Kendini yeniden doğuran bir yazar: Emil Cioran

HÜMEYRA ÇALIŞKAN
Abone Ol

Cioran ömrünün büyük bir kısmını “İnsan nasıl olur da Rumen olur ve yine kendisi olabilir?” sorusunu sorarak geçirdi. Bu soru aslında Cioran’ın felaketinin özetiydi.

  • Tüm hayatımı gerçekten ait olduğum yerden kovulmuşum hissiyle yaşadım. “Metafiziksel sürgün” deyişinin hiçbir anlamı olmasaydı bile, benim varlığım buna bir anlam vermeye yeterdi.
  • —Cioran, “De l’inconvénient d’être né,” Oeuvres,1320

Emil Cioran hiçbir zaman Fransa’ya ait olmadı. Ait olduğu toprağın omzuna yüklediği ağır yük ve kimliğini oluşturan tüm değerleri, kökleri, dili bir yana bırakıp bambaşka bir ülkenin sürgününde yeniden “varolabilme”yi denedi, sancısını çekti ve bir ömür bu yükü taşıdı. 38 yaşında ana dilini bir yana bırakıp Fransızca yazmaya başladığında düşünüşünün hiçbir zaman bir Fransız’a evrilemeyeceğini biliyordu. Melez bir var oluşun, dilin, kimlik arayışının pençesinde geçirdi yıllarını.

Emil Cioran

Cioran, Rumen bir Ortodoks papazının oğlu olarak Transilvanya’nın bir köyünde, 1911 yılında Raşinari’de doğduğunda, bulunduğu topraklar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası idi. 1918’e gelindiğinde Büyük Romanya’nın kuruluşu, dünya savaşları arası dönem boyunca süren ulusal kimlik kazanma mücadelesi Cioran’ın da yetişkinliğe adım attığı ve kendini aradığı dönemle paralel ilerledi. Artık Rumen entelektüellerinden olan genç Cioran dönemin popüler akımı totalitarizmin etkisine girdi. Fransa’ya taşındıktan sonra tamamen arkasında bıraktığı totaliter söylemi Wordswortp’ün de deyimiyle “gençlik hataları” olarak adlandırdı. Cioran’ın sonradan kaleme alacağı metinlerin özünü ve hatta özrünü oluşturdu.

Mevhibe Kor: Bir okuma grubunun hikâyesi
Nihayet

Cioran ömrünün büyük bir kısmını “İnsan nasıl olur da Rumen olur ve yine kendisi olabilir?” sorusunu sorarak geçirdi. Bu soru aslında Cioran’ın felaketinin özetiydi. Ait olunan coğrafya kişinin kendini gerçekleştirmesine izin verir ya da vermez, Cioran buna inanıyordu. Doğu Avrupa’nın kuytu bir köşesinde, belirsizliklerin kol gezdiği bir dönemde devridaimi olmayan önemsiz bir kültürde ve dilde doğmak Cioran için başarılı ve yaratıcı olmasının önündeki en büyük seti oluşturuyordu. Bu bir imkânsızlıktı. Felaketinden kurtulmak adına önce Berlin’e, sonra ömrünün sonuna dek yaşayacağı Paris’e gitti. Fransa’ya taşınması ile lirik /totaliter biçemi de arkada kalmıştı.

Paris’te ilk yıllar

Savaşın gölgesi, soğuk geçen kışlar, amansız bir kıtlık... Bu ortamda Paris’in Latin mahallesi entelektüelleri koca bir sobanın başında St. Germain-des-Prés Bulvarı’nda bulunan Café de Flore’de buluşuyorlardı.

Emil Cioran

Bu uğrak mekânın en büyük işlevi sıcak olmasıydı, çünkü o yıllarda ısınmak büyük bir problemdi. Kafenin müdavimleri arasında Jean-Paul Sartre ve arkadaşları yer alıyordu. Sartre’ın dediği “özgürlük yollarının Flore’dan geçmesi” ne kadar doğrudur bilinmez fakat “Varoluşçuluğun” ana vatanının bu kafe olduğunu iddia edile geldi. Mekân aynı zamanda Avrupa’da kara bulutların dolaştığı bu dönemde, öğrencilerin, yazarların, sanatçıların geçici sığınağı, nefesi olmuştu. Müdavimleri arasında sessiz, tek başına gelip giden mütevazi fakat uyumlu giyinen genç bir adam vardı. Üzerinde bir yabancılık, Fransız olmama hali hissedilse de sessizliğinin arkasında bu hâl çok da dikkat çekmemekteydi. Cioran her gün sabah sekizden on ikiye, öğleden sonra ikiden sekize, akşam ise dokuzdan on bire dek buraya geliyordu. Bu sessiz adam elinde sigarası, yan masadaki hararetli tartışmayı dinledi. her seferinde Sartre’ın yanında oturmasına rağmen tek kelime etmişlikleri olmadı. Ortamda bulunan Simone de Beauvoir ne zaman bir sigara çıkarsa Cioran ayağa kalkarak, gayet resmi bir şekilde tek söz etmeden Beauvoir’un sigarasını yakmayı ihmal etmedi. Cioran beş yıl boyunca her gün Fransız kültür dünyasının “idolünün” yanında tek kelime bile etmeden oturdu.

  • Bu sessizlik elbette ki tesadüf değil, bilinçli bir tercihti. Henüz Fransızca yazmaya başlamamış kendi küçük ülkesinde mütevazi bir ünü ve tanınırlığı olan bu adam Paris’te kendini gerçekleştirmekten uzak bir hiçti. Bu süreçte Sartre’ı izlemiş, dinlemiş ve kendi değerini keşfetmişti. Daha sonra yazdığı eserlerde Sartre’ın zihninde kapladığı yere şahit oluyoruz fakat onun yolunu kendine yol edinmediğini de bir röportajında belirtmişti.

İlk Fransızca kitap ve sonrası

1949 yılında Fransızca yazdığı ilk kitap Çürümenin Kitabı yayımlandığında Cioran artık Fransız entelektüel sahnesinde büyük ilgi görmüş ve “kural tanımaz çocuk” olarak anılmaktaydı. “Kural tanımaz çocuk” Çürümenin Kitabı’nı yayımladığında 38 yaşındaydı öncesinde sönük ana dilinde -olmak istediği sahnede kimsenin ilgisini çekmeyen- birkaç kitap yayımlamıştı. Cioran felaketinden, Rumenliğinden kurtulmanın belki de ilk kez kapısını Fransızca yazmaya başlayarak aralamıştı.

Jean Paul Sartre

Çürümenin Kitabı’ndan sonra, neredeyse her 4 yılda bir olmak üzere bir düzine Fransızca kitap yazdı. Avrupa’nın en ücra köşesinden gelmiş bir yabancı olarak zamanını bekledi, acele etmedi ve sonunda Avrupa entelektüellerinin, Fransız kültür çevrelerinin dikkatini çekerek, o dairenin içinde anılmaya başlamıştı.

Cioran kendi şöhretinin mimarı oldu, fakat peşinden koşmadı. Rivarol ödülü hariç verilen tüm ödülleri, röportajları reddetti, televizyonlarda görünmedi. Fransa yıllarında siyasi bir tutum da göstermedi. Artık eski Cioran değildi. Yaşamı boyunca “sürgünlük” bir saplantı olarak eserlerinde iz bıraktı. Kendi dünyasında kitaplarını yazan mütevazi, yabancı bir imge oluşturarak çekici bir edebi saygınlık kazandı.