Mağarada üç mum: roman, tarih ve sosyoloji
Edebî yaratıcı kendini çeşitli deneyimlerle özdeşleştirme kabiliyetine sahiptir ve fantezi gücü sayesinde çağdaşlarının asli meselelerine açıklık getirebilir. O hâlde, insanı ve toplumu anlama arayışındaki sosyoloji, bu zengin edebî birikimden niçin yararlanmasın?
Aslında ülkemizde erken başlayan ama maalesef akamete uğrayan bir girişimden söz ediyorum. “Roman en hakiki sosyolojidir” demişti Ziya Gökalp.
Buna yüz yıl sonra tarihi ben ekledim. Henry James, Gökalp’ten yarım yüzyıl önce, sadece romancıların değil, çoğu edebî sanatçıların “bizzat hayatın rengini yakalamaya çalıştıklarını” söylemiş; benden yarım yüzyıl önce de Coser, edebiyatın en önemli “içtimai şahitlik” olduğunun altını çizmişti: “Bir şair yahut romancının ‘haddeden geçmiş’ duyarlılığı, çoğu sosyolojik araştırmaların dayandığı acemi deneklerin izlenimlerinden daha zengin bir toplumsal içgörü kaynağı sunabilir.
Birinci sınıf romancının bir yeri, eylemi veya karakter çatışmasını tasvir ederkenki idrak yoğunluğu, sosyologların bel bağladığı gözlemcilerin harcı değildir.
Edebî yaratıcı kendini çeşitli deneyimlerle özdeşleştirme kabiliyetine sahiptir ve fantezi gücü sayesinde çağdaşlarının asli meselelerine açıklık getirebilir. O hâlde, insanı ve toplumu anlama arayışındaki sosyoloji, bu zengin edebî birikimden niçin yararlanmasın?
Sosyolojinin ana meselesi, modernliği/kapitalizmi modern insana açıklayabilmektir. Kapitalizm, başından itibaren romana konu olacak dört büyük mesele çıkardı ortaya:
- Sistemin ana karakteri nedir ve özellikle bireysel düzlemde nasıl oluştu?
- Eski değerlere karşı tutumu ne oldu, hangi yeni değerleri empoze etti?
- Kurbanlarına karşı kendini nasıl korudu?
- Yeni (imtiyazlı) durumu ahlaken nasıl haklılaştırdı?
Evet, başta tarih ve sosyoloji olmak üzere bütün sosyal bilimler son iki yüzyılda bu soruların mümkün cevapları için seferber oldular. Fakat edebî ulema hem meselelerin ilk formülasyonunda hem de sistemin hakikatine nüfuz edişte mümtaz fakat mühmel bir konuma sahip olageldi. Mustafa Kemal’in meşhur sözüne nazire yaparsak, şiir ve romandan beslenmeyen sosyal bilimin hayat damarlarından biri kesik demektir.
Braudel/Stendhal, Weber/Dickens
Serbest piyasacı liberallerin aksine, Fernand Braudel kapitalizmin “piyasa düşmanı” bir sistem olduğuna inanıyordu. Piyasa fiyatı en düşük fiyattı; hangi soy veya dinden olursa olsun, kapitalist azami kazanç için serbest piyasadan almak, tekelci fiyatlarla da satmak isterdi. Bunun iki yolu vardır: bireysel beceri ve devlet desteği. Her ikisi de size piyasada rakiplerinize karşı bir üstünlük sağlayabilir.
Birinci üstünlük kısa vadelidir; muhakkak sizden daha becerikli birileri ortaya çıkacak, göreli avantajınızı yok edeceklerdir. Ama devlet desteğini arkanıza almayı başarmış iseniz, muhtemel rakipleriniz fiziksel olarak engellenecekleri için, bileğiniz orta ve uzun vadede de bükülemeyebilir.
Braudel, kapitalizmi büyük sermaye ile devlet arasında, geniş halk yığınları aleyhine bir “suç ortaklığı” sayıyordu.
Fransız tarihçiden aşağı yukarı yüz elli yıl evvel, Fransız romancı bu suç ortaklığını hiçbir şüpheye yer vermeyecek surette “canlandırabiliyordu”:
Verrieres kasabası bıçkıcılık sanatıyla meşhurdu. Fakat asıl zenginliği, “Mulhouse basması denilen boyalı bez” dokuyan bir fabrika üretiyor; “dilber kızların işçi olarak çalıştığı” bir fabrika ise çivi imal ediyordu. Fabrikatörün bütün kabiliyeti, “alacağını kuruşuna kadar almaktan, borcunu ise mümkün olduğu kadar geç vermekten” ibaretti. Bu bireysel kabiliyete, Napolyon sonrası iktidar ayıplı bir nitelik ilave etti: “1815’ten beri sanayici olmaktan yüzü kızarır: Çünkü 1815 onu belediye başkanı yapmıştı.”
Bu konumu sayesinde, hem inatçı bıçkıcı Sorel’in arsasını satın alıyor hem de bıçkısını çalıştıran “herkesin malı” ırmağın yolunu çevirme müsaadesini “devletten koparabiliyordu.”4Paris-Londra ekseninde hızla yayılmakta olan yeni sosyal sistemin başlıca erdemi “yeni” olmaktı. Yenilik kendi başına bir değerdi.
Bu duruma Dickens’tan daha iyi kim “can verebilir”di? Bay ve Bayan Veneering, “Londra’nın yepyeni bir semtinde, yepyeni bir eve yeni çıkmış insanlardı. Bütün mobilyaları yeniydi, bütün arkadaşları yeni, bütün hizmetkârları yeni, yiyecekleri yeni, arabaları yeni, koşumları yeni, atları yeni, resimleri yeni, kendileri bile yeniydi.” 5
Sosyolog Max Weber bu yeni insanların yeni sisteminin “piyasa serbestisi, rasyonel teknoloji, rasyonel sermaye muhasebesi, rasyonel hukuk ve özgür emek” gerektirdiğini; bütün bu şartların ancak yakın yüzyıllarda Protestan kuzey-batı Avrupa’da bir araya gelebildiğini belirtiyordu.
Bunların nihai sonucu, “iktisadi hayatın topyekûn ticarileşmesi” idi.6 Modern şirket, iktisadi hayatın temel birimidir ve şirket üzerindeki mülkiyet haklarını temsil eden ticari belgeler (hisseler), her an başkalarına devredilebilir kâğıtlara dönüşmüştür. Hisse trafiği, yeni toplumun sadece temel iktisadi faaliyeti değil, başlıca dinî ve siyasi ritüelidir:
“Bu dünyada yapılacak tek şey varsa o da hisse trafiğidir. Soyun sopun olmasın, yerleşik bir karakterin olmasın, fikrin olmasın, görgün olmasın, hissen olsun. Yönetim kuruluna büyük harflerle adın yazılacak kadar hissen olsun, gizemli işler için Londra’yla Paris arasında mekik doku, büyük adam ol. Nereden geliyor? Hisselerden. Nereye gidiyor? Hisselere. Zevkleri neler? Hisseler. İlkeleri neler? Hisseler. Onu Parlamento’ya ne soktu? Hisseler. Ey, yüce hisseler!”7
Marx, Hugo ve Mann
Yüce hisselerin marifeti, toplumu keskin hatlarla iki sınıfa ayırmak oldu: mülksüzler ve mülk sahipleri. Eski toplum bir bütün olarak daha yoksul olsa da, hiçbir ferdini dışlamıyor, işsiz güçsüz, ekmeksiz ve güvenliksiz bırakmıyordu. Yeni toplumda ise “üretimde durmaksızın devrim yapılması, toplumsal konumların hepsinin sürekli sarsılması, sonsuz güvensizlik ile kıpırdanma kentsoyluluk (burjuvazi) çağını önceki çağların hepsinden ayırıyordu.”8
Bu güvensizlik çağını Victor Hugo’dan daha iyi kim canlandırabilirdi? “Jean Valjean budama mevsiminde günde on sekiz metelik kazanırdı. Sonra da orakçı, ırgat, sığırtmaç, hamal olarak çalışırdı. Yapabildiği her işi yapardı. Ablası da gerçi çalışıyordu ama yedi çocukla ne yapabilirdi ki? Sefaletin avucuna alıp yavaş yavaş ezdiği hazin bir topluluktular. Derken çetin bir kış oldu, Jean işsiz kaldı. Ailenin ekmeği yoktu. Ekmeksizlik! Ve yedi çocuk!”9
Bir fırının camını kırıp ekmek çalmaya kalksa da, kolunu kanatmakla kaldı ve tam beş yıl küreğe mahkûm edildi.Artık adı Jean Valjean bile değildi, 24.601 numaraydı.Fransız romancı, kahramanının başına gelen olayın, kapitalistleşen Avrupa’yı bütünüyle temsil ettiğinin bilincindeydi: “Claude Gueux bir ekmek çalmıştı; Jean Valjean da bir ekmek çaldı. Bir İngiliz istatistiği, Londra’daki beş hırsızlıktan dördünün doğrudan doğruya açlık nedenine dayandığını göstermektedir. (...) Jean Valjean hapse hıçkıra hıçkıra girdi. Oradan ruhu kararmış duygusuz bir insan olarak çıktı.”10 Komünist Manifesto 1848 ayaklanmaları sırasında, egemen sınıfa gözdağı vermek maksadıyla kaleme alınmıştı.
Sarsıcı ilk cümlesi şuydu: “Avrupa’da bir hortlak kol geziyor.Komünizm hortlağı.” Bu hortlakla başa çıkmak için “eski Avrupa’nın bütün güçleri, Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız köktencileri ile Alman polisi” el ele vermişlerdi. Bu “kutsal sürek avını”Thomas Mann’dan daha çarpıcı canlandırabilen de çıkmamıştır, diyorum! Ayaklanma sırasında kentte büyük bir tedirginlik baş gösterince, Konsül Buddenbrooklar’ın evinde ayaklar hemen baş oluverir: “Şimdiye kadar büyük bir saygı ve bağlılık göstermiş. olan aşçı kız Trina, içinde sakladığı öfkesini açığa vuruvermişti. Bayan Konsül, arpacık soğanı sosu iyi olmamış diye onu uyarınca, kız sıvalı kollarını kalçalarına dayamış ve ‘Biraz daha bekleyin, Bayan Konsül, bu böyle devam etmeyecek, çünkü bu düzen değişecek. O zaman ipekli elbiseler giyip kanepeye sizin yerinize ben oturacağım ve siz bana hizmet edeceksiniz!’ demişti.”11
İki grup oluşmuştu kentte: Konsül Buddenbrook’un da aralarında bulunduğu yurttaş grubu, “sınıf ayrımına dayalı seçim!” ilkesini savunurken; halk grubu “genel seçim hakkı!” istiyordu. Bazıları da “eşitlik ilkesine dayalı seçim!” diye seslerini yükseltiyorlardı ama bundan ne anladıklarını kendileri de bilmiyordu. Sınıf farkının ortadan kaldırılması gibi fikirler dolaşıyordu ortalıkta.
1848 yılı ekim ayının ilk günü birden sokaktan bağrışmalar ve haykırış sesleri duyuldu. Clara, “Anneciğim, neler oluyor? Bütün herkes... Ne istiyorlar bunlar? Neden böylesine sevinçliler?” Bayan Konsül: “Aman Tanrım! Yoksa… Evet, bu bir ihtilal... Bir halk ayaklanması.” Uşağı Anton’a: “Aşağıya in! Kapıyı kilitle. Bütün kapıları kapat!”
Bay Konsül hemen meclise gitmek için evden çıkar. “Jean, yoksa dışarıya mı çıkacaksın?” Evet, meclis toplantısına gidecektir. “Ama halk ayaklanması, Jean, ihtilal...” Bay Konsül soğukkanlıdır, durumun o kadar da ciddi olmadığını söyler: “Tanrı’nın koruyucu elleri üzerimizde. Bir grup genç insan bir araya gelmiş, belediye önünde ya da pazar yerinde biraz gösteri yapacaklar... Devlete çok çok birkaç pencere camına mal olur, hepsi bu.” Varlıklı yüksek tabaka bir bütün olarak tedirgin olsa da, nedense yurttaş grubundan bazılarının kalbi “asilerle birlikte” çarpıyor. Müphem sloganlar atarak yaklaşıyor asiler: “İlkeler!” “Vatandaşlık hakları!” Konsül, kalabalığa seslenir: “Nedir yaptığınız bu saçmalıklar?” Depo işçisi Carl Smolt, ağzındaki ekmeği çiğneyerek: “Bilmem nasıl söylesem... istediğimiz şey... Daha fazla bekleyemeyiz... şey... ihtilal yapmak istiyoruz.” Konsül Buddenbrook ile basit bir işçi arasındaki bu konuşma 1848 ruhunu en az Manifesto kadar hâkimane yansıtıyor:
“Neler saçmalıyorsun sen, Smolt!” “Evet, Bay Konsül, belki de haklısınız ama başka çaremiz yok... Biz yeni bir düzen istiyoruz, hepsi bu, başka bir şey istediğimiz yok...” “Düzeni bozuyorsunuz diyorum size! Sokak lambalarını bile yakmadınız... Ne ilgisi var bunun ihtilalle?” “Evet, Bay Konsül, siz de biliyorsunuz! Bütün bunlar herkese eşit seçim hakkı tanınması için. (...) Başka şansımız kalmadı, ihtilali mutlaka gerçekleştireceğiz. Bu kesin. İhtilal her yerde var, Berlin’de ve Paris’te.” “Smolt, (tam) ne istiyorsunuz siz? Bunu bana bir söyleseniz!” “Evet, Bay Konsül, söyleyeyim öyleyse: Cumhuriyet istiyoruz.” “Ama istediğiniz yerine getirildi ya!” “Evet, ama ben bir tane daha istiyorum!” Sahi, Türkiye’de biz en son kaçıncı cumhuriyeti istemiştik?
1 Theda Skocpol, “Sociology’s Historical Imagination,” Vision and Method in Historical Sociology, ed. T. Skocpol, Cambridge, 1984 içinde, s. 1.
2 G. Delanty ve E. Işın, The Handbook of Historical Sociology, London: Sage, 2003, s. 1.
3 L. Coser’in Sociology through Literature (1963) başlıklı eserinden aktaran Mariano Longo: Fiction and Social Reality, Surrey: Ashgate, 2015, s. 104.
4 Stendhal, Kırmızı ve Siyah, İstanbul: İletişim, 2010, s.7.
5 Dickens, Müşterek Dostumuz, İstanbul: İthaki, 2010, s. 35.
6 Stanislav Andreski, Max Weber on Capitalism, Bureaucracy and Religion, London: Allen and Unwin, 1983, s. 109.
7 Müşterek Dostumuz, s. 143.
8 Marx-Engels, Komünist Manifesto, İstanbul: İthaki, 2017, s. 85.
9 Victor Hugo, Sefiller I, İstanbul: İletişim, 2000, s. 126. 10 Age, s. 130. 11 Thomas Mann, Buddenbrooklar, İstanbul: Can, 2009, s. 159.