Önce ahlak ve maneviyat!
1. Ahlak dinden öncedir! Mesela, Kur’an-ı Kerim kendini “ huden lil-muttakîn” olarak nitelendiriyor: Kitap, “takva sahipleri için” bir hidayettir. Takva yoksa, inanç da yoktur. Takva, ahlak ve maneviyattır. Kişi düzgün değilse vahye muhatap olamaz.
1. Ahlak dinden öncedir! Mesela, Kur’an-ı Kerim kendini “huden lil-muttakîn” olarak nitelendiriyor: Kitap, “takva sahipleri için” bir hidayettir. Takva yoksa, inanç da yoktur. Takva, ahlak ve maneviyattır. Kişi düzgün değilse vahye muhatap olamaz.
2. Kapitalizm ise her şeyi kendi rengine boyayarak peşinden sürükleyen bir seyl-i huruşândır. Özgürleştirmez, hükmü altına alır! Peter Bloom’un kelimeleriyle:
Kapitalizm beşerî varoluşun bütün yönlerini istila edip sömürgeleştirdi. İçinde yaşadığımız çağ, her şeyin piyasalaşması ile tanımlanıyor. Eğitimden nakliye ve sağlığa kadar, bir zamanlar kutsal sayılan kamu kurumları gün gün özelleşiyor. Doğrudan piyasanın avı olmadan paçayı kurtaranlar bile giderek kâr ve verimliliğin demir mantığına tabi kılınıyor. Yeni binyılda, kamu yararı esas olarak bir özel çıkardır. 1
Her şeyin metalaşması, bütün insani ilişkilerin piyasalaşması, ahlak ve maneviyatımızı derinden dönüştürüyor olmalı ki, Türkiye’de dinî rengi olan bir siyasetin ilk temsilcisi sayabileceğimiz Necmettin Erbakan, neredeyse her konuşmasını şu aforizmayla süslüyordu: “Önce ahlak ve maneviyat!” Nitekim Bloom’a göre, yukarıda tasvir edilen durumdan bile daha sıkıntılı olan gerçek, kapitalizmin bizzat bilincimize ve benlik duygumuza topyekûn sinmiş olmasıdır. “Piyasa sadece sosyal, siyasal ve iktisadi ilişkilerimize hükmetmekle kalmıyor. Dünyaya bakış tarzımızı, akletme tarzımızı ve ahlaki hükümler verme tarzımızı da biçimlendiriyor. Jameson’ın işaret ettiği gibi, dünyanın sonunu tahayyül etmek, kapitalizmin sonunu tahayyül etmekten daha kolay. Piyasanın aşırılık ve sömürüsüne tabi kılınmış olmanın çok ötesinde, modern insanlar serapa düşünen ve eyleyen piyasa reayasına dönüştüler.”
Piyasa ahlakı, bireysel ve kollektif iyilik fikrimizi de dönüştürdü. Artık her şey, piyasa (yani bireysel kazanç) ideallerini yansıtıyor.
“Gözüdoymaz” bankacı ve “psikopat” finansçı imgeleri ekonomi ve toplumu tehdit ediyor. “Bu endişelerin altında yatan, insanların genelde daha az ahlaki davrandıklarına dair ortak korkudur. Bireysel erdemin hâli hazırdaki durumu hususunda açık bir moral panik söz konusudur.”2
Moral paniğin ilk kuramcıları
Yeni olan, meselenin kendisi değil aslında, kapsamıdır. Basit bir mesele olmaktan çıkıp, paniğe dönüşmüş olmasıdır. Yoksa kapitalizmin yeni ahlakı 18. yüzyılda düşünsel kıvamını bulmuştu zaten.
Mandeville, Rousseau ve Smith bu oluşum sürecinin kilometre taşlarıdır. Adam Smith içinde yaşadığı, bizim bugün genel olarak kapitalizm diye nitelendirdiğimiz gerçekliğe ticaret toplumu” (commercial society) adını vermişti. Daha önceki toplumlarda da ticaret vardı pek tabii, yeni ve farklı olan, şimdi herkesin ancak mübadele sayesinde var olabildiği, yani her ferdin bir tüccar hâline gelmiş olduğuydu.
Yeni toplumun gözü kapalı avukatı Mandeville, ondan daha gözü kapalı hasmı ise Rousseau idi. Smith, bu iki mübariz arasındaki uzlaştırıcıdır. Bazen Mandeville’cidir, bazen Rousseau’cu. Boyuna yanlış anlaşıla gelmesi de bu yüzdendir.
Rousseau, modernliğin filozof düşmanı filozofudur. Aydınlanma iyimserliğine bayrak açan bir aydın vahşi. Romantiklerden neoliberalizm karşıtlarına kadar, anti-kapitalistlerin öne sürdüğü ciddi argümanların çoğunun köklerini onda bulabiliriz.
Voltaire 1755’te Eşitsizlik Hakkında Nutuk kitabını aldığında, Rousseau’ya şöyle yazmıştı: “İnsan ırkına karşı yazdığınız yeni kitabınızı aldım efendim. Eserinizi okuyan, dört ayak üstünde yürümeyi arzular. Fakat bu alışkanlığı 60 yıldan fazla zaman önce yitirdiğim için, maalesef (hayvanlığa rücu etmemin) mümkün olmadığını hissediyorum.”
Rasmussen, bu görüşün Rousseau’ya karşı o devrin ortak yaklaşımı olduğuna dikkat çekiyor. “Tabiat hâlinde insanların kendine-yeterli, eşit, masum ve mutlu olduklarını; toplum hayatında ise bağımlı, eşitsiz, yoz ve sefil hâle geldiklerini” ileri sürmesinden dolayı, Rousseau toplum ve medeniyetin büyük hasmı diye nitelendiriliyordu. Oysa Rousseau’nun köktenci eleştirisi herhangi bir topluma değil, yaşadığı çağdaki ticaret toplumlarına yönelikti.3
“İnsanlık Partisi” diye yaftalanan Aydınlanma filozofları daha medeni, daha müreffeh, daha barışçıl ve daha özgür bir dünya peşindeydiler. Seküler bir ticaret dünyasının daha iyi bir dünya olacağını düşünüyorlardı. Ticaret, insanları hem yumuşatacak hem özgürleştirecekti. Bunların toplamına İlerleme (progress) diyeceksek, Rousseau işte tam da bu iyimserliğin sistematik düşmanıydı. İnsanların doğal durumda sahip olup da medeni hayatta yitirdikleri şeyi hatırlamalarını istiyordu. Tabiat hâlinde (state of nature) insanoğlu sağlıklı bir benlik sevgisine sahipti (amour de soi). Toplum hayatında ise yapay bir sevgi geliştiriyordu: amour-propre. Birincisinde kendinizi kendi gözünüzde değerli buluyor; ikincisindeyse, kendi değerinizi başkalarının görüşlerine bağımlı kılıyordunuz.
- İş bölümü, başkalarının görüşlerine bağımlı olma sürecini hızlandırdı.Ticaret toplumu hayatı kolaylaştırdı fakat insanları tek iş yapan, tek-boyutlu, zayıf ve cahil tiplere dönüştürdü. Daha önceki çağlarda ölümcül bir kötülük sayılan lüks, normalleşti. İnsanlar, mutlu olma sanatı dışında, bütün sanatlarda ilerlediler. “Biz yumuşağız, öncekiler mutluydu; biz aklımızı kullanıyoruz, öncekiler makuldü; biz kibarız, onlar insandı; bizim bütün zevklerimiz dışımızdadır, onlarınki kendi içlerindeydi.”
- “Biz yumuşağız, öncekiler mutluydu; biz aklımızı kullanıyoruz, öncekiler makuldü; biz kibarız, onlar insandı; bizim bütün zevklerimiz dışımızdadır, onlarınki kendi içlerindeydi.”4
Allan Bloom’un, “Burjuva, başkalarıyla iş yaptığında, sadece kendini düşünendir; kendini anlamada ise sadece başkalarını düşünendir” ifadesi, Rousseau’cu yaklaşımın özetidir. Medeni insan, arzu ettiği her şeye sahip olsa bile mutlu olamaz çünkü başkalarınca empoze edilen yanlış şeyleri arzu etmektedir. Julie yahutYeni Heloise romanında şöyle diyordu: “Özgün basitliğini bir kenara fırlattıktan sonra, insan o kadar ahmaklaşır ki, neyi nasıl isteyeceğini bilemez olur. Gerçekleşen arzuları onu servete boğsa da asla saadete erdiremez.”
Adam Smith hem okuyan hem gezen bir düşünür olarak, Rousseau’nun bütün fikirlerine aşinaydı. Voltaire’i “Fransa’nın o güne kadar yetiştirdiği en evrensel deha” sayıyor ve Paris salonlarında Turgot, Quesnay, Mirabeau gibi filozof ve ekonomistlerle buluşuyor olsa da, hepsinin amansız hasmı Rousseau’yu da çok ciddiye alıyordu.
Saint-Fond, 1782 yılında Edinburgh’da ziyaret ettiği Smith’in “Rousseau’dan âdeta dinî bir saygıyla söz ettiğini” ve şunları söylediğini kaydediyor: “Voltaire, insanlığın kötülük ve ahmaklıklarını, onlara gülerek ve bazen de kızarak düzeltmeye çalışıyordu. Rousseau ise insanları aklın kalbine (heart of reason) götürüyor. Toplumsal Sözleşme maruz kaldığı bütün zulümlerin öcünü alacaktır.”
Arılar Meseli, Rousseau ve Smith
Smith’e göre, Rousseau’nun fikirleri esas olarak Bernard Mandeville’in 1714’te yayımlanan Arılar Meseli’ne karşı geliştirildi. Rousseau zaten Mandeville için “insani erdemlerin en aşırı saptırıcısı” demişti. Fakat Smith her ikisinin birçok ortak noktası olduğunu da düşünüyordu. Her ne kadar tabiat hâli Rousseau için çekici, Mandeville içinse berbat olsa da, toplum düzenine doğru yavaş fakat kaçınılmaz bir ilerleme olduğunu ikisi de kabul ediyordu. Bu ilerlemenin en kritik sonucu olan eşitsizliği idame ettiren adalet yasaları “kurnaz ve güçlü olanların eseriydi.”5
Rousseau, Mandeville’in Arılar Meseli’ni “ticaret toplumunun en sadık ifadesi” sayıyordu. Smith’e göreyse, bunlar ticaret toplumunu aynı terimlerle tanımlıyor fakat farklı terimlerle yorumluyorlardı. “Rousseau, Mandeville’in adi madenini saf altına dönüştüren simyacıydı.” Fakat üstadın felsefi simyası, felsefe taşı kadar aldatıcıydı da!
Smith için ticaret toplumunun alamet-i farikası iş bölümüydü. Her türlü ekonomik ve toplumsal ilerleme, iş bölümünün eseriydi. Fakat iş bölümü aynı zamanda özel mülkiyete ve toplumsal eşitsizliklere açılan kapıydı. Hükûmet ve yasalar, Rousseauiçin “zenginlerin yoksulları baskı altına aldığı araçlar” iken; Smith için yoksulların da yararlandığı nimetlerdi.Evet, eşitsizlik kaçınılmazdı.
“Büyük mülkiyetin olduğu her yerde, büyük eşitsizlikler vardı. Her zengin insana karşı, en az beş yüz yoksul olmalıydı ve azınlığın refahı çoğunluğun sefaletini gerektiriyordu.”6
Hukuk Üzerine Dersler’de ise “Bütün dünyayı giydirenlerin kendileri çullar içinde yaşıyor” diyordu. İş bölümü aynı zamanda işçiyi zihnen zayıflatıyor, aptallaştırıyordu.
Marx’tan başka hiçbir filozof iş bölümünün insani maliyetlerini Smith kadar keskin biçimde ortaya koymuş değildi. Smith, 1759’da yayımlanan Ahlakî Duygular Kuramı’nda servete karşı erdem ve hikmete değer verenlerin küçük bir azınlık olduklarını söylüyordu.
Fakat, Rousseau’nun aksine, bunun ticaret toplumuna özgü bir sorun değil, bütün çağların temel bir özelliği olduğunu düşünüyordu. Servet avcılarının (the candidates for fortune) sık sık erdem yolundan saptıklarını kabul ediyor fakat gene Rousseau’nun aksine, bunun ticaret toplumunun bütün fertlerinde değil, esas olarak “yüksek hayat kademelerindeki” insanlarında görüldüğünü belirtiyordu.7 İşte bu yüksek kademelerdeki “erdem yolundan sapmanın” tarihini yazmak da romancılara düşüyordu.
Thomas Mann ve Orhan Pamuk
Buddenbrook ailesi soylu bir tüccar ailedir; servetlerini “harama bulaşmadan” edinmişlerdir. Fakat üçüncü kuşakta işler başlangıçta yükselişe geçmiş olsa da, bir süre sonra yalpalamaya başlar ve firma üst üste zarar eder. İşte tam bu sırada 35 bin mark borca sıkışan Bay von Maiboom, çiftliğini kelepir fiyata satmanın yollarını aramaya başlar. Durumu öğrenen “tecrübeli dul” Tony, Thomas’ı bu fırsatı değerlendirmeye ikna etmeye uğraşır. Thomas Buddenbrook ilk başta zavallı adamın hâline acıyor gibidir: “Bu gibi işlerin daha çok Hessen eyaletinde yapıldığını duymuştum, çiftliklerin büyükçe bir bölümünün Yahudilerin elinde bulunduğu Hessen’de.
Zavallı Bay von Maiboom, kim bilir hangi tefecinin ağına düşecek...” Kız kardeşi Tony, onu çıplak gerçeğe doğru çeker: “Yahudiler mi? Tefeciler mi? Fakat burada söz konusu olan sensin Tom, sensin!” Thomas Buddenbrook şaşkındır, bu öneriyi Tony’nin “saflığına ve şaşkınlığına” verir. “Saflık mı? Şaşkınlık mı? Ben seni anlamıyorum, Tom. Anlamaktan da çok uzağım! İyi bir iş yapman, hem de hayatının en iyi işini yapman için bir fırsat çıktı karşına...” Buddenbrook sertleşir, saçmalıyorsun diye azarlar kardeşini: “Bana hiç yakışmayan onursuzca işler öğütlediğini, beni böylesine kirli işlere yönlendirmek istediğini anlamıyor musun? Benden bulanık suda balık avlamamı istiyorsun! Çaresizliğe düşmüş bir insanı acımasızca sömüreyim mi? Bu çiftlik sahibinin içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan yararlanıp onu dolandırayım mı? Tefecilik yapıp para kazanayım diye adamın bir yıllık ürününü yarı fiyatına satması için onu sıkıştırayım mı?”
Daha önce iki ahlaksız tüccarla talihsiz evlilikler yaşamış olan Tony, acımasız bir gerçekçilikle kendini savunur: “Konuya bu açıdan bakman gerekmez! Onu zorlamak, onu sömürmek de ne demek? Onun kendisi başvuruyor sana. Paraya ihtiyacı var ve bunu da dostluk yoluyla halletmek istiyor: el altından ve kimselere duyurmadan!” Thomas, ilk duruşunda ısrarlıdır hâlâ: “Ben geleneklerine bağlı bir insanım. Yüzyıllık geçmişimizde hiç böyle bir iş yapmadık. Böyle dolaplar çevirmeye hiç niyetim yok.” Bu denli dürüst ve aile geleneğine bağlı bir adam, asla çözülmez diye düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz.
Gerçekçiliğin akılcı (yani Şeytani) yüzü onu ele geçirecektir er geç: “Kuşkusuz, geleneklerine bağlı bir insansın ve buna saygı duymak gerekir! Doğru, babam böyle bir işe kesinlikle yanaşmazdı; Tanrı korusun, bunun aksini kim söyleyebilir ki... Fakat ne kadar sersem biri olsam da, senin babamdan çok farklı bir insan olduğunu, firmanın başına geçtikten sonra işlere farklı bir yön verdiğini biliyorum, bu arada babamın yapmak istemeyeceği bazı işleri yaptığını da... Gençsin ve böyle işlerin üstesinden gelebilecek girişimci bir kişiliğin var. Fakat son zamanlardaki bazı başarısızlıklarından dolayı biraz korkak davranmaya başladın, bu beni kaygılandırıyor... Şu sıralar eskisi kadar başarılı işler yapamıyorsan, bunun nedeni aşırı dikkatli davranman ve vicdanının sesini dinleyip korkmandır, bu yüzden de kârlı işleri elinden kaçırıyorsun...”8
Kapitalizmin özü, girişimci burjuvanın kârlı işleri elden kaçırmamasıdır. İçinin kusurlarla ısınması, sevincinin inatçı seslere karışmasıdır. Her şeyi ele geçirmeye odaklı “dünyada cennet” yanılsaması, ancak böyle istila edebilir insan aklını. Orhan Pamuk’un ilk önemli roman kahramanı da öyle yapmıştı.
Oduncu Cevdet 32 yaşındayken Belediye’nin ve Şirketi Hayriye’nin bütün lambalarını satın alma imtiyazını elde edince ticaret çevrelerinde adı “Işıkçı Cevdet Bey”e çıkmış, bu işten sonra şirketi tam dört misli büyütmüştü.
Belediyede herkese rüşvet dağıtmıştı. “Bu biraz sıkıcı bir anıydı, ama başarısını gölgelemiyordu. Rüyasını hatırlayarak neşelendi: Eh,ne yapayım. Kimse beni cezalandırmıyor... Üzerinde onu her zaman koruyan, görünmez bir zırh varmış gibi rahat ve yıkılmaz hissediyordu kendini.”9
İnsan gene de çoğunu, daha çoğunu isterdi
Beyaz ve kar kokulu bir dünyadan.
Dur dinlen nedir bilmeyen akıl kalırdı hep orda
Öyle ki kaçmak ister insan, sonra geri dönmek Uzun bir süredir kurulmuş olana
Eksiklik, kusur bizim cennetimizdir.
Unutma, bu acılıkta, sevinç,
İçimiz kusurla ısındığından beri Çatlak sözlerde, inatçı seslerde.
(Wallace Stevens, çev. M. Cevdet Anday)
1. Peter Bloom, The Ethics of Neoliberalism: The Business of Making Capitalism Moral, New York: Routledge, 2017, s. 1.
2. Age, s. 19.
3. Dennis C. Rasmussen, The Problemsand Promise of Commercial Society:m Adam Smith’s Response to Rousseau, Pennsylvania: Pen State University Press, 2008, s. 15.
4. Age, s. 30.
5. Age, s. 61.
6. Adam Smith, Wealth of Nations, Indianapolis: Liberty Fund, 1981,s. 710.
7. Rasmussen, s. 78.
8. Thomas Mann, Buddenbrooklar, İstanbul: Can, 2009, s. 398-400.
9. Orhan Pamuk, Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Can, 2012, s. 20.