Moğolluklar

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Gölgesi büyük olanın bekleyeni de çok olur. Yolda mısınız? Gölgenizde kaç muhteris saklı olduğuna bakın. Kaç kifayetsiz muhteris sığmış oraya? Sayı, size tuttuğunuz yolla, gölgenizin cesametiyle ilgili şaşmaz bilgiler verecektir.

Yitirdiği şiirselliği dünyaya geri veremezsiniz. Böyle diyor Rancière, olağanüstü eseri Suskun Söz'de. Hegel'in roman için söylediği "modern burjuvanın epik şiiri" ifadesine karşı çıkan Rancière ise itirazını şöyle temellendiriyor: "Epik şiir, dünyanın köken itibarıyla şiirsel olan bir evresinin şiiriydi. Roman ise tam aksine dünyaya yitirmiş olduğu şiirselliği yeniden kazandırma çabasıdır. Oysa çelişkili bir çabadır bu. Yitirdiği şiirselliği dünyaya geri veremezsiniz. Dolayısıyla roman, yalnızca içinde bulunduğu koşulu, yani şiirsel heveslerle burjuva dünyanın tekdüzeliği arasındaki gediği temsil etmeye mahkumdur. (...) Romanın asıl içeriği, idealin komedisidir; aile toplum, devlet ya da ticaretten geçici olarak kopmuş olan, ancak az buçuk her yere girip çıktıktan sonra tıpkı diğerleri gibi kendi işinde gücünde bir küçük adama dönüşecek olan burjuva gençlerinin romanı."

Tekdüze olan şeyleri şiirselliğe kavuşturma amacındaki roman, çoğu zaman bunu da beceremez Rancière'e göre. Ve nükteleşir. Birbirini takip eden bu güçlü tespitlere ne demeli? Bir süre önce olsa altına coşkuyla imza atardım. "Tanrının ölümü"yle modern dünyada büyünün de öldüğünü, şiirselliğin dünyayı terk ettiğini, roman öykü gibi modern formların doğasının da buna uygun şekillendiğini pek çokları gibi ben de ezberlenmiş bir dua gibi tekrar ederdim. Peki Modernizm'i eleştireceğiz derken başka bir modern mavranın kucağına düşüyor olabilir miyiz acaba? Bunu onaylayarak ya da onaylamayarak kabul ettiğimiz anda çaresizce geriye yaslanmak ve küçük adamı yazmaya devam etmekten başka elimizden ne gelir? Yanımıza ta Protogaras'tan biraz kuşku ödünç alarak ilk cümleye geri dönelim. Yitirdiği şiirselliği dünyaya gerçekten geri veremez miyiz?

Daha geriye: Dünya şiirselliğini gerçekten yitirdi mi? Modern epik roman tam da o şiirselliği arayıp bulan bir form olmaz mı? Gündelik hayatta saklı şiiri, küçük adamın içinde uyuyan kahramanı, uyuyan ejderhayı, köprü başında ya da Azrail'le güreşirken meydanda unuttuğumuz Deli Dumrul'u, Boğaç'ı ve boğayı da. Öte yandan, kabul edelim ki roman, yazılı bir form olması hasebiyle de ontolojik olarak büyülü alandan uzakta durur. Çünkü büyü, söz'dedir. Söylenince vücut bulan bir eylemdir. (Büyüden ne anladığım zaten anlaşılıyordur ama büyük bir genelleme yaptığımı yine de hatırlatmalıyım. İrrasyonel, doğa üstü, ilahi, göksel her bir "şey"i kast ediyorum. Sihir, dua, ayin.. düşünüldüğünde tamamı söylenen, yazıyla ancak tarif edilen şeylerdir.) Hem öyledir ama hem de içine her şeyin koyulabildiği bir "çuval" olmaklığıyla epik'in, epik şiirin temsil ettiği ruhun harfleri arasında dolaşabileceği en uygun en mümkün -Rancière'in edebiyat çağını, yazılar arasındaki savaş çağına benzetmesinden yola çıkarak- savaş alanıdır roman diyebilir miyiz? Ve hiçbir savaş, sadece istatistiklerle, sadece analizlerle, sadece tecrübeyle kazanılmaz. Savaş kahramanlıkla kazanılır.

Edebiyat cinayetleri, bilinen cinayetler arasında en sinsi olanıdır. Çünkü ne ölen öldüğünü bilir ne de -çoğu zaman- öldüren öldürdüğünü. (Belki de bu haliyle Baudrillard'ın Kusursuz Cinayet'ine en yakın olanı.) Nedir cinayet? Neresidir cinayet mahalli? Fail kimdir, kurban kim? Şunu diyorum: Müellifine yaranmak, onu müridi, dostu, bağlısı kılmak için hak etmeyen bir eseri övmek cinayettir. Yaranma iştahıyla övülen (ki edebiyat dünyamızda ihtiyarlara yaranmaya çalışan gençler kadar hatta belki daha fazla gençlere yaranmaya çalışan ihtiyarlar da mevcuttur), öne çıkarılan yazar-cık oracıkta ölür. Eser mi? O zaten hiç doğmamıştır ki. Pek severiz, parıltılı genç duyurmayı, ön sayfadan, kapaktan, yaşını, gençliğini vurgulayarak manşete (namluya mı dediniz?) sürmeyi.

Gelgelelim, çoğu zaman ortaya serilen, zavallı genç yeteneğimiz değil, dergi editörü, yayıncı, abi ablanın bizzat kendisidir. Onun da asıl derdi kendi marifetini, keşif gücünü aleme ilan etmektir zaten. Aldığı zamansız övgüyle, başı dönen, hak etmediği bir yola itilen biçare genç, gerçekten ileride bir şeyler yazacaksa bile sırtını sıvazlayan el tarafından kendisi için kazılan çukura pervasızca yuvarlanmıştır. O daha kafasını kaldıramadan başına mermer dikilmiştir. Editör yeni sayı için bir başka "yetenek" bulmak üzere olay yerini telaş içinde terk ederken biz duralım. Mezar taşına yaklaşalım. Merhaba Ece Ayhan. Merhaba kara duygulu şair.

  • "Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında,
  • Bir teneffüs daha yaşasaydı,
  • Edebiyattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür,
  • Gösteriş dersinde öldürülmüştür."

Bitirilmesi gereken bir öykü, çalışılması gereken bir yazı, okunması gereken bir kitap! Şeyler değişiyor tek bir eylem sabit kalıyor sadece.

Kendisine yol soranlara, bile isteye yanlış yönü göstermeyi marifet sayan biriyle tanıştınız mı hiç? İlk gençlik çağlarımdan beri, bu garip huya sahip insanları tanımaya, onların motivasyonunu anlamaya çalışırım. Neyin intikamını alıyorlar acaba? Çocukluklarından beri onlara yanlış mı yol gösterildi? Bir menzile erişmek umuduyla attıkları her adım onları pis kokulu bir bataklığa mı çıkardı? Kendilerini kötü yolda mı buldular? Yıllarca bir gün aziz olacaklarına inandılar, kendilerine tapılmasını beklediler de ola ola yanlış yolların azizi mi oldular? Kendisine yol soran birine bile isteye yanlış yolu göstermenin motivasyonu nedir gerçekten? Belki de hayatta tek sevinçleri kalmıştır. Onları heyecanlandıran tek bir vaka. Defterlerine kaydetmekten haz duydukları tek bir hatıra çeşidi. Başkalarının düşüşü. Kaybolması. Kendisi gibi. Edebiyat dünyasının kifayetsiz muhterisleri, pek çok gizli marifetlerinin yanı sıra, kılavuzluk konusunda da pek meşhurdurlar.

Üstelik onlar kendisine yol sorulmasını bile bekleyemezler. Çünkü bu onların "toplumsal sorumluluğu"dur. Peh! Edebiyat caddesinde devriyeler atar; köşe başlarında dikilir, ellerinde haritalar, pusulalar, fenerlerle mütemadiyen yola atılırlar. Doksanlar Türkiye'sinin otogarlarını hatırlayın, yoldan geçenleri kendi otobüslerine bindirmeye çalışan biletçiler gibidir onlar. Bir yolcu hasbelkader onlarla göz göze gelmeye görsün! Ağına düşmüştür artık. Ağızlarının suyu akarak, dişleri kamaşarak mağdurun orasından burasından tutup çekiştirerek zavallıyı önce yolu bilmediğine inandırırlar. Sonra yolu bulmak için kendilerine ve elindeki gizemli alet edevata; ardından bu alet edevatı kullanmak için onun bilgisine ihtiyacı olduğuna. Ah keşke bununla bitse! Her şeye rağmen kılavuzluk edebilseler keşke bu çakma Stalker'lar. Kendilerini takip etmelerini sinsi (biraz da beceriksiz) cinler gibi kulaklarına fısıldar dururlar. Sadede gelelim; edebiyat dünyasına adım atacak olan bir gencin ilk ve en önemli sınavı, bu güçlü pireleri yakasından silkmeyi öğrenmektir. Bunu becerdiği anda kendi yolunu, kendi otobüsünü, kendi biletini bulabilir.

Yoksa Bilge Karasu'nun öyküsündeki "geceden geceye arabayı kaçıran adam" gibi otogarda sıkışır kalır. Yola devam etmek için yaka silkmek. İşte size başkasının bilgisine muhtaç olmadan tek başına kullanabileceğiniz yarayışlı bir alet. Kim bir yola çıkarsa, bir yerlerde bir muhteris gelip onun gölgesine saklanıverir. Her adımını takip eder, kendini belli etmeden onunla yürür. Sabreder, bekler, sadece ve sadece onun tökezlediği, düştüğü an, yanında olmak ve o ânın tadını çıkarabilmek için. Gölgesi büyük olanın bekleyeni de çok olur. Yolda mısınız? Gölgenizde kaç muhteris saklı olduğuna bakın. Kaç kifayetsiz muhteris sığmış oraya? Sayı, size tuttuğunuz yolla, gölgenizin cesametiyle ilgili şaşmaz bilgiler verecektir.

Gerekenler fırtınası arasında bir o yana bir yana savrulup duruyoruz. Bitirilmesi gereken bir öykü, çalışılması gereken bir yazı, okunması gereken bir kitap! Şeyler değişiyor tek bir eylem sabit kalıyor sadece. "Gereken"ler. Gerekenler arasında sıkışmış hissediyoruz sık sık. Böyle düşünürken iç sesim derinlerden koşa koşa geliyor, nefes nefese kalmış, telaşlı, dehşete kapılmış hatta: Öykü bile mi? Öykü bile mi? Evet ulan, öykü bile! Az önce Onur Çalı'nın denemelerini topladığı -ki bizim kuşağın en üslupçusu, en Sâlâhmeşrep'i odur desek herhalde abartmış sayılmayız- Sonra Hayat'ta Çehov'un umutsuzluğundan bahseden yazısını okurken yine aklıma geldi. Yapılması gereken onca şey dört bir yanımdan çekiştirirken "Dur şunu yazayım da itiraf edeyim artık." dedim. Öykü bile! Son zamanlarda kendi kendime şöyle derken yakalıyorum kendimi: "Bir öykü yazayım da sussun şu." Kim o susturmaya çalıştığım? Bıkmadan usanmadan, öykü yazmamı, önemli olanın eser vermek olduğunu söyleyip duran o huysuz müfettiş. Aylaklık ederken, telefon elimde dalıp gitmişken, dizi seyrederken hatta çocuklarımla vakit geçirirken bile başıma dikilen hikâye komiseri.

Eskiden -öykü- yazmaktan ne kadar çok keyif aldığımı, bir öyküyü bitirdiğim andaki o tarifsiz heyecanı, iyi bir öykü yazdığımı fark ettiğimde etrafımda koptuğuna inandığım tufanı, okur (tekildir çünkü onlarca gözden zihinden müteşekkil muhayyel bir varlıktır zihnimizdeki okur. En azından benim için. Ne istediğini, pek düşünmem ama o gözlerden oluşan o tek gözün hayranlıkla kocaman açılmasını elbette isterim) beğenisini hatırlatıp duran o eli sopalı mazi bekçisi. Yazayım da sussun. Yeni bir şey bu. Görev duygusu desem değil, zoraki yazıyorum desem değil, öyleyse ne? Bilmiyorum, en iyisi yazayım da sussun.