Heykellerin dudaklarından dökülen taşlaşmış sözcükler

GÜLŞEN FUNDA
Abone Ol

Walter Benjamin "Hikâye Anlatıcısı"nda insanın bilgisinin ve bilgeliğinin, bütün yaşamının -ki hikâyelerin malzemesi yaşamdır- ancak ölüm anında aktarılabileceğini söyler. Hayatı sona ermekte olan bir insanın içinden nasıl bir dizi imge harekete geçerse -ki bunlar onun kişiliğinin görüntüleridir ve o, farkında olmadan kendisiyle karşılaşır- bakışlarında aniden "unutulmaz" olan belirir.

  • "Bu söz, taşta unutulmuş ve taşı, yapı ustalarının kayıtsızlığına terk etmiştir."

1. Hikâyenin Hikâyesi: "Demiryolu Hikâyecileri - Bir Rüya"

Bir dağ başı kasabası, bir demiryolu istasyonu. Üç kulübe. Üç hikâyeci, üç insan: Anlatıcı, genç kadın ve genç Yahudi. Ne yaparlar istasyonda? Hikâye satarlar. Tabii, hikâye yazmadıkları zamanlarda, gözlerini ötelere dikip treni beklerler. Hikâye bu ya, seyrek gelir trenler, gece yarısından sonra. Öteki satıcılar gibi hikâyelerini satmak için onlar da bağırırlar. Hikâyeler satılmayınca "eskir" ve eskiyen hikâyelere alıcı bulmak giderek güçleşir. Güncel konuları işleyen hikâyeler, gün geçtikçe değersizleştiğinden hikâye alıcıları, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?"2der. Ve savaş sürer topraklarda. Hikâye satışları iyi gitmez bu yüzden. Sık sık karartma yapıldığından istasyonun "ölgün" ışıkları hikâyecilerin hikâyelerini de aydınlatmaz. Ama üçü de, "satıp satılmayacağı belirsiz" kısa hikâyelerini yazmaya devam ederler.

Walter Benjamin

Genç Yahudi hastalanır, gittikçe zayıflar. Hikâyelerini yazamaz hâle gelir. Anlatıcı onun hikâyelerini de yazar. Savaş biter, askerler cepheden döner. Anlatıcı sorar: "Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı?"3 Bitkin bir gülümsemeyle cevap verir genç Yahudi, "Bizim istasyon hep aynı yerde kaldığına göre bunların önemi var mıydı?"4 Bir vakit sonra, anlatıcı, şehir isimlerinde önemli yanlışlıklar yapmaya başlar, yönetici adlarını da birbirine karıştırır. Hatta "yıllardır insan adlarını hiç yüksek söylemediğini" fark eder.İstasyonda çok uzun süredir birbirlerine seslenmediklerini. Gerektiğinde "kelimeleri aramak için" bir sözlüğünün bile olmadığını. Her gün yazmak zorunda olduğu hikâyelerin dışında kalan kelimeleri de hatırladığından kuşkulandığını. Birçok şeyi unuttuğunu. Kundura tamircisinin dünyada olup bitenler hakkında anlattıklarını da artık hiç hatırlamadığını.

Bir gün, genç Yahudi ölür. Anlatıcının sevgilisi, genç kadın trene binip gider. Ve bu hikâye de, anlatıcının yazdığı son hikâyelerden biridir. Anlatıcı, eski bir alışkanlıkla gece yarısı uyanır, hikâyelerini sepetine doldurup demiryoluna çıkar. İstasyon şefi de ortalıklarda yoktur. İzinli olduğunu düşünür, dediğine göre yıllardır tatil yapmamıştır. İstasyon şefinin kıyafetlerini giyer, giderken yerine kendisini bıraktığını düşünür. Trenler de nedense uğramaz artık. Ve korkar anlatıcı. Çünkü buradan gitmek ister. Bir mektup yazmak ister ama "adres"i bilmez. Mektubu okuyuculara iletebilsem de nerede bulunduğumu nasıl anlatabilirim diye sorar. Ama yine de ona yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğunu bildirmek ister. Ve hikâye şu cümleyle biter: "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?"5

2. Hikâyenin Anlatıcısı: "Susan Sözün, Unutulan Dilin Sahibi"

Walter Benjamin "HikâyeAnlatıcısı"nda insanın bilgisinin ve bilgeliğinin, bütün yaşamının -ki hikâyelerin malzemesi yaşamdır- ancak ölüm anında aktarılabileceğini söyler. Hayatı sona ermekte olan bir insanın içinden nasıl bir dizi imge harekete geçerse -ki bunlar onun kişiliğinin görüntüleridir ve o, farkında olmadan kendisiyle karşılaşır- bakışlarında aniden "unutulmaz" olan belirir. Bu, unutulmaz olanın, hikâyeyi besleyen yetkinin ta kendisi olduğunu ileri sürer. İnsanın hikâyesini; ölene değin duyulacak sesi, bir oluşu ağırlayan varlığı ve sonsuzluğun kalbindeki "dil"i kurar. Tüm bunlar bir araya geldiğinde, tek işitilen sessizlik olduğunda, sessizliğin saydam duvarları bir bir yaratıldığında, ruhun yalnızlığı sonsuz bir sessizliğin içinde dolaştığında, dilin "ölü askerleri" kelimeler de bir suskuyu ağırladığında tohum çatlar. Doğar hikâye. Ve en güzel hikâyeyi, ömrünün sonunda, son anında, son nefesinde anlatmaya muktedir olur insan. "Unutulmaz" olan, dilin tüm topraklarında aynı anda filizlenir.

İnsanın hikâyesini; ölene değin duyulacak sesi, bir oluşu ağırlayan varlığı ve sonsuzluğun kalbindeki "dil"i kurar.

Pascal, "Hiç kimse öldüğünde arkasında bir şey bırakmayacak kadar yoksul değildir"6 der bu yüzden. Ölüm, bir yitimin ta kendisi olsa da, geride bıraktığı "unutulmaz", yaşamı zengin kılar. Ötekilerin yaşamını elbette, geride kalanların yaşamını. Ve onlar da başkalarının yaşamını zengin kılar. Ve o başkaları da başkalarının yaşamını. Ancak, Walter Benjamin, adı ne kadar tanıdık gelirse gelsin, hikâye anlatıcısının hayatımızda hiçbir hükmü olmadığını ileri sürer. Deneyimlerimizi paylaşma yeteneğimiz elimizden alındı, çünkü deneyim değer kaybetti, der. Savaş bittiğinde ve cepheden dönenlerin dilsizleştiği, başkalarıyla paylaşacakları deneyimler açısından zenginleşmedikleri, hatta ve hatta yoksullaştığı doğru değil mi diye de sorar. Ve ekler: "Bulutlardan başka her şeyin değiştiği bu topraklarda, çıplak gökyüzünün altında buluverdi insan kendini. Ve bulutların altında, şiddetli patlamaların, akıntıların ortasında kalakaldı küçük, korumasız insan bedeni."7

Walter Benjamin

J. P. Sartre'ın, dil ile sessizliği "ölüm" imgesiyle bir araya getirmesi, Walter Benjamin'in "unutulmaz" olanla kastettiği bir noktada karşılaşır. Sartre, dilin, onu konuştuğumuz zaman var olduğunu söyler. Konuşmadığımızda dil ölüdür ve kelimeler, sözlüklerin içinde çakılıdır. Ve ekler; "Kimsenin dile getirmediği, renkleri arasındaki uyuma göre seçilmiş bir demet çiçek ya da bir araya dizilmiş değerli taşlar olarak görebileceğimiz bu şiirler, sessizliğe aittir.8 Sessizliğe ait olan şiirler, sessizliğe ait olan sorular, sessizliğe ait ve belki de sessizlikten doğan hikâyeler; yaşamda ancak okuyarak deneyimlediğimiz "unutulmaz" olanlardır. Ölüm anında ortaya çıkan hikâye, nihayetinde karlı dağların sessizliğini de getirir beraberinde. Bembeyaz bir ölümü ve bembeyaz bir unutuşu. Her şey bittiğinde duyulacak olan, "unutulmaz" hikâyedir. Sözün susanı ve dilin unutulanı da hikâye bitince duyulur.

  • Maurice Blanchot da işte burada, bir kez daha söyler sessizliğin şarkısını: "Edebi bir yapıtın, ona nüfuz etmeyi bilen kişi için, zengin bir sessizlik" 9olduğunu. Ahmet Sarı, dilin, dolayısıyla sesin yitip gitmesini, yaşamın parçaya ayrılmasıyla açıklar. Spielmann'ın İkinci Dünya Savaşı'nda diğer Yahudiler gibi Auschwitz trenine binmediğini, bir şekilde oradan kaçıp kurtulduğunu, karnını doyurmak için yıkık evlerde konserve aradığını, konserveyi bulduğunda onu açmak için elinde güç bulamadığını anlatır. Düşünürsek eğer, der, dil de burada anlatılan insanın mecalsizliği gibi kaybolup gitmiştir, dil de insanın özüne geri çekilmiştir ve o zamanlarda insanlar için cümle kurma kabiliyetini yitirmiştir.10 Demiryolu hikâyecilerinden olan genç Yahudi de hastalanır ve Spielmann gibi takatsiz kalır. Dahası, hikâye dahi yazamaz. Dil, bir kez daha insanın özüne geri çekilir, insanın dili büyük bir sessizliği öğütür.

Hikâyenin savaş yıllarında geçmesi, belki bir noktada Spielmann'ı hatırlatır bize. Nihayetinde, sözün susanı ve dilin unutulanı kalır geride. Ve belki de hikâyeyi kuran bunlardır. Walter Benjamin, "Çömlekçinin parmak izleri çanağa nasıl yapışıp kalırsa anlatıcı da hikâyesinde öyle iz bırakır."11 derken belki de bunu kasteder. Hikâye, dil ile büyürken dile, insan varlığına bir saldırı, ruha bir darbe, bilince bir korku ulaştığında hikâye de etkilenir. Çanağı yaratan güç, çömlekçinin ellerinin tam ve bütün olması değil midir? Paul Celan da aynı acıdan mustarip olarak, olanca zayiat arasında kaybedilmemiş tek bir şeyin kaldığını ve onun da dil olduğunu söyler. Fakat bu dilin, "kendi yanıtsızlığı içerisinden, dehşet verici suskunun içerisinden, ölümcül konuşmaların yarattığı binlerce zulmet arasından geçmesi"12 gerekir. Geçip gider ancak, tüm bunlarla zenginleşmiş olarak geri dönmelidir dil ve yeniden gün yüzüne çıkmalıdır. Ama şimdi dil, ya da suskun söz, yaşadığı tüm bu "ölüm" ve "kayıp"lara rağmen, susmaktadır. Kendi yanıtsızlığı içinde, kendi sessizliği içerisinde, kendi karanlığı içerisindedir.

İnsan, varlığının evinde, düşmanların dilini konuşunca,dil böylece insanın kalbine saplanınca, insan kendini çürümüş topraklarda ve korkunç bataklıklarda dolaşırken bulunca Celan'ında azabı katbekat artar. Dilden başka gideceği bir yurt yoktur şairin ve bu "ölümcül dil" onu giderek yıpratır. "Demiryolu Hikâyecileri"ndeki savaş ile kelimelerin yitip gitmesinin sebebi de budur. Savaşın bir ateş gibi toprakları sardığı yetmezmiş gibi bir de dili kendi buyruğuna alması, kendi azap dolu sözcüklerini yahut dehşet verici suskunluklarını dil vasıtasıyla doğurması insanın hikâyesine, bir hikâye anlatıcısının ömrü boyunca anlatabileceği tek gerçek hikâyesine, yaşam biterken gözünün önüne gelen "unutulmaz"ına tesir eder. Dil ile beraber hikâye de göklere çekilir, sessizleşir. İnsan da dilsizleşir, dahası dili tutulur. Hikâye anlatıcısının dilsizliği, sessizliği, suskunluğu; "yitirdiği şiirselliği dünyaya geri veremeyecek"13 olduğunu bilmesindendir.

3. Hikâyenin Kalbi: "Neydi Seni Uyutan O Rüya?"

Oğuz Atay'ın "Demiryolu Hikâyecileri–Bir Rüya" hikâyesinde anlatıcının dilinin giderek ıssızlaşması, kentleri, yöneticileri, dahası kelimeleri unutması neyi işaret eder? Büyük bir sessizliğin başlangıcını mı? Yazmaya devam eder anlatıcı ancak kullandığı kelimelerin dışındaki kelimeleri hatırladığından bile şüphelenir. Blanchot'un edebi yapıtı, ona nüfuz etmeyi bilen kişi için "zengin bir sessizlik" olarak tanımlaması, bu hikâye özelinde, çok daha büyük bir şeyi anlatır. Hikâyenin son cümlesi, "Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" sorusu, bu duyulan son ses; yüce bir sessizliği yaratan tohumun kendisi olur. Anlatıcı; ömrü boyunca, "burada" olduğunu söyler ve hikâyesini okuyacak, dilini bilecek, sesini duyacak, varlığına sözlerinin tüm mahremiyetiyle şahitlik edecek olanın nerede olduğunu sorar. Hikâyeyle karşılaşacak olanın hangi sessizliğin başlangıcı yahut sonunda durduğunu; hikâyeyi duyacak olanın onu ne zaman işiteceğini, zamanın neresinde "ölüler gibi sıra sıra dizilmiş" harfleri, kelimeleri cümleleri okuyacağını merak eder. Anlattığı hikâyenin, okuyacak olanı nerede yakalayacağını, yakalayacağını mı yoksa sayfaları hızlıca çevirip bir kenara atıp atmayacağını düşünür.

Oğuz Atay

Peki, hikâyenin adında niçin "Bir Rüya" yazar? Başlangıcından sonuna değin bir çölü,bir göğü, bir ummanı andıran rüya; uzamsız ve zamansız değil midir? Olmaz dediklerimiz dökülmez mi avucumuza, işitmeyiz dediğimiz efsunlu sözler ulaşmaz mı kulağımıza? Tüm kâinat serilmez mi ayaklarımızın altına? Demiryolu Hikâyecileri'nde de, uzam ve zaman belirsizdir. Hikâye, istasyonda geçer ve savaş yıllarıdır o zamanlar. Bellek, bir ömrün sonunda neyin hikâye, neyin gerçek, neyin rüya, neyin hayal olduğunu birbirine karıştırmaz mı? "Yaşam" zannettiği rüyadan ölünce uyandığında hangi dil anlatır hikâyesini? Hatırlamak ve unutmakla eş zamanlı olarak şekillenen bellek de zamanla kocamış bir belleğe döner; zaman tatlı bir hatıraya, uzam da düş şehirlerine. Ve uyanışla, bilincin uyanışıyla beraber uykudan uyanan bellek; rüyasını dilin kendisine cömert davrandığı ölçüde somutlaştırmayacak mıdır? Dilini kaybeden, böylece büyük bir sessizliğin kalp atışlarını dinleyen, suskun bir kelimenin"ölü harflerini" okuyan, tek başına konuşan bir sözün söylediklerini işiten, içindeki sonsuzluğu büyüten nice şiiri yitiren insan belleği; hikâyedeki hikâye satıcısının belleğinden farksızdır artık.

Ve rüyasını anlatacak kelimesi kalmaz bu yüzden. Hatırladıkça kendini eksilten, hatırladıkça kendini budayan bir ağaca döner rüya. Yani bu hikâye. Dile vurulduğunda görkemini kaybeder. Dile vurulduğunda ruhundan ziyade bedeni, özünden ziyade kabuğu, manasından ziyade şekli kalır. Rüya ne bütünüyle insana aittir ne de tam olarak hatırlar onu. İnsan, yanından geçip giden trene bakar gibi bakar rüyasına da. Ne dil anlatmaya muktedirdir ne de insanın hatırlayacak cesareti vardır onu. Yaşam rüyasının sonuna gelmiştir anlatıcı da. Ölüm ve onun sessizliğinden önce, "unutulamaz" olan, yaşam yahut rüya yahut hikâye konuşur yalnızca. Kendi sesi ve sessizliği içinde, korkuları ve umutlarıyla, tüm geçmişi ve geleceğiyle, anlattıkları ve anlatmadıklarıyla başlar "son" hikâyesini yazmaya. Peki, kaç kuruşa satacaktır "unutulmaz" hikâyesini? Karşılığında ömrünü verdiği bu yaşamını, rüyasını ve "tüm hikâyelerini doğuran" yaşamının hikâyesini?

Hatırladıkça kendini eksilten, hatırladıkça kendini budayan bir ağaca döner rüya.

4. Hikâyenin Şiiri: "Ölülerinizi Gömün!"

"ölülerinizi gömün" diyordu tanrı seni gömdüm / ben seni gömdüm de beni gömdüm / de beni gömdüm de ben seni gömdüm [...] beden tohumdu ve çatlardı bir gün / kalbin bir gül gibi açtığını gördüm / ben seni gömdüm de beni gömdüm / de beni gömdüm de ben seni gömdüm / ben seni gömdüm de beni gömdüm / de beni gömdüm de ben seni gömdüm.14

5. Hikâyenin Sonu: "Bekleyiş ve Unutuş"

Oğuz Atay, ömrü boyunca bir mektup yazmak ister ama adresini bilmez. Mektubu okuyucuya iletebilse de -yazsa ve gönderse de- nerede olduğunu söyleyemez. Bilmiyordur çünkü. Yalnızca bir istasyondur orası. Hikâyede mekânın istasyon olarak seçilmesi, "istasyon" göstergesinin zengin çağrışımları, metnin labirentlerini çoğaltır. Zamanın belirtilmemesi de tüm zamanları içine alan bir Tek-Zaman'ı yaratır. Yani bütün zamanlarda yaşanır bu hikâye. Oğuz Atay, dünyanın tüm zamanlarındahikâyesini "okuyacak olan"a yazmak, hep onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerede olduğunu bildirmek ister.

Moritz Heiman, otuz beş yaşında ölen bir adamın, hayatının her anında otuz beşinde ölen bir adam olacağını ileri sürer. Walter Benjamin de, burada, otuz beşinde ölen bir adamın, hayatının her anında otuz beşinde ölen bir adam olarak hatırlanacağının15 kastedildiğini söyler. Ben de biraz ileri giderek şöyle bitireyim cümlelerimi. Oğuz Atay da tüm bu dilsizliğe, tüm bu parçalanmışlığa, tüm bu sessizliğe ve yalnızlığa rağmen okuyucusunu bekleyen bir adamdır ve dünyanın tüm zamanlarında okuyucusunu bekleyecektir. Burada kastedilen, okuyucusunu bekleyen adamın, hayatının her anında okuyucusunu bekleyen bir adam olarak "hatırlanacak" olmasıdır. Hatırlanacaktır çünkü Oğuz Atay'ın -okuyucusunu-"bekleyişi" onu ölümsüz kılmıştır.

1 JacquesRanciere, Suskun Söz, s.44.

2 Oğuz Atay, "Demiryolu Hikâyecileri-Bir Rüya", Korkuyu Beklerken, s. 187.

3 a.g.e., s. 193.

4 a.g.e., s. 193.

5 a.g.e., s. 196.

6 Walter Benjamin, "Hikâye Anlatıcısı", Son Bakışta Aşk, s. 101.

7 a.g.e., s.87.

8 JacquesRanciere, Suskun Söz, s.25.

9 a.g.e., s. 15.

10 Ahmet Melih Karauğuz (Ed.), "Postmodernizm Öldü mü?",Bitmemiş İnşa: Postmodernizm,s. 275.

11 Walter Benjamin, "Hikâye Anlatıcısı", Son Bakışta Aşk, s. 93.

12 Paul Celan, Karşılaşmalar, s.20.

13 JacquesRanciere, Suskun Söz, s.85.

14 Ahmet Sarı, Ahmed'e Konmaya Çalışan Sineğin Arzusu, s. 29-31.

15 Walter Benjamin, "Hikâye Anlatıcısı", Son Bakışta Aşk, s. 103.

Kaynakça:

Ahmet Sarı, Ahmed'e Konmaya Çalışan Sineğin Arzusu, Erzurum: Salkımsöğüt Yayınları, 2011.

Ahmet Melih Karauğuz (Ed.), Bitmemiş İnşa: Postmodernizm, İstanbul: Ketebe Yayınları, 2020.

Jacques Ranciere, Suskun Söz (Çev. Ayşe Deniz Temiz), İstanbul: Monokl Yayınları, 2011.

Oğuz Atay, Korkuyu Beklerken, İstanbul: İletişim Yayınları, 2019.

Paul Celan, Karşılaşmalar: Şişedeki Mesaj - Meridyen - Dağlarda Sohbet, İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2020.

Walter Benjamin,"Hikâye Anlatıcısı", Son Bakışta Aşk, İstanbul: Metis Yayınları, 2018.