada kotarılması değil, aynı zamanda Yaratıcı ile bağlantıyı sağlayacak “aracı”ların varlığı da her toplumda güçlü imgelerle-sembollerle izah edilmiştir. Hz. İsa’nın durumunu bu aracılık misyonuyla karşılayabiliriz. İslam, Allah ile insan arasındaki “aracı”lığı, putlara savaş açarak reddetmişti… Peygamber Efendimiz sadece İslam’ı tebliğ etmiş, dini nasıl anlamamız, nasıl yaşamamız ve geleceğe ne şekilde taşımamız gerektiği hususunda, söz ile davranışlarıyla “örnek insan” portresi çizmiştir.

Rüya haktır, ilham da, vahiy de…
Rüya haktır, ilham da, vahiy de…

Rüya haktır, ilham da, vahiy de… Hızır (as)’ın varlığına inanır ya da inanmazsınız, fakat herkes hayatında bir kez Hızır’ın kendisine “fırsat” sunduğunu “tecrübe” etmiştir. Fakat İslam’da hiçbir zaman, Allah ile insan arasında ölenlerden de, yaşayanlardan da bağ kuracak, aracılık yapacak kimse bulunmaz, bulunamaz! Çağdaş İslam düşüncesi tam da buna savaş açar zira; şefaat, keramet, mehdi, sır, veladet, herhangi birine vahyin gelmesi, rüyada veya başka yolla Allah ve Hz. Muhammed ile görüşme, müntesibin günahlarını affettirme, vesile olsun diye çaput bağlama, mum yakma gibi Hakk’a vasıl ettiği belirtilen hususlar da yine İslam’a aykırıdır.

  • Elbette günün ihtiyaçlarına bağlı olarak, bir toplumda ne eksikse onun getirdiği yaklaşımların zamanla “inanç” hâline gelmesine engel olamazsınız… “Soğan kabuğuna basılırsa fakirlik gelir.”, “Cuma günü temizlik yapmak, cumartesi çamaşır yıkamak günahtır.” gibi sözlerin yerelin dışında İslam’da karşılığı yoktur elbet.

Kim der ki, Batılının, pozitivistin yahut modernin hurafesi olmaz, diye! Paris’teki “aşk kilitleri” kadar, rezidans kültüründeki ritüeller, çalışma koşulları, internet aleminde yapılacak- yapılmayacak listeleri de, Avrupa’dan uzak Asya’ya kadar her toplumun hurafe ve bidat üretmeye devam ettiğini gösterir. Dolayısıyla “beklenti” beraberinde kendi iradi gücünü arka plana itmeye kadar götürür. Hurafe ve bidat eleştirisi çağdaş İslam düşüncesinde kuvvetli biçimde reddedilse bile, gündeliğin içinden hiçbir zaman ayrılmadı. Zaman zaman “Selefilik” olarak tezahür eden karşı çıkmalar bu sefer tasavvufu, tarikat gerçeğini, metafizik incelikleri “yıkmaya” kadar vardı.

Bu açıdan özellikle Cumhuriyet döneminde ortaya çıkan tarikat – cemaat eğilimleriyle selefi karşıtlıklar, İslami birikimi yıkma konusunda birleşirler. Selefi düşünce peşinen söylenmeli ki, kendi hurafeleri etrafında bir İslam düşüncesi de kurar, “Kur’an İslam’ı” kavramının kendisi bile sorunludur. Tabi ki namazın nasıl kılınacağı, şekilleri gibi hususlar başta olmak üzere Peygamber Efendimizin bize İslam’ı tebliğ ederken kullandığı “sahih” uygulamaları ve hadisleri devre dışı bırakmak da, dini “mesiyanik-Bâtıni” dejenerasyona boğmak da benzer hususiyetler gösterir. Tasavvufun da Selefiliğin de nasıl çıktığına bakarak asıl talepleri anlayabiliriz aslında.

Laiklik, din dışı alanı genişletirken sahih olmayan tarikat ve cemaatlere göz yumdu.

Tasavvufun çıkış sebebi

Müslümanlar küfre galebe çalmaya, fetihler arka arkaya gelmeye başladıktan sonra; ekonomik refah, bolluk ve maddi birikim ile birlikte “medeniyet” iyiden iyiye kurulmuş oldu. Hasılı insanlar artık dinleri için can vermenin, cihat etmenin yanında veya önünde birikim yapmaya, konforlu yaşamaya, gösterişe, üne, nama, ibadetleri ertelemeye, zenginlik kriterlerini hayatlarının önüne geçirmeye başladı. Dindarlığıyla değil, dünyevi sahadaki üstünlükleriyle övünmeye başladı Müslümanlar. Tam da böyle bir konjonktürde birileri çıkarak, İslam’ın biriktirmek, gösterişli yemek, içmek, bina dikmek, ünü yaymak için gelmediğini tam aksine; alçak gönüllü yaşayarak kulluk vazifesini yerine getirmeyi, Allah’ın adını yüceltmenin kavgasını vermeyi öğütledi.

Tasavvuf baştan başa bir eğitim, seyr-i süluk, iç muhasebe, derinleşme, sabır yani süreç işidir.
Tasavvuf baştan başa bir eğitim, seyr-i süluk, iç muhasebe, derinleşme, sabır yani süreç işidir.

“Aslolan maddi hayat, dış görünüş, zahir değil; kalptir, gönüldür, ibadettir ve bâtındır.” diyenler yeni bir “yol” tutturmaya başladı. Zor bir yol; egoların peşinde koşmak çok kolaydır, asıl zor olan “dünya nimetleri”ne hayır diyebilmekte… Hâliyle tasavvuf, sadece bir tavır olarak temayüz etmez, baştan başa bir eğitim, seyr-i süluk, iç muhasebe, derinleşme, sabır yani süreç işidir. Kişi kendi kendini yahut bir velinin veya bir dervişler topluluğunun bünyesinde İslami olanı koyultmaya gayret eder. Adına ister “zühd” deyin ister “takva”, bir yolu seçmişsiniz demektir.

  • Hep düşünürüm kişi bir tarikat yahut cemaat içine girmeden, dünyanın ayartmalarına karşı durabilir mi diye… Aklıma İmam Ebu Hanife gelir, o bir “ehl-i tarik” olarak anılmadığı hâlde, kendisine yüksek rütbeler ve ün teklif edilmesine rağmen, çok net ve kararlı biçimde reddetmişti.

Bu reddediş aslında dünya dediğimiz simgesel düzene karşı bir çıkışı da gösterir; hâliyle dünya kavramının içine, başında halifenin bulunduğu düzenin emir ve yasakları da dâhil olabilir! Tasavvufun vurgusu bütünüyle, “İslam için meşru olan” ya da “olmayan” arasındaki farkı tefrik etmeye yöneliktir. “Dünyayı terk etmek” ile “dünyaya teslim olmak” arasındaki İslami çizgi tasavvufun konusuna girer. Çünkü bir yönüyle evet bâtıni-içsel-irfani bilgiyi ve marifeti öne çekse de, öte taraftan tamamıyla şekilciliğe varacak görünüş de mutasavvıfların kaygı düzeylerini belirler; ahlak, ibadet, amel yani pratiğin kendisi ve görünüş için de, kalbin de, zihnin de bir izi, işaretidir.

Tasavvufun / tarikatların bozulması

Tabi dünya bir şekilde çelişkilerin barınağıdır, tasavvuf da “kurumsallaşınca” karşı çıktıklarını kendi bünyesinde göstermeye başlar, kendine özgü kıyafetler, tavırlar, ekolleri ayıran tekkeler, ibadet biçimleriyle Müslüman gündelik hayatından ayrı bir yere düşer, daha kötüsü tarikatlar arası farklılık, ihtilafları çoğaltabilir. Belki de bu kötü eğilimlerin pek çoğu Cumhuriyet sonrası, hususen 27 Mayıs ile doğan cemaatlerde çok daha fazla gözlenir oldu. Tasavvuf ekolleri kuşkusuz kurumsallaşarak çoğulcu kimliğe bürünmekle birlikte Hakk’a ulaşmanın yollarını kendilerine özgü yorumlarla genişletti. Aşk, muhabbet, vecd ve cezbe, mücadele, riyazet, sıdk, sadakat, zühd, tevekkül, kanaat, murakabe, uzlet gibi metotlar kimi zaman kendi tarikatını mutlaklaştıran, kimi zaman İslami anlayışı yoran heterodoks eğilimlere kadar ulaştı. Vefai, Babai, Kalenderi gibi heterodoks gruplar, İslami olana yaklaşmayan vecd ile eski inançları etrafında ördükleri eklektik ritüellerle yepyeni ekoller hâline geldiler.

“Kalbin temizliği”ni bahane ederek İslam şeriatındaki emir ve yasakları yok sayanlar daha sahih ekoller karşısında etkisiz kalsa da, Anadolu topraklarında her daim etkisini sürdürdü. 14. asır, tarikatların Anadolu’ya Maveraünnehir Havzasından, Ortadoğu’dan geldiği, Anadolu’da sahih ve sahici İslam anlayışını oturttuğu döneme rastlar. 16. yüzyıla geldiğimizde, artık tasavvuf tüm Anadolu’da yaygınlaşmış iyiden iyiye devlet varlığında “güç” hâline de gelmiştir. Tasavvufun bozulduğu ve dejenere olduğu yorumları elbette devletin gerilemeye, medrese sisteminin çökmeye başladığı dönemle paralellik gösterir. Modernleşme süreci “suçlu” aramaya başladığında, ilk başvurduğu yerlerden biri tekkeler olur; halk İslam’ındaki hurafe-bidat söylemine bir tasavvufi derece olan “miskin”lik de eklenir!

  • Nakşibendilik modernleşmeyi en iyi algılayan yapıların başında gelir esasında, bu yüzden de öteki tarikatlardan öne çıkar. Vahdet-i Vücud’dan Vahdet-i Şuhud’a geçiş, Abdülhamit’in İslam birliği siyasetini tarikatlarla yürütmesi, din-modernleşme birlikteliğinin en çok tarikatlarda görünmesine vesile oldu!

Müslümanların, bilhassa Amerikan dünya sisteminden sonra, kapitalist iktisadın içinde yer bulma gayretleri, tarikat ve cemaatlerin modernitenin içinde var olma girişiminin sonucudur. Bu yolu Cumhuriyet’in açtığını ayrıca belirtmek gerekir.

ABD Yalta’da “yeni dünya düzeni”ni kurarken, Türkiye’de kendine ait dini grupları da oluşturdu.
ABD Yalta’da “yeni dünya düzeni”ni kurarken, Türkiye’de kendine ait dini grupları da oluşturdu.

ABD dünya sistemi, tarikatlar, cemaatler

ABD Yalta’da “yeni dünya düzeni”ni kurarken, Türkiye’de kendine ait dini grupları da oluşturdu. Silsilesi olmayan, klasik tasavvuf geleneğinden gelmeyen, büyük oranda devlet içinde vazifeler alanların kurduğu bu cemaatler, günümüzde İslam düşüncesinin en mühim sorununu oluşturuyor. 27 Mayıs’tan sonra tasavvufun tamamen karşısında yer alan bu cemaatler, yeni bir Müslüman kimliği oluşturdu bile! Kabul etmek gerekir ki, halk İslam’ını temsil eden büyük çoğunluk, Cumhuriyet uygulamaları esnasında derinden ve hurafe-bidat ile bile olsa, İslami olanı yaşadı, yaşattı. Cumhuriyet bilhassa Nakşiliğe büyük darbe vurdu; bu hâliyle 27 Mayıs sonrasında Müslümanları temsil eden cemaatlerin yolunu açtı.

Laiklik, din dışı alanı genişletirken sahih olmayan tarikat ve cemaatlere göz yumdu. Devlet kendi kontrolü dışındaki, silsilesi olan, kadim tasavvuf ekollerini bastırdı, yıldırdı, adeta yer altına itti.

ABD dünya sisteminin bu cemaatleri zühd, takva, dünyaya meyl etmeme gibi tasavvufu var eden değerleri tamamen tersine çevirip Müslümanları sekülerleştirecek yola yönlendirdi. Şirketleşen cemaatlerin medyası, finans kuruluşları olduğu gibi, müntesiplerini en iyi çalışan, en çok kâr getiren, parayla en fazla teması olanlardan seçer. Kariyer ve para 27 Mayıs cemaatlerinin mümeyyiz vasıfları arasında yer alır; gerekçesi de basit ve hazır aslında, “Müslüman hayatın her alanında olmalı, Müslüman her şeyin en güzeline layıktır, Müslümanın zengin olması gerekir…”

ABD dünya sisteminin bu cemaatlerinde aslolan kariyerdir, doğal olarak halkın bu yapılarda yeri gerilerdedir. Devlette bir yer edinmek, para kazanmak, yükselmek isteyenler cemaatlere girerler, dolayısıyla İslami olanı dejenere edenler, üst sınıftan, kentli ve eğitimli kişilerdir. Onlar da bilirler cami cemaati arasında Peygamberimizin dolaşmadığını, onlar da farkındadır “Mercedesli şeyh” olmayacağının… Herkes bilir ve inanır ki vahiy kesilmiştir, el öpmekle, şeyhin tevbesiyle günahlar bağışlanmaz! Orta-üst sınıftakiler kariyer ve parayı gözeterek, alt sınıftakiler ise el alıp, ödevlendirilip, tevbe ile kurtuluşa ereceği zehabına sarılır. Bir kurtarıcı, mesih, mehdi beklentisi sadece acizliği değil aynı zamanda iradeyi hiçleştirmekle ilgili; İslam’da akıl, bilgi kaynaklarının başında gelir.

İçki ve türevleri aklı baştan aldığı için haramdır, çünkü sarhoşluk verir. İster cezbede, ister cemaat liderinin-şeyhin çorabında, terli atletinde, sakalında, protezinde kurtuluş, kutsallık aramak insan varlığını, İslam’ın varoluşunu yok saymak manasına gelir. Kim ki dünyanın -Kapitalist dünya sisteminin- kâfirin herhangi bir teklifini “meşru” sayar, kılıfına uydurur, İslam’a, tasavvufa savaş açmış demektir!