Serçe risalesi

AKİF HASAN KAYA
Abone Ol

Baharın ilk günleri avlunun köşesine, kapının hemen yanına gramla düşüyor güneş. Yüksek duvarı aşması, avlunun yarısını kaplaması için yaz gelmesi gerekli. Yaz günleri, sabahın ilk saatlerinde, jiletli tellerin arasından, demir parmaklıklı demir pencereden, her nasılsa kendine yol bulan el kadar bir güneş tam ayak ucuna vuruyor. Bu sıcaklıkla uyanmak hoşuna gidiyor. Yatağında oturup küçücük alanı pırıl pırıl parlatan ışığa bakmayı seviyor.

Mustafa Köroğlu'na...

Beton

Nereye dönse; yer, duvar, tavan... her yer beton. Tuğla yok. Kalıbı çakmışlar. İçine betonu dökmüşler. Ne kadar demir kullanıldığını tahmin edemiyor. Bir inşaat mühendisi, normal binalardan dört kat fazla kullanıldığını söylüyor. Beton fazladan güçlendirilmiş. Deprem olsa bile yıkılmaz en azından, diye teselli ediyor kendisini. Koğuş her gün biraz daha daralıyor sanki. Gün geçtikçe daha sıkıcı, daha boğucu oluyor. İlk günleri daha kolay atlattı. Kütüphaneden kitap istedi. Ama sınırlı sayıda iyi kitap bulabildi. Onların da yarısından fazlasını önceden okumuştu. Geriye kalanları da kısa sürede okuyunca... Evet evet! İşte o zaman fark etti. Daralıyor. Bir gün gelecek tabut kadar kalacak. Sonra kemiklerini eze eze küçülmeye devam edecek. Zaten çok katlı beton kabirler varmış artık. Yerden kazanmak için yapılıyormuş. İki katlı mesela. İlk öleni alta gömüyorlar. Üstüne beton kapak kapatıyorlar. Sonra öleni üste. Onun üstüne de kapak kapatıyorlar mı acaba! Apartmanların ters çevrilmişi, toprağa sokulmuşu.

Nereye dönse; yer, duvar, tavan... her yer beton.

Böyle bir şeye razı olmayacağını söylemişti bir yerde. Vasiyet etmişti çocuklarına. Yeryüzünde toprak mı bitti! Beton kapaklı mezar yapılıyordu. Öfkelendi. Sakin ol baba dedi oğlu. Gülümsedi. Güldüler birlikte. İçlerinden gelerek. Sonra tutamadı kendisini. Sakın doğduğu yere gömelim, yok efendim memleketine götürelim diye fazladan zahmete girmeyin dedi. Nerede ölürse orada gömülmek istiyordu. Zinhar mermer mezar falan yaptırmayın diye tembihledi. O parayı ihtiyacı olan birine, bir öğrenciye verin mesela ya da birinin faturalarını ödeyin, çocukları giydirin, buzdolabını dolduruverin, odun kömür alın gerekirse, diye ekledi. Şimdi burada, bu beton küpün içinde yaşamaya çabalarken, fayans döşeli havuza düşen kediyi hatırladı. Çıkmak için çabaladıkça tırnakları sırlı zeminde kaymıştı. Bir türlü tırnak tutturamamıştı. Çıkan cızırtı uzun süre gitmemişti kulaklarından.

Kendini benzersiz kıl!
Cins

Her hatırladığında ense kökünden ayak tırnağına kadar ürpermişti. Tüyleri diken diken olmuştu. Tam yardıma koşacakken can havliyle kurtarmıştı hayvancık kendisini. Kedi çıkmıştı. Silkelenmişti. Suyu atmıştı kürkünden. Şimdi, avlunun sekiz metrelik beton duvarına tırmanmaya kalksa, hadi yapsa bunu; sonra jiletli telleri aşsa; hadi yapsa bunu; kulelerdeki jandarmaları atlatsa; hadi yapsa bunu; sonra? Sonrasını bilmiyor. Bilemiyor. Beş parasız nasıl kaçak yaşanır bilmiyor. Normal zamanda bile fazla uzak olmayan bir yere gidemeyen adamın, böyle bir durumda ne yapac... Esaretin Bedeli filmindeki gibi gevşek, kolay delinebilir değil beton. Filmi izlerken biri söyleniyor arkadan. Endi'yi böyle bir yere atsalardı nah çıkardı, diyor. Küçücük çekiçle duvarı delip kaçıyor. Peh!

Ama delmesi yıllar sürüyor, diye itiraz ediyor biri. Tamam da abi, sıkıyorsa gelsin bu duvarı delsin. Yüz sene uğraşsa başaramaz. Duvarı delse içindeki demiri ne yapacaksın, neyle keseceksin? Tırnak makaslarındaki törpüleri bile kırıp öyle veriyorlar...

Bi susun yahu, filmi izleyelim. Kaçış planını sonra yaparsınız. Biri okkalı bir küfür ediyor. Kahkahalar sürerken nöbetçi çay hazır diye bağırıyor. Bu arada Endi çoktan kaçmış oluyor. Muhabbet başka mevzulara kayıyor. Uzayıp gidiyor. Sırtını avlunun beton duvarına verip bir sigara yakıyor. Bahar geldi ama beton henüz ısınmadı. Sırtında soğuk bir ürperti geziniyor. Bir martı gölgesi kıpırdıyor zeminde. Görmek için başını kaldırıyor. Kapının hemen yanına neredeyse gramla düşen güneş gözünü kamaştırıyor. Kalbine bir ılıklık yayılıyor. Betonun ağırlığı kuş gibi hafifliyor. Sertliği yumuşuyor, hamura dönüyor. Güneş pırıl pırıl; hayat veriyor umutlara. Süleyman, bir çay daha doldur.

Demir

Damağında hep bir pas tadı var. İçtiği çayda, yediği yemekte hep bir burukluk. Ulan nefes alınca bile demir tadı gelir mi insanın ağzına? Geliyor işte. Nedenini bir türlü anlayamayınca kapıyı kontrol ediyor. Gümmmm diye kapattıklarında demirden çıkan talaş içeriye yayılıyor, her şeye sindiği için mi böyle acaba diye düşünüyor. Yok. Ağır demir kapı hiç aşınmışa benzemiyor. Hayret bir şey! Bazen yatağında kitap okurken, farkında olmadan istemsizce ranza demirini sıkarken yakalıyor kendisini. Elini kokluyor. Bariz demir kokuyor işte. Gidip elini yüzünü yıkıyor. Ağzını çalkalıyor. Burnuna su çekiyor. Yok. Gitmiyor. Ne o buruk tat, ne o acayip koku gidiyor. Hepsi tamam da, sigara bile, kendi içtiğini geçiyor, arkadaşının üfürdüğü duman bile pas kokuyor. Ciğerlerine doluyor. Duman çıkıyor ama o lanetli koku, o pis tat içeride kalıyor.

  • Gün batarken, gardiyanlar avlu kapısını kapatınca mecbur, parmaklıklı, demir pencere önünde içiyor sigarasını. Efkarlı efkarlı çekiyor. İstemsiz tuttuğu kalın parmaklık demiri, yaslandığı demir pencere kanadı, yattığı demir ranza, demir dolap, demir kapılar...

Hemen yukarıda jiletli teller. Ulan bu tat, bu koku; bu saçma sapan yer; bu alçak düzen; bu değirmen gibi insan öğüten dünya... Ulan ben sizin... İnsanı insanın kurdu yapanlar; insanı insana kırdıranlar... Ay yükseliyor. Çay hangi ara soğumuş. Diline dolanıp duran şiiri tekrar ediyor: Korkaklar öldürür derdi ustam... Öfkesi boğazına düğümleniyor. Geceleri daha bir çekilmez oluyor her şey. Aşağıda televizyon açık. Vasat bir mafya dizisi oynuyor. İnmiyor. Mustafa elinde iki çayla çıkıyor yukarıya. Yatağının hemen yanındaki pencere önüne koyuyor bardakları. Çerez ve bisküvi yiyorlar çayla.

Gümmmm diye kapattıklarında demirden çıkan talaş içeriye yayılıyor

İşte tam da bu zamanlarda pas tadı, kokusu kayboluyor. Dostu gülümseyince içi ısınıyor. Betonun, demirin ağrısı geçiyor. Sızı hafifliyor. Yaşamak belası coşkuya dönüşüyor. İncecik bir ışık kendine yol buluyor bütün o irin yığınının arasından. Sohbetin sıcaklığı bir süre unutturuyor. Her şeyi acılaştıran o lanetli tat bir anlığına kayboluyor. Göğsü genişliyor. Hafifliyor. Ferahlıyor. Çok değil biraz sonra, gardiyanın demir kapıda boğulan sesi duyuluyor. Sayııııım! Çelik kol boşluğa giriyor. Çevirme sesi kulaklarını tırmalıyor.

  • Şaaak! Kapı açılıyor. Bir-iki-üç... Yirmiiki sooon! Allah kurtarsın! Sağol! Gümmmmm! Şaaak! Yine pas tadı, yine demir kokusu, işte yine yaşamak yükü. Sandalyeler boş alana dağıtılıyor. Televizyon açılıyor. Dizi kaldığı yerden devam ediyor.

Öylece dikilip kalıyor. Neden sonra yukarıya çıkmaya karar veriyor. Demir korkuluklara tutunarak ağır ağır tırmanıyor merdiveni. Yatağına uzanıyor. Kitap okuyası yok. Bir şey yazası yok. Kolunu ranzanın kenarından sarkıtıp tespih çekiyor. Başı demire değiyor. Ayakları demire değiyor. Sarkıttığı kolu demire değiyor. Tam uzanamıyor yatağına. İlla değiyor. Çapraz yatması lazım. Bazı geceler unutuyor bunu. Ayağını uzatınca, parmağında bir acıyla uyanıyor. Demir kafeste kısılıp kalıyor sanki. Camın önüne geçip bir sigara yakıyor. Sıkıntıyla üflüyor dumanı. Ay, bulutsuz gökyüzünde parlıyor. Damağında pas tadıyla öylece kalakalıyor.

Çay

İlk gün, kapı mazgalı açılıp kahvaltılıklar verilirken gördü demlik poşetlerini. Eyvah dedi içinden, adam gibi çay da içemeyeceğiz galiba, diye hayıflandı. Eğer öyleyse zaman iki, belki beş, on kat daha yavaş akacak demektir, dedi kendi kendine. Bunların sadece kahvaltı için olduğunu sonradan öğrendi. Keyif çayı içeceksen kantinden almak lazımmış. Ortak giderden alınıyormuş zaten. Dert etmemeliymiş. Biri çelik mutfak dolabını açıp gösteriyor. Kuzu gibi yatan çay paketlerini görünce keyifleniyor. Ellerini ovuşturuyor. Ne kadar tutuyor bu ortak gider, diye soruyor. Haftalıkmış. Ortalama bir rakam söylediler. Çok değil gibi ama toplamda para işte. Paran yoksa her yerde rezilsin diye düşündü. Bedava hiçbir şey yokmuş. Nerede var ki! Buradaki her şeyi biz aldık diyor birisi.

Eyvah dedi içinden, adam gibi çay da içemeyeceğiz galiba, diye hayıflandı.

Televizyondan buzdolabına, sandalyelerden çay kaşıklarına kadar. Cezan onaylanırsa yemek parasını da alıyorlarmış. Az yesek düşerler mi hesaptan diyor. Gülüşüyorlar. Neyse ki çay var. Bir sabah Faruk'u beşlik su şişesini yarısından keserken görüyor. Hayırdır diyor. Kuru soğanların bazıları yeşillenmiş. Onları dikecekmiş. Yapraklarını salataya doğrarız diyor. İyi fikir de toprak yok azizim. Çay var diyor Faruk gülerek. Bir süre çay posası biriktiriyorlar. Soğanları gömüyorlar. Çok değil iki gün sonra bir karışı geçiyor yapraklar.

  • Sabah sayımından önce biraz volta atmak için avluya çıktığında görüyor. Demek ki soğanlar da çay seviyor, diyor gülümseyerek. Sayım yapılırken biri mutlaka yeşillenen soğanlara siper oluyor.

Bunun nedenini arama sırasında anlıyor. Bir şey ekmek, dikmek, yetiştirmek yasakmış. Gardiyan saksıyı almak için uzanınca Faruk atılıyor hemen. Soğanların yapraklarını akşam salataya doğramak için koparıyor. Çayla soğan arasında, çayla zaman arasında, çayla sigara arasında, çayla sayım arasında, çayla beton arasında, çayla demir arasında... bir bağ varmış. Anlıyor. Anlaması için burada olması lazımmış. Bunu da anlıyor. Avlunun duvarına sırtını verip bir sigara yakıyor. Kapının hemen yanına gramla düşen güneş gözlerini kamaştırıyor. Muhakkak çayla güneş arasında da bir bağ olmalı diye düşünüyor. Süleyman, bir çay daha çıkar mı?

Güneş

Baharın ilk günleri avlunun köşesine, kapının hemen yanına gramla düşüyor güneş. Yüksek duvarı aşması, avlunun yarısını kaplaması için yaz gelmesi gerekli. Yaz günleri, sabahın ilk saatlerinde, jiletli tellerin arasından, demir parmaklıklı demir pencereden, her nasılsa kendine yol bulan el kadar bir güneş tam ayak ucuna vuruyor. Bu sıcaklıkla uyanmak hoşuna gidiyor. Yatağında oturup küçücük alanı pırıl pırıl parlatan ışığa bakmayı seviyor. Hüzmenin içinde oynaşan tozları eliyle dağıtıyor. Yok. Gitmiyorlar. Ama bu şehrayin uzun sürmüyor. Az sonra dönüyor güneş.

  • Yazın gelmesini bekleyemeyenler avlunun köşesine bir sandalye koyup üstüne çıkıyor. Bazen üstlerini çıkarıp gövdelerini güneşe veriyorlar. Hemen hepsi d vitamini kullanıyor. Esmer teninin gittikçe açıldığını fark ediyor. Ama Süleyman daha başka. Güneş falan fayda etmiyor ona. Peynir gibi bembeyaz mübarek.

Özellikle kış günlerinde görünmese de, güneşin orada olduğunu bilmek umutlandırıyor. Her sabah bir mucize olarak yeniden yeniden doğması heyecanlandırıyor. Sık ormanların içinde, güneşi görmek için durmadan uzayan fidanlar gibi yüksek duvardan yukarıya uzanmak istiyor.

Yazın gelmesini bekleyemeyenler avlunun köşesine bir sandalye koyup üstüne çıkıyor.

Ama beton, ama demir, ama jiletli teller kesiyor önünü. Bir gün elbet, diye geçiriyor içinden. Bazen hırsla dişlerini sıkarken yakalıyor kendisini. Ne yaptığının farkında değil. İşte o zaman çene ağrısının sebebini anlıyor. İşte köşeye yine gramla düşüyor güneş. Avlunun duvarına sırtını veriyor. Bir martı çığlık atarak geçiyor yukarıdan. Gölgesi beton zeminde kıpırdıyor. Görmek için başını kaldırınca gözleri kamaşıyor. İçi ısınıyor. Bir genişlik. Bir ferahlık. Mucize. Oh.

Kesik

Ayağı jiletli tellere takılan bir serçe çığlık çığlığa çırpınıyor. Kendini kurtarmak için hamle yaptıkça daha da sıkışıyor. Sırtını verdiği avlu duvarının önünde öylece donup kalıyor. Hiçbir şey yapamıyor. Serçe için, kendisi için, başkası için bir şey yapamıyor. Arada bir durup soluklanıyor hayvancık. Dinleniyor. İşte yine çırpınmaya başlıyor. Can havliyle atılıyor ileri.

Örümceğin kalbinden geçenler
Cins

İncecik bacağı bu hamlelere daha fazla dayanamıyor. Kopuyor. Önce sersemliyor. Ama bacağı kopuk olduğu halde uçup gidiyor. Bacak güneşte kuruyup kürdana dönüyor. İncelince sıkıştığı yerden kurtulup günler sonra düşüyor avluya. Düşene kadar her gün onu seyrediyor. Jiletli telleri gördükçe, çevresinde örümcek ağı gibi tellerin arasında, kucağında çocuğuyla bekleyen, başına çuval geçirilmiş o babayı hatırlıyor.

Belli ki çocuk çok ağlamış. Avutmaya çalışıyor. Ama artık ağlamıyor. Birden büyümüş. Başlarına felaket geldikten sonra birden büyüyen çocukları düşüyor aklına. Oğlu görüşe geldiğinde ne kadar da olgunlaşmıştı. Kocaman adamlar gibi sarılmıştı.

O kırılganlığı üzerinden gitmiş, nahifliğini yitirmiş, yerine görmüş geçirmiş bir olgun vakarı oturmuştu. Dişlerini sıkmaktan ağrıyan çenesini, yumruklarını sıkmaktan acıyan bileğini ovuşturuyor. Jiletli tellerin lime lime doğradığı güneş gramla düşüyor avlunun köşesine. Beton duvara sırtını veriyor. Kalbinde telafisi imkânsız bir kesikle bakıyor güneşe. Gözleri kamaşıyor.

Tünel

Celalettin Abi bir gün garip bir hikâye anlattı. Ortam kalabalık. On kişilik koğuşa yirmi iki kişi sıkışınca, sağından soluna dönerken iki kişiye çarpıyorsun. Yanıma sokulup birkaç defa hâl hatır sordu ama başka bir şey söylemesine fırsat kalmadan araya başkaları girdi. En sonunda bir akşam ben ve Mustafa hariç herkes maç seyrederken bir gol atıldı. Mustafa heyecanla aşağıya koştu. Celalettin abi, hemen yukarıya çıkıp yanıma geldi. Kimse olmadığı halde etrafı kolaçan etti.

İşte o tünelin bu koğuşta olduğunu düşünüyormuş.

Gergindi. Hareketleri tedirgindi. Hayırdır abi dedim. Ağzını neredeyse kulağıma dayadığı halde o kadar sessiz konuşuyordu ki, bazen anlamadığım yerleri tekrar ettirdim. Geçen gün hastaneye gitmişti. Araçta diğer mahkûmlar konuşurken duymuş. Çok önemliymiş. Burada bir tek sana güveniyorum dedi. Şaşırdım. Neden abi dedim. Ben olsam bana güvenmezdim mesela. Nasıl? Anlamadım dedi. Boş ver abi dedim.

Nedir mevzu? Burada bir müebbetlikler koğuşu varmış. Bunlar bir tünel kazmış. Ama tam tüneli bitirecekleri sırada hepsini nakil etmişler.

İşte o tünelin bu koğuşta olduğunu düşünüyormuş. Yok. Eminmiş. Bir kaçış planını detaylarıyla anlattı bana. Bir arkadaşının şahini varmış. Ama nasıl bir görsen diyor. Faça. Ferrari bile yakalayamaz. Arkadaşına şifreli bir mektup yazacakmış. Gelip alacakmış bizi. Bir kere arabaya bindik mi gerisi tamammış. İyi de abi yollarda bir sürü kontrol noktası var, diye itiraz edecek oluyorum. Olsun oğlum diyor. Sahte kimlik ayarlayacakmış.

'Hüzün asla sona ermeyecek' Van Gogh
Cins

Para. O da sorun değilmiş. İkimize de yetecek kadar param var diyor. Bana neden bu kadar güveniyor, kendine ortak ediyor bilmiyorum. Ama o beni de yanına almakta kararlı. Tek sorun tünelin girişini bulmakmış. Akşam sayımdan sonra kirişi kırsak, sabaha kadar kimse anlamazmış firar ettiğimizi. Bütün itirazlarıma cevabı var. Diyecek söz bulamıyorum. Bakarız abi deyip kapatıyorum konuyu. Tam o sırada, takımı gol atan Mustafa gülümseyerek yukarıya çıkıyor. Celalettin abi göz kırpıp aşağıya iniyor.

Kaçmak

Sonraki günlerde Celalettin abi konuyu bir daha açmayınca tuhafına gidiyor. Zaten böyle bir şeye kalkışmaya gönlü yoktu ama o kadar esrarengiz davranıp gizli-kapaklı, bu kadar ciddi anlatınca acaba demişti. Kaçma konusunda açıktan hiç birisi konuşmasa da, hemen herkesin aklından bunun geçtiğini biliyor. En azından iki sayım arasında kaçıp, sahile inip denize karşı bir çay içmeyi kuruyor kafasında. Uzun uzun yürümek belki. Uzaklara bakmak. Sadece bu kadar. Bundan fazlasına mecali yok. Nasıl kaçak yaşanacağına dair bir fikri yok. Yorgun. Bitkin. Takatsiz hissediyor kendisini. Duvarlar, demirler, jiletli teller sur gibi yükseldikçe önünde; ancak kendi içine, sadece kendisine kaçabileceğini kavrıyor. Bir gün çay içerken birisi ağzından Celalettin abinin anlattığı esrarengiz tünel mevzusunu kaçırıyor.

Nasıl kaçak yaşanacağına dair bir fikri yok.

Hemen hatasını anlayıp mevzuyu değiştirerek kıvırmaya çalışıyor ama çok geç. İşte o zaman bunu yalnızca kendisine değil, herkese anlattığını fark ediyor. Kızmıyor. Kendince bir eğlence, vakit geçirmek için bir yol bulmuş işte diyor içinden. Kim bilir ne zamandır oyalanıyor bununla. Onun adına seviniyor. Kendisini bunlarla avutabildiği için gıpta ediyor ona. Gülümsüyor. Ama işte; bir şey; tarif edemediği bir şey; bir yumru boğazında; göğsünde bir daralma; niye ki! Avluya atıyor kendini. Bu boğucu darlık sıkıştırıyor göğüs kafesini. Sırtını yüksek duvara verip oturuyor. Bir sigara yakıyor. Nöbetçi çay getiriyor. Avlunun köşesine gramla düşüyor güneş. Zeminde bir martı gölgesi kıpırdıyor. Görmek için başını kaldırıyor. İşte mucize orada. Gözleri kamaşıyor. Beton ısınıyor. Demir yumuşuyor. Jiletli teller kesmiyor düşlerini. Umut işte. Bir gün elbet diye geçiriyor aklından. Bir gün elbet...