Mardin'in yağmurlu efsunu
Mardin bizi yağmurla karşılamıştı,hiç unutmuyorum. Tekyönlü, dar yolda, bir yandan sileceklerinaçabildiği aralıktanyolu takip etmeye çalışıyor,bir yandan da gözüme çarpantaş binalara bakıyordum.Oysa Mardin yolculuğundanönce internetten birkaç günlükhava durumuna bakmıştım.
“Hava güneşli ve mevsim ortalamalarında seyir ediyor,” deniliyordu. Peki, bu yağmur neydi? Üstelik birkaç gün kalacaktık Mardin’de. Orada bol bol yürümeyi, düşünmeyi, sakinleşmeyi istiyorduk. Hatta çantaları otele koyup, birkaç saatliğine de olsa Mardin havası alalım diyorduk, saat 22.00 olmasına rağmen. Eşim “Aşk olsun Mardin!” demişti. Evet, aşk olsun Mardin, bizi böyle mi karşılayacaktın?
Aslında öyle değil. Hem eşim hem de ben, bu cümleyi kurarken, Mardin’e yönelik muhabbetimizi dile getiriyorduk. Yeni Mardin diye isimlendirilen yerleşim alanından Eski Mardin’e yöneldiğimizde büyülenmiştik çünkü. Oysa henüz Mardin Kalesi’ne doğru uzanan taş evleri, camileri, kiliseleri görmemiştik. Sadece aralıklardan kendini bir gösterip, saklayan minareler bile sevinmemize, büyülenmemize yetmişti. Belki de kendi memleketim Maraş gibi dağın doruklarına doğru uzanan şehirlere karşı ayrı bir muhabbet duyuyordum. Bir de bu şehir, Mardin gibi tarih ve kültürüyle efsaneye dönüşmüşse, ona ayrı bir hayranlık duymam normaldi.
O şiddetli yağmura rağmen kolayca otelimizi bulmuştuk. Abarttığımı düşünenler olabilir, yine de söylemeliyim, arabadan otele geçene kadar ıslanmıştık. Hem de böyle koştur koştur gitmemize rağmen. Oğlum Tuğrul’un neşesine diyecek yoktu tabii. O da benim gibi yağmurda ıslanmayı seviyordu. Fakat ilk defa geldiğimiz bir şehirde olmanın sıkıntısı vardı içimizde. Otel nasıl acaba? Görmek istediğimiz yerlere yakın mı? Orayı beğenmezsek nereye gideriz gibi onlarca soru vardı kafamda. Ayrıca otelin bir otoparkı yoktu. Oysa telefondaki görevli, olduğunu söylemişti, rezervasyon yaptırmak için aradığımda. Telefonda görüştüğüm kişiymiş bizi karşılayan, hemen çantalarımıza el atan. “Abi, hiç sıkıntı etme, araban burada güvende,” dediği park yerinin solundan sürekli araç geçiyordu. Kaldırıma da hafif çıkmıştım üstelik.
Bu ayrıntıları neden anlattığım sorulabilir. Hemen söyleyeyim, ben Mardin’i bu yağmurun altında, bu genç adamın söz ve davranışlarında yakaladım. Mardin sürprizlerle dolu bir şehirdir. Meteorolojinin tahminlerini bile boşa çıkarır o. Sonra bütün kaygılarını, tek bir gülümseyiş veya sözle giderir. Sonra yeni sürprizlere kapı aralar. Mardin sokaklarını adımlarken de aynı şeyi yaşarsınız. İki taş evin arasında uzanan odaların altından geçerken, bu yol çıkmaz sokağa çıkmıyordur umarım diye düşünürsünüz, oysa o yol, daha kaç defa döneceğiniz, farklı sokaklara ve evlere açılıyordur. Şu uzakta beliren yapıyı görmeliyim diye harekete geçtiğinizde, o yapıyı unutturacak onlarca hayranlık uyandırıcı yapıyla karşılaşırsınız. Evet, o gitmeliyim, yakından görmeliyim dediğiniz yapıya ulaşamazsınız belki. Ama o yapıya ulaştığınızda kavuşacağınız anlamın bin türlüsünü, yolculuk esnasında Mardin size verecektir. Şiddetli yağmurun altında, “Aşk olsun!” diye sitem ettiğimiz kadim şehir, ertesi gün, sımsıcak güneşiyle sizi sarmalayacak. Kaygılarınızın kaynağı olan otelin aslında merkezi bir yerde olduğunu ve sizin görmeniz gereken yerlerin birleşme noktası olduğunu fısıldayacaktır kulağınıza. Mardin’de stres, sıkışıklık ve telaşla biten gece sükûnet, huzur ve ilgi dolu bir sabaha dönüşecektir.
Bu yüzden Mardin hâlâ cevabını bulamadığım sorularla doludur. Mesela bizim yürüyerek çıkmakta zorlandığımız yokuşlardan, daracık yollardan geçerek, birbiri içine geçen evlere, insanlar nasıl taşınmıştır? Bir kanepeyi veya buzdolabını nasıl taşımıştır? Çünkü dolaştığımız yerlerin hiçbirine bir kamyonun, kamyonetin veya traktörün girmesi mümkün değildi. Bir araba bile oralarda ilerleyemez, dönüş yapamazdı. Belli ki insan gücüyle taşınıyor bu eşyalar. Belli ki insanlar bu zorlu şartlara rağmen yaşamaya devam ediyorlar, Mardin’i yurt ediniyorlar, buradan vazgeçmiyorlardı.
İnsan yaşadığı coğrafyaya benzer. Benzer demek bile çok. İnsan yaşadığı coğrafyadır diyebiliriz.
İbn Haldun’un “Coğrafya kaderdir,” diyerek anlatmaya çalıştığından farklı bir şeyi kast ediyorum burada. Kişinin direnci, sabrı, metaneti, aklı, hatta vücut yapısıyla içinde yaşadığı mekânın birebir ilişkili olduğunu söylemek istiyorum. Kader ise, başka bir mevzu... Ve farklı katmanları, boyutları vardır onun. Coğrafyayla ilişkisiyse, bu boyutlardan sadece birisidir. Ben ise, doğrudan kişiyle coğrafyayı özdeş görme taraftarıyım. Bu noktada kimden duyduğumu hatırlamadığım “Kaderin karakterindir,” sözünü de düşünebiliriz. Öyleyse, coğrafya karakter oluşumunda en etkili unsurdur deyip bu konuyu kapatayım.
Öyle ya, Mardin’in daracık sokaklarından geçerek, bu evlere taşınmak nasıl bir şeydir? Nasıl bir insan yapısı, karakteri ve rengi gerektirmektedir? Sadece bu kadar mı ki zorluk? Hayır. Zaten Mardin gibi bir yerde ev sahibi olmanın zorluğu, henüz inşaatında başlar. Bu taşları kim, ne zaman, nasıl yontmuştur? Üst üste koymuştur? Belli bir plan dahilinde, belli bir estetiği yakalamaktan vazgeçmeden yapmıştır? Zorlu bir çalışma… Bu zorlu çalışmayı, diğer ifadeyle büyük emeği, büyük işçiliği Mardin’in her adımında görmek şaşırtıcıdır.
Evlere yoğunlaşıyor düşüncelerim ama bununla birlikte bazen soluklanmak için durup izlediğimiz uçsuz bucaksız ovadan, gözüm bir caminin minaresine takılıyor. Ev, başlangıç noktası belki de. Cami inşası ise, ev ve konak yapımıyla tecrübe kazanan ustaların, asıl hünerlerini gösterdikleri yerlerdir. İbadethaneler, ilginçtir, mimari yapılarıyla, içinde bulundukları toplumun estetik seviyelerini gösterirler. Sadece estetik seviye de değil. Bir toplumun kültürel, ilmi, ahlâkî, felsefi, insani seviyelerini de ibadethane mimarisinden anlayabiliriz. İncelik, zarafet, hesaplama, kalıcılık ve hepsinden de önemlisi bakış açısı, ibadethanenin yapısından çıkarılabilir. O yüzden Mardin minarelerinin, önünde uzanan tarlalarla, ileride beliren dağlarla, küçük yerleşim alanlarıyla, gökyüzüyle ve bulutlarla, geceleri ise yıldızlarla oluşturduğu bütünlük, inanca ve sanata özgü o insanın içinde oluşan yücelik duygusunu uyandırmaktadır.
Öğle namazı için girdiğimiz küçük camideki insanlar da bu yüceliğin parçasıydı. Caminin ismini hatırlamıyorum.
Ama cami tuvaletini temizleyen, iki genci hayatım boyunca unutmayacağım. Bu gençlere, “Siz imamın oğlu musunuz?” diye sorduğumda, hayır cevabını almıştım. Diyanet’in görevli misiniz dediğimde yine hayır demişlerdi. “Öyleyse, neden cami tuvaletini temizliyorsunuz?” diye sormuştum. “Sevaptır abi, bu sevaptan mahrum mu kalalım?” demişlerdi. Bu cevabı duyduğumda birkaç dakika kendime gelememiştim. Yaşları ya 14’tü ya da 15. Oysa başka bir şehirde, bu yaşlardaki bir gence para versen, cami tuvaleti temizletemezdin. Bu gençler ise, camiye, cami cemaatine hizmetin, ne kadar kıymetli olduğunu, bu hizmetle inanç ve düşünce dünyalarının iç içeliğini fark etmiş ve harekete geçmişlerdi. Ben o gençlerin sözlerinde, bakışlarında, anlayışlarında, oğluma gösterdikleri sevgilerinde, Mardin’i görmüştüm. Daha doğrusu Mardin’in yüceliğini ve inceliğini…
Evet, kuş bakışı bakalım oraya… Mardin’e… Zinciriye Medresesi, Tarihi Ulu Camii, Mardin Kalesi, Meryem Ana Kilisesi, Eski Mardin Çarşısı, Kasımiye Medresesi gibi yüzlerce yapı görülebilir. Ama o yapıların ruhu, Mardin evlerinin arasında adımlarken, taşlarla kurduğumuz bağdan önce insanlarındaydı. Ben Mardin’de, “kalbim temiz” diyen insanları değil, kalbi temiz insanları görmüştüm. Bunu sadece camide değil lokantada, kahvecide, kolonyacıda, sabuncuda görmüştüm. Hayret etmiştim. Kendimi çok güvende ve huzurlu hissetmiştim. Sözlerim anlaşılıyordu. Sorduğum sorulara cevap alabiliyordum onlardan. Kandırmaya çalışmıyorlardı beni. Kendilerinden ayrı düşünmüyorlardı diğer insanları. Budur bence, Mardin’in efsun diye ifade edilen hakiki yönü.