Doğarken ölenler için şarkı
Çocuk doğurmaktan imtina eden büyük insanlık, yaşlılarını da çoktan hayvandan daha aşağıda yani hesabın dışında tutarak aslında bir bakıma simetrik bir hareketle insanlığın hem başını hem de sonunu kesip atmaktadır bünyesinden. Dolayısıyla çocukluğu ve yaşlılığı standart/hesap edici aklın faaliyet alanın dışındaki durumlarıyla birlikte düşündüğümüzde bu türden bir ameliyenin insanlık durumu içinde neyi dışarıda bıraktığını da görmemiz mümkün hale gelmektedir.
Black Mirror’ın 5. sezonki ön tanıtım videosu mutlu bir aile tablosuyla başlar. Büyük aile vurgusunun yalnızca Şeker ve Kurban bayramlarında hatırlandığına aşina olan neslin mensupları olarak çok da yadırgamadığımız sıradan bir bayram sabahıdır.
Babaanne ve dedelerini bir bayram sabahında ziyarete giden oğullar, gelinler, halalar, teyzeler, torunlar; eski resimler, kahkahalar, çikolatalar: herkes orada, yerli yerindedir. Öte yandan Black Mirror’un disütopik yani umutsuz anlatısının farkında olduğunuz için tedirginlik de hat safhadadır ve derken olanlar olur: Sesler kesilir, müzik yavaşlar, gülüşler hüzne dönüşür: Güneyde bir yerde güneşlenen oğullardan biri (Batının yedinci oğlu bu olmasın sakın?) gözlerindeki çiplerle senaryosunu ailecek yazılan filmi, karısının “hayatım siparişlerin geldi”leri cümleleriyle birlikte şezlongunda izlemektedir. İlgili sahne, dramatik anlatımın doruk noktasında, yani büyük anne ve büyük babanın da aynı filmi huzur evinde izlediklerini gördüğümüz sekansıyla son bulur; herkes kendi evinde ve yalnızdır…
Virüsün etki alanı
Çin’de başlayan, derken bütün dünyayı etkisi altına alan koronavirüsünün oldukça katmanlı anlam duraklarından birisini de ilginç bir şekilde “yaşını başını almışlarımız”ın başına gelenler oluşturuyor. Virüsün etki alanının gençlerden daha çok yaşlılar olması hatırı sayılır fikriyatı da beraberinde getirmiş durumda: Acaba koronayla birlikte dünya, yaşlılarından kurtulmayı mı planlıyor? Diğer bir deyişle, virüsün kontrollü yani planlanan bir çerçevede sahalara sürülüp sürülmediği bir yana, durumdan fazlasıyla vazife çıkarmaya meyyal olanların hiç durmayan/susmayan hesap edici akılları kendini gerçekleştirmeye devam ediyor ve krizi bir fırsata çevirmeyi başarıyor. Çünkü yaşlılar, ekonomik açıdan devletlerin en ağır yüklerinin başında gelmektedir ve ilk elden kurtulunması gereken unsur olarak çoktan işaretlenmişlerdir; hasret rüzgârları yine sert esmektedir.
O halde bu hüzünlü tabloya birkaç unsuru da biz dâhil edelim izninizle: Deliliğin Tarihi’nde Foucault’nun Ortaçağ Avrupa’sında delilerin gemilere bindirilip okyanuslara salındığından bahsedişini hatırlatırcasına ölüme terk edilen yaşlılar, Kara Kıta’nın çokça utandığı o karanlık geçmişinin onun peşini bırakmadığını bizlere hatırlatır. Aklın kendini gör(e)meyerek gördüğü aklın ötekisi deliler, aklın kendi tahakkümünün bir işaretiydi Foucault için. Aydınlanma’nın büyük eleştirmenlerinden birisi olarak onun, en büyük düşmanın Kant olduğunu hatırladığımızda delileri neden merkeze çektiğini anlamamız da kolaylaşır. Zorba akıl, Tanrı’yı öldürdükten sonra artık sınır tanımaz bir şekilde yegâne güç olarak her tarafta varlık göstermektedir. Bu anlamda Foucault’nun kendini bir tarihçi olarak niteleyerek iktidar yapılarını araştırmasını, Tanrı’nın yerini alan egemenlik tarzlarının hikâyelenmesi süreci olarak okumak mümkündür. Olan olmuş, artık bir tarihçi titizliğiyle ne olup bittiğinin anlaşılması kaçınılmaz hale gelmektedir. Felsefeden daha çok tarihtir ihtiyacımız olan çünkü ancak böylece muktedirlerin oyunları gün yüzüne çıkartılabilir.
Mesele, bizim memleketin seküler-orta sınıfları için de farksızdır: Pandoranın Kutusu’nda Yeşim Ustaoğlu, bakılamayan alzheimer annenin sonunda huzur evine koyulmak zorunda kalınmasını anlatır.
Filmin sonunda kimsenin beğenmediği deli dolu torun ile alzheimer anne, Ortaçağ’daki delilerin koyulduğu gemileri hatırlatırcasına, küçük bir tekneye biner ve uzak diyarlara olmasa da, şehrin derinliklerine doğru yol alırlar. Çoktan gözden çıkarılmış ve artık ailenin dışına itilmiş en genç ve en yaşlı bu iki kopuk parça, aynı yolun yolcusudurlar: aklın bir adım gerisi ve bir adım ötesi birleşmiş, bir olmuşlardır. Bu anlamda gerek Foucault’nun aklın sınır durumunu işaret eden delileri gerekse alzheimer yaşlı (anne)annenin torunuyla çıktığı yolculuğun bize söylediği temel düstur, hesap edici aklın nasıl da kendi sınırlarına gelip dayandığı ve hiç tereddüt etmeksizin kendine bir fayda sağlamayacak olanı insanlığın dışında kodlayıp onu kendinden kopararak iptal edebildiğidir.
Dolayısıyla yaşlılar, hesap edici aklın çizdiği sınırlar içinde yok hükmündedir çünkü sadece maddi değere haiz bir enstrüman değil dahası onun hesap ediciliğini bozan bir anlama da haizdir. Aklın delilikle girdiği savaşta kendini çoktan neyin akıl yani doğru ve geçerli olan olarak işaretlediği bir durumda, yaşlılar sadece güçten ve takatten düşmemekte, buna ilave bir anlamla birlikte, aklını da yitirmiş olarak görülmektedir. Onlar, hesap edici akıl için sadece bir yüktürler; koparıp atılması gereken bir fazlalık. Başka bir söyleyişle, yaşlılar aslında yaşayan ölüdürler. Hayvandan daha aşağıdırlar çünkü onların şu hayvanlar kadar bile faydası yoktur insanlığa, insan aklına.
- Çocuk doğurmaktan imtina eden büyük insanlık, yaşlılarını da çoktan hayvandan daha aşağıda yani hesabın dışında tutarak aslında bir bakıma simetrik bir hareketle insanlığın hem başını hem de sonunu kesip atmaktadır bünyesinden. Dolayısıyla çocukluğu ve yaşlılığı standart/hesap edici aklın faaliyet alanın dışındaki durumlarıyla birlikte düşündüğümüzde bu türden bir ameliyenin insanlık durumu içinde neyi dışarıda bıraktığını da görmemiz mümkün hale gelmektedir.
İnsanlık hallerimizin çok katmanlı ve farklı varlık düzeyleriyle temas etme imkânı veren boyutlarının daha en başından yok sayılarak kapı dışarı edildiği bir düzenek içinde yaşlıların insanlıktan kopartılarak hayvandan daha aşağı bir noktaya koyulması bir bakıma doğal bir sonuçtur çünkü insanlık durumumuzun dolayısıyla varlıkla teması hesap edici aklın bir faaliyeti olarak gören tek boyutlu insanlığmızın elinde başka bir geçerli ve gerçek tutamak yoktur. Hesap edici aklın, felsefeden sanata yahut kapitalizmin üretim biçimleri içine boca ettiği duygu endüstrisinin bütün enstrümanlarına kadar ancak aklın kontrolü içerisinde imkân ve olanak tanıdığı, dahası çoktan manipüle ettiği farklı gerçeklik düzeylerinin de ancak hesap edilebilirlikle birlikte var olduğunu hatırladığımızda durumun vahameti daha iyi anlaşılacaktır. Başka bir deyişle, hesap edici aklın faaliyet alanında olmamızdan dolayıdır ki bir duygu toplumu olmamızın önü açılmış olmaktadır yahut hesap edici aklın faaliyetine duyulan tepkiden dolayıdır ki (örneğin) sanatsal bir edim, ne yapılırsa yapılsın, bu hesap edilebilirliğin dışına çıkamamaktadır. Bunun nedeni ise hesap edici aklın, varlık mertebeleriyle ilgili sınırları daha en başından çizmiş olmasıdır. Dolayısıyla sanatsal yahut edebi bir faaliyet olarak insanın ruhsal derinliklerine yapılan yolculuklar, ilk andan itibaren insanın hesap edici aklının belirlediği mertebelerin içinde aranılan bir derinlikle sınırlı kalmaktadır. Bu bağlamda, insanlık durumumuz sadece, ister olumsuz olsun ister olumlu, hesap ediciliğin sınırları içinde dolaşmakta ve bu bağlamda onun yürüttüğü her türlü faaliyet bu hesap ediciliğin belirlenimiyle vücuda gelmektedir. Hesap edici aklın edimlerin, kendisine “karşı” olarak örgütlenen/konumlanan bütün faaliyetlerini dolaylı olarak belirlemektedir. Bunun en açık göstergesi ise, varlık mertebeleri söz konusu olduğunda var olan daralma yahut yokluktur.
Dolayısıyla yaşlılarını gözden çıkartan hesap edici aklın, sadece iktisadi bir faaliyet olarak yaşlılardan kurtulmayı istediğini söylemek meseleyi eksik anlamak anlamına gelir. Burada sormamız gereken soru, bu hesap edici aklın ne türden bir hareketi sürdürerek, kendi hemcinsini hikâyenin/oyunun dışına atma cüretinde bulunduğu olmalıdır. Bu sorunun cevabı, bir yandan ölümle girilen korku dolu/tekinsiz ilişki iken bir yandan da insani faaliyet alanının sadece bu dünyayla sınırlı olduğu oranda aldığı yükün onu ne türden uç durumlara savurduğunu görmemizle mümkün hale gelen boyutudur. Rudiger Safranski’ye kulak verelim: “Gabriel Marcel, gerçekten dinin temel bir anlamını anımsatır. Aşkınlık, insanların sırtından, birbirleri için her şey olma yükünü alan ilişkidir. İnsanlar varlık eksikliklerini birbirlerinin sırtına yıkmaya ve dünyada kendilerini yabancı hissettiklerinde, karşılıklı birbirlerini sorumlu tutmayı bırakabilirler. Artık o kadar korkuyla kimlikleri uğruna savaşmaları da gerekmez çünkü sadece Tanrı’nın onları gerçekten tanıdığına inanabilirler. Bütün bunlarla, bu aşkınlık yabancılık bilincini uyanık tutarak ve hatta kutsallaştırarak, insanın dünyaya gelmesine yardımcı olur. İnsanın canla başla kök salmasına engel olur ve ona, vizesi sınırlı bir konuk olduğunu hatırlatır. Böylece ondan güçsüzlüğünü, sorumluluğunu, yanılabilirliğini ve suçlanabilirliğini itiraf etmesini talep eder.” (vurgular benim; üa).
İnsan, sadece insana yaslandığı oranda yahut öte ile ilişkisini iptal ettiği oranda kaçınılmaz olarak kendi üzerine kapaklanacak ve kendi sınır durumuna ulaşacaktır: Bu; dinin, tam olarak konuşacak olursak, temel, ilksel ve iptal edilemez anlamıdır.
Marcel’in ifadesinde “aşkınlık” olarak ifade bulan anlam alanı, bu anlamda varlık mertebelerini ifade etmektedir ve söz konusu bu varlık mertebelerinin insan tekine verdiği derinliği verebilecek başka türlü bir unsur bulunmamaktadır. Dolayısıyla insanlık durumuna dair bir öneri yahut açıklama/anlama çabası yürüten her hangi bir faaliyetin hesap edici aklın belirlenimi içinde olup olmadığını, başka bir ifadeyle, derinlikten yana pay alıp almadığını, Marcel’in vurguladığı üzere, aşkınlık söz konusu olduğunda aldığı tavırla değerlendirmek mümkündür.
Öte yandan çağımızın bir fenomenoloji çağı olduğunu söyleyebiliriz ve bunun anlamı, hesap edici aklın sınırlarına çarpıp gelen insanlık durumunun, her türlü düşünme/anlama çabasının ancak bu sınırlar içinde olabileceği, dahası bu anlamıyla kendi üretimi bir derinlik bulma ameliyesine girmiş olduğudur. Başka bir deyişle, fenomenoloji yani olan bitenin ardında görünmeyen yani derinliğin ve anlamın arandığı insani faaliyet, bu dünyanın tahkim edildiği aklın sınırlarının içinde kaldığı oranda, daha en başından kendi içine büzülmeye mahkûm hale gelmektedir.
Heidegger’in felsefenin düşünmenin sadece bir biçimi olduğunu söylediğini hatırımızda tuttuğumuzda, dahası bizi her defasında hiçlik ve ölümlülüğümüzü düşünmeye çağırdığını dikkate aldığımızda, hesap edici aklın çizdiği sınırların nerelerden geçtiğini anlamamız daha da kolaylaşmaktadır. Öte yandan Varlık’la temasını hesap edici aklın dışına çıkarak çiz(e)meyen her türlü çaba, ki bu insana verilebilecek bir lütuf, bağış ve ilhamdır, Varlık mertebeleri ve onun açtığı imkân alanından da nasiplenemeyecektir.
Ötesini söylemek zor olduğu için tam da bu noktada şaire kulak verelim:
- “Sizin Matmazel bir ölse siz onu bir daha göremezsiniz
- Halbuki bizim ölülerimizi teyzem görüyor
- Onlarla konuşuyor onlara ekmek veriyor
- Onlar ekmek yiyor anladın mı Bay Yabancı
- Matmazel bir ölse ona kimse ekmek vermez
- Onun için gidip şapkalarınızı da beraber götürün
- Melekler bir demir parçasının üzerine oturmuşlar
- Her biri bir damla atıyor aşağıya
- İşte yağmur bunun için yağıyor
- Ben bunun için yağmuru seviyorum
- Yağmur bizim için yağıyor
- Çalılar için Süleyman’ın tabancası için
- Kalkıp gidin kırmızı kiremitler üzerine
- Bizim tahta evin üzerine yağmur yağıyor”*
O halde, çoktan gemiye bindirilip uzaklara gönderilen bütün yaşlıların dilinden, o büyük insanlık için gelsin bu şarkı: Ben, doğarken ölmüşüm, ben doğarken ölmüşüm…
*Sezai Karakoç - Ötesini Söylemeyeceğim