Galeano'nun en uzun yürüyüşü: Montevideo
Nasıl diyordu İsmet Özel; "Hiçbir şehrin Montevideo’nun bile /Sundurmasında soluk bırakmadılar dedim." Hiçbir şehrin, Montevideo’nunbile. Bu şehri sundurmalarından başlayarak anlatmak içinAziz Galeano’nun ruhundan başka bir şeye ihtiyacımız olmayabilir.Ama Renkli Kuşlar Irmağı Uruguay’a ilanı aşk ederken, onun başşehriMontevideo’nun ancak tanıdıkça sevebileceğiniz gizemli birgüzel olduğunu söyleyerek başlamalıyız bu yazıya. Bazı şehirlerböyledir, ilk görüşte âşık olmaya elverişsiz!
- "Montevideo hâlâ yürünebilen bir şehir, ben de onu bu yüzden seviyorum. Tabii bütün ülkeden bahsetmiyorum, sadece Montevideo’dan bahsediyorum, yasadığım bu şehirden."
1724 yılında Rio de la Plata (Gümüş Nehir) kıyısında askerî liman olarak kurulan bu şehrin isminin, Portekizcede "bir dağ görüyorum" anlamına gelen "Monte videeu"dan geldiğine dair güçlü ve şiirsel bir rivayet var. Devlet armasındaki yer alan Montevideo dağının simgelediği görkem de başkentin ruhuna ait. Eduardo Galeano bu şehirde doğdu. II. Tupac Amaru’nun isyanını kendilerine örnek alarak Amerikan emperyalizmine karşı direnen Tupamaros örgütünün ortalığı kasıp kavurduğu 1940’ların Montevideo’sunda orta sınıf Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açtı. İlerleyen yıllarda kalemiyle dalacağı bir kavganın tam ortasına doğduğunu bilmiyordu elbette. Montevideo’da futbolcu olma hayaliyle başladığı hayatı, ona en dipten seslenecek, gece bekçiliği, fabrika işçiliği, garsonluk ve banka memurluğu gibi işlerde çalıştıktan sonra da nihayetinde La Marcha’da editör olarak başlayacağı gazetecilik macerasına atılacaktı. Avcılara karşı aslanların tarihçisi olmayı tercih ettiği yaşantısı, ateşten anılarla örülmüş dev bir sığınaktı. Bütün bir Latin Amerika tarihine sadık bir sığınak. Galeano ise kendi şehrine sığındı her zaman, Montevideo’ya ayak bastığı her an; evinde ve özgürdü.
Plata Nehri’nin Atlantik Okyanusu ile buluştuğu yerde; sakin, keşfedilme hazır ve huzurlu hâliyle bekleyen Montevideo, ziyaretçilerine karşı tekinsiz değilse bile fena hâlde teklifsiz. Bu şehrin yavaş yavaş kana karışan, yüzündeki sisleri yürüdükçe azaltan ve baktıkça görünmeye başlayan bir havası var. Montevideo’nun en güzel yanının Buenos Aires’e gitmeye hazırlanan feribotlar olmadığına, sizi ancak Galeano ikna edebilir. O hâlde bir Galeano rotası çizmeye başlayabiliriz. Yazarın kalbim dörtnala ona doğru koşuyor dediği tarihî öneme sahip Merkez Postanesi, mektuplar, kelimeler, hikâyeler başlığında şehre atılacak ilk şiirsel adım belki de. Ardından hemen kahve saati gelir. Galeano müdavimi olduğu mekânlara ithafla "Ben Montevideo kafelerinin çocuğuyum" derken en çok Cafe Brasilero’yu kasteder aslında. Ahşap estetiği, dar/yüksek kapısı ve tahta sandalyeleriyle şehrin en eski kafesi olan bu mekân onun ikinci evi olarak anılır, menüdeki özel kahvelerden birine adını verecek kadar özdeşleşmiştir bu kafeyle.
Galeano’nun 1960’lı yıllardan beri uğrak yeri olan Librería Linardi y Risso adlı kitabevi ise kafeden sonra en sık gittiği mekân olmuş, kahve ile kitap arasındaki bu küçük hattan dünyaya seslenmeyi başarmış yazar. Kitap ve kahve dışında, onlardan daha büyüleyici bir güzergâh varsa eğer, o da Galeano’yu bir futbol dilencisi olarak büyüleyen, 1930 yılında futboldaki ilk dünya kupasına ev sahipliği yapan Montevideo’nun yüz bin kişilik dev stadyumu Estadio Centanario’nun efsanevi varlığı olabilir. Kitap, kahve, futbol ve o uzun yürüyüşler, işte Galeano’nun suskun ve neşeli Montevideo’su.
Yürüyen sözcüklerin şehrinde
Galeano 1973’te ayrılmak zorunda kaldığı şehrine, 1985’te yeniden dönecekti. 12 yıllık uzun bir ayrılık. Sizi Montevideo’ya geri döndüren ne oldu, sorusunu şöyle yanıtlıyor; "Ben bu şehirde doğdum ama aynı zamanda bu şehri yaşamak için seçtim. Çünkü kimseye sormazlar nerede doğmak istediğini, annesi neredeyse orada doğar. Böyle bir şehirde doğduğum ve sonrasında yaşamak için seçtiğim için şanslıyım. Burada yaşamayı seçtim, çünkü bugünkü dünyada yürüme ve nefes alma şansına sahip olabileceğim çok fazla şehir yok. Ve ben yürümeyi çok seviyorum. Her gün bu Montevideo’nun ıslak kıyılarında uzun yürüyüşler yapıyorum."
Montevideo eski bir İspanyol sömürgesi olsa da daha çok göçmen İtalyan mimarların imza attığı bir şehir olarak tanınıyor. Sokaklarındaki geçmiş ve şimdi aynı anda nefes alan iki mimari varoluşu temsil ederken, şehrin varlığı bu Latin-Avrupalı kimliğinden güç alıyor. Galeano’ya göre bu şehir yürüyerek keşfedilir. Şehir merkezine yarım saat uzaklıktaki Malvin semtinde, ağaçlı sokaklardan geçilerek ulaşılan küçük bahçeli evinden çıkarak, köpeğiyle sahilde yaptığı günlük yürüyüşleri de bu keşfe dahildir elbette. Galeano hiç durmadan yürür. Montevideo’nun sundurmalarında kalan o solukların peşinde bir ömür. Başka nedir ki şehir?
Saatlerce oturabileceğiniz Rio de la Plata kafeleri, Barrio Sur'un arka sokaklarından gelen candombe ezgileri, ıslak kıyılarında okyanus gezintileri, Park Battle ya da Prado Parkı’ndaki şehrin neşeli sessizliği, ahşap kaplarda kamışla içilen bol kafeinli mate çayı ve bir parillada verilen damak çatlatan akşam molası. Son söz Galeano’da o hâlde: "Dalga seslerinin duvarlarına çarptığı Montevideo kıyılarında her gün yürüyerek, kaybolan yürüme keyfini yeniden hayata döndürmeye çalışıyorum. Üstelik ben yürürken sözcükler de içimde yürüyor. Yani ben yürürken yazıyorum, hikâyeler ben yürüdükçe içimde yürüyen sözcüklerle büyüyor."