Seninle böyle karşılaşmamalıydık Beyrut!

BİLAL GÜNDOĞDU
Abone Ol

Lübnan; uzun yıllardır devam eden savaşlar, müdahaleler, suikastler ve bombalı saldırıların ardından yaklaşık 3 tonu bulan amonyum nitratın neden olduğu korkunç patlama sonrası yeniden ayağa kalkma mücadelesi veriyor. Lakin bu sefer Lübnan’ın yeniden ayağa kalkıp toparlanması uzun ve sancılı bir süreç olacak gibi görünüyor. Ülkeyi çözümsüzlüğe iten siyasî yaklaşımlar, yıkılan hükümet, ülke yönetiminde Hizbullah’ın etkisi ve diğer faktörler kısa vadede ülkenin sorunlarının çözüme kavuşturulmasını epeyce zorlaştıracak gibi görünüyor.

Bir ülke fotoğrafı çekmek istiyorum bu defa. Gördüklerimi olduğu gibi anlatmak, sadece ve sadece yaşananlara şahitlik etmek istiyorum. Zira bahsini edeceğimiz ülke, bugüne kadar üzerine konuştuklarımıza pek benzemiyor. Kesin hükümde bulunanları yanıltıyor, büyük laf edenlerin başını yere eğdiriyor.

Söz konusu ülkenin Ortadoğu’da olması bir yana, bölgenin tam da kalbinde yer alıyor oluşu, kesin bir sonuca varmayı çok da kolay kılmıyor. Dünyada söz sahibi olan veya olmak isteyen tüm devletlerin etkisi bir yana kendi iç dinamikleri buna izin vermiyor zaten. Buna bir de bölge dışındaki ülkelerin, dünya siyasetinde rol kapmak amacıyla Ortadoğu’yla ilişki kurma mecburiyeti eklenince, iki düşünüp bir yazmaya mecbur kalıyorsunuz artık. Bahsini ettiğim ülke, “Ortadoğu’nun Paris’i” Lübnan.

Ortadoğu’ya gitmek kolay değil

Beyrut’taki patlamanın hemen sonrasında Lübnan’ı, 5 günlük bir ziyaret fırsatım oldu. Oldu ama çok da kolay olmadı. Pandeminin hemen öncesinde de Libya’ya gitmeye niyetlenmiştik ve vize alım süreci gibi resmi işlerle epey vaktimiz gitmişti. Sonunda gitmiştik Libya’ya fakat pek kolay olmamıştı. 12 saatlik uçuşların ardından ulaşılabilen Uzak Doğu ülkelerine giderken bile bu kadar vakit harcamamıştık. Diğer ülkelerdeki gidiş planımız saat gibi işlerken Ortadoğu’ya gitmek öyle kolay olmuyordu.

Ortadoğu, daha siz gelmeden size kendini yaşatıyordu; Değişken saatler, belirsiz mekanlar, karmaşık ilişkiler.

Lübnan’a giderken de öyle oldu. Beyrut’taki o devasa patlamanın hemen ertesi günü akşam saatlerinde aldığım bir telefonda, bana şunu söyleniyordu: “Havalimanına gitmek için 2 saatin var!” Yaz saatleriydi, sıcakta evde durulmuyordu. Haberi dışarıda almıştım ve önce eve gidip valizimi hazırlamam sonra da vakfa gidip ekipman çantamı yüklenmem gerekiyordu. Dakikalarla yarış başlamıştı ve kaybedecek zaman yoktu. Akşam saatindeki İstanbul trafiğiyle birlikte elimde valizim, sırtımda 13 kiloluk ekipman çantamla birlikte vakitlice yetiştim neyse ki havalimanına. Pandemi nedeniyle sırt çantalarında da kısıtlamaya gidildiği için çantamın 4 kilodan fazla olmaması gerekiyormuş. Ne yaptıysam ikna edemedim görevlileri ve bir kısmını yol arkadaşım Mücahit Şahin ağabeyin boş ve korunaklı valizine yerleştirdim.

Beyazlar ülkesi: Lübnan
Mecra

Malzemeleri, önce Allah’a sonra da THY ekibine emanet ederek pasaport kontrolünden geçtik ve kapının açılmasını beklemeye koyulduk. Kapı açılıp alımlar başlayınca ortamda ses yükselmeye başladı. Uçağın diğer yolcuları, görevlilerle tartışıp duruyordu. İlk defa böyle hareketli bir ekiple uçacaktım. O sırada içimden “Ortadoğu’ya tekrardan hoş geldin Bilal” diyordum. Nereden bilebilirdim o tartışmayı birazdan bizim de yapmak zorunda kalacağımızı? Koronavirüs nedeniyle ekstra işlem yapmıştık zaten. Ne olabilirdi ki başka? Verdiğimiz evraklar yeterli gelmedi ve biz gece yarısı, yarın tekrardan denemek üzere kapıdan geri dönmek zorunda kaldık. Son kapıdan geri dönmek moralimi epey bozdu. Yaşadığım bedeni yorgunluğa bir de zihni yorgunluk eklendi. Ki, süreç hala bitmemişti. Sırada, havalimanındaki uluslararası alandan çıkıp ülkeye giriş yapmak ve sonrasında da valizlerimizi bulmak vardı. Hepsini halledip eve döndüğümde hava artık aydınlanıyordu.

Artık evraklarımız tam. Bu defa bir sorun bulamazlar. Allah’ın izniyle bugün gideceğiz Beyrut’a. Dün geceki uğraşın aksine bugün karşılaştığımız görevliler hiç sorun çıkarmıyorlar. Çantamın kaç kilo olduğunu bile soran yok. Nerede ne yapıp, hangi evraklarımızı hazır etmemiz gerektiği hatırlatılıyor sadece. Ne güzel, bu defa sorunsuz gidebileceğiz sanırım. Evet şu an kapıdayız yine.

  • Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar heyecanlıyım bir uçağa binmek için. En son, ilk uçak seyahatimde bu kadar heyecanlanmıştım belki de.

Evet, görevli kontrol ediyor evraklarımı. Bak yine yandakine bir şeyler sormaya başladı. Yine mi sorun çıkıyor Allah’ım? Önümdekiler kolayca geçiyorlardı da ne oldu şimdi? “Bu evrağı ne zaman hazırladınız?” diye sordu görevli. “Dün gece yarısı şu sebeplerden dolayı uçamadık” deyince tekrardan teyitleşti yanındakiyle ve buyur etti bu defa.

Rüya görmüyorum değil mi Allah’ım? Sonunda gidebileceğim Lübnan’a? Körüğün içinden uçağa yürüyorum şu an. İyi bari, cam kenarı denk gelmiş. Vakit kaybetmeden bir kaç satır okuyayım bari Lübnan’a dair: “İç savaş geçirdiler, Suriye’nin müdahalesine, İsrail bombardımanına maruz kaldılar, siyasî suikastlarla sarsıldılar ama böylesi bir felaketi daha önce hiç yaşamadılar. Lübnan halkı, Beyrut limanındaki korkunç patlamayla benzeri görülmemiş bir felaket yaşıyor.” Göz gezdirdiğim analizin ilk satırı böyle başlıyordu. Bu doğruysa eğer, sandığımdan da karmaşık bir ülkeye gidiyorum. Tamam, telefonumu uçak moduna aldım. Beyrut için artık hazırım.

Selamün aleyküm Lübnan, ben geldim!

Beyrut Caddeleri.

İHH’nın basın sorumlusu olarak Beyrut’tayım artık. Görevim, hem bölgedeki son durumu TV kanallarına canlı yayınla aktarmak hem de vakfımızın faaliyetlerini fotoğraf ve videolarla destekleyerek basın mensuplarıyla paylaşmak. Geceyi, iç savaş yıllarında önemli isimlerin konakladığı, önünde ciddi sokak çatışmalarının yaşandığı Commodore Otel’de geçiriyoruz. Tabi ben bunu, dönüş yolundaki okumalarımda öğreniyorum. Alelacele bir ülkeye seyahat etmenin en büyük dezavantajlarından biri de bu sanırım: Okumadan gittiğiniz bir şehre anlamlı gözlerle bakamıyorsunuz. Daha da doğrusu hakkıyla yaşayamıyorsunuz o kenti.

İç Savaş ateşi tutuşurken...
Mecra

Beyrut’un en önemli caddelerinden olan tarihi el-Hamra’da bulunan otelin sokaklarında dikkatimi çeken tek şey o dev çöp yığınları mı olmalıydı oysa?

Gece yastığa başımı koyduğumda Beyrut’a dair neler var zihnimde diye yokluyorum kendimi. Bir Mardinli damadı olarak hanım tarafının Beyrut’u anlatışları geliyor aklıma önce. Yetmişli yıllarda ekmek parası için gelmişler Lübnan’a. Savaşa rağmen bölgenin yükselen değeri Beyrut, hoş hatıralar bırakmış onlarda. Hala akrabalarının olduğunu, Hatay’dan 300 kilometrelik bir mesafede bulunduğunu hatırlıyorum. Bambaşka bir ülke, bambaşka bir kültür. Ve gelebilmek için çekilen onca zahmet.

Hizbullah
Mecra

Suni sınırlarımızı belirleyen Sykes-Picot antlaşmasını anıyorum lanetle. Sonrasında aklıma gelen tek şey 2006’daki Hizbullah-İsrail savaşı, Hizbullah’ın bu savaşla birlikte Sünni dünyada topladığı artı puanlar ve sonrasında bu puanları 2011’den bu yana Suriye’de hunharca kullanması. Ha bir de aklıma Kurtlar Vadisi’nin efsanevi karakteri hem yerli ve milli hem de uluslararası arenadaki son sanal kahramanımız Polat Alemdar geliyor. Tapınakçıların emriyle, mecbur bırakılarak Lübnan Başbakanı Refik Hariri’yi öldürmek zorunda kaldığından bahsetmişti bir bölümde.

İlginçti; bizim Polat’ımız, Türkiye’yle derdi bulunmayan Arapların da Murat Alemdar’ı, yine bölge halkının çok sevdiği Hariri’yi öldürüyordu. Ve o Araplar, hem Alemdar’ı hem de Hariri’yi bağrına basmaya devam ediyordu.

Bense, buradaki bariz tuhaflıkla, Lübnan’ı okumaya devam ettikçe daha çok karşılaşacağımdan bihaberdim. Kimin eli kimin cebinde belli olmayan bir denklemde, iğne ipliğine bağlı bir düzende buna çok da şaşırmamalıydım. Daha doğrusu şaşırmamalıymışım. Okumalara devam ettikçe öyle dedim kendi kendime.

Zihnim, ister istemez bir kıyaslamaya gidiyordu ve Beyrut, diğer Ortadoğu şehirlerinden oldukça farklı geliyordu bana. Mekke-Medine’ye gitmiştim; oraya doğası gereği benzemiyordu. Halep’e, İdlib’e gitmiştim; oralarla da sıcak savaş nedeniyle doğal olarak benzeşmiyordu. Doğru kıyaslayabileceğim belki bir Libya vardı ama orada da başkente gidememiş sadece Misrata’yı ziyaret edebilmiştim; burayla da çok alakası yoktu. Ki zaten orada da aktif çatışmalar ülkeyi perişan etmişti; halk kendi ülkesinde mültecileşmişti.

  • Kendine has dengeleriyle, 18 farklı etnik kökenli toplum yapısıyla, İsrail’in Filistin’i işgaliyle birlikte ülkeye göç eden Filistinlileriyle, Baba Esed’in uzun yıllar süren işgaliyle, teröre yataklık eden Bekaa Vadisi’yle, Fransa’nın hala peşini bırakmamasıyla, İran’ın büyük yatırımı Hizbullah’ıyla ve daha nice özelliğiyle kendini epey merkezi bir konuma koyuyordu Lübnan.

Tüm bu olayların satır aralarındaki tuhaflıklardan habersiz, uykuya dalıyorum. Sabahın erken saatlerinde ise inceleme yapıp fotoğraflamak üzere patlama bölgesine, Beyrut Limanı’na gidiyoruz. Sırada, karşılaşmak istemeyeceğim bir Beyrut manzarası var.

Hayır, Beyrut yok olmadı

Patlama, sadece 5-10 kilometrekarelik alanda yıkıma neden oldu.

Yolda giderken yaptığım okumalarda sık sık, yaklaşık 3 tonu bulan amonyum nitratın neden olduğu patlamayla birlikte başkent Beyrut’un yarısının yok olduğu vurgulanıyordu. Patlama anındaki ışık hüzmesinin Hiroşima’da patlayan atom bombasına benziyor oluşu, etki bakımından o kadar büyük kılmıyordu halbuki patlamayı. Ama medyamız, abartarak tık alma pahasına yanlış bilgi vermekten geri durmuyordu. Evet, psikolojik ve ekonomik etki bakımından Beyrut’un can damarlarından biri yok olmuştu. Lübnan’ın başkentinde, Beyrut’un da kalbinde patlamıştı belki. Fakat fiziksel etki bakımından şehrin yarısının yok olduğu bilgisini geçmenin ne anlamı vardı?

  • Oysaki patlama, sadece 5-10 kilometrekarelik alanda yıkıma neden olmuş; yaklaşık 30 kilometrekarelik alanda da hissedilmişti, daha geniş alanlarda ise sadece sesi duyulmuştu.

Patlamayı bu kadar önemli kılan bir diğer neden ülkenin içinde bulunduğu durumdu.

Lübnan'da halkın yarısı yoksullukla dörtte biri açlıkla mücadele ediyor
Mecra

Ayrıca patlamayı bu kadar önemli kılan bir diğer neden de zaten ülkenin içinde bulunduğu durumdu aslında. Önceki yılın Ekim ayında ekonomik istikrarsızlık sebebiyle başlayan gösteriler hala devam ediyordu. Tam da böyle bir anda patlamıştı liman. Zaten kötü giden ekonomiye bir darbe daha indirmişti ve var olan krizi derinleştirmişti. Tamamen ithalata bağlı olarak hayatını idame ettirmeye çalışan Lübnanlılar için büyük bir ticaret kapısıydı liman. Ve artık yoktu. Sadece liman değil etrafına kurulu birçoğu iş yeri olan rezidanslar da kullanılamaz hale gelmişti. Döviz sıkıntısına bağlı ekonomik kriz ülkedeki sağlık sektörünü de etkilemişti. Patlama, hastanedeki stokları da iyice azaltmıştı. Buna bir de yok olan hastane ve ilaç depoları da eklenince kriz kaçınılmaz olmuş. İnsanlar, sağlık hizmetlerinden de mahrum kalınca çareyi isyanda buluyorlardı.

Patlamadan etkilenen hastaneler.

Daha önce yaşadığı işgaller, savaşlar, müdahaleler, suikastler ve patlayan diğer bombaların ardından Lübnan’ın yeniden ayağa kalkmadaki azmine bakılırsa Lübnan evelallah tekrardan kısa sürede kendine gelir. Tabi bu defa biraz daha sancılı geçecek gibi duruyor. Fransa’nın öteye, İran’ın beriye çekmeye çalıştığı Lübnan, gün olur da bir gün kendi kaderine bırakılırsa bu dediğim ülkedeki potansiyelle birlikte başarılır.

18 farklı etnik kökenin bir arada yaşadığı, birden fazla “öteki”nin bulunduğu bir ortamda gelişememek ne mümkün, öyle ya!

Patlamadan sadece elitlerin hüküm sürdüğü caddeler değil, Beyrut’un arka sokakları da nasibini almıştı. Karantina Mahallesi de bunlardan biriydi. Gündemimiz pandemi olmasa garipserdim bu ismi sanırım. Mahalleye vardığımızda adının nereden geldiğini soruyoruz. “Osmanlı döneminden” diyorlar ve devam ediyorlar: “Bu mahalle, gördüğünüz gibi şimdilerde yok olan limanın hemen yanı başında. Osmanlı döneminde bu liman bugün de olduğu gibi bölge açısından büyük önem arz ediyor. Gelen yük gemileri, mahallemizin bugün kurulu olduğu alanda 40 gün boyunca bekletiliyor. Herhangi bir salgın riskine karşı karantina altında tutuluyorlar. O gün bugündür de bu bölgeye Karantina Mahallesi ismini vermişler.

Patlamanın binalara verdiği hasar.

Mahalleyi gezdikçe patlamanın nasıl sonuçlar doğurduğuna daha da yakından şahitlik ediyoruz. Kiminin evi yıkılmış kiminin ise camları tamamıyla yok olmuş. Bazısının komşusuyla olan duvarı yıkılmamış ama yerinden oynamış ve arada boşluk oluşmuş. Böylelikle mahremiyet sıfıra inmiş mahallede. Tabi ufak çaplı işyerleri de fazlasıyla etkilenmiş. Yakınlarını kaybeden de var mahallede, evladı yaralanan da. Yediden yetmişe, Lübnan’ın tüm kesimlerinin ortak acısı olmuş patlama. Karantina’da bunun şahitliğini yapıyoruz.

Patlamanın işyerlerine verdiği hasar.

Semboller yarışıyor

Son gün bir fırsatını bulup ekibimize daha sonradan eklenen Talha Keskin ağabeyle birlikte kısa bir Beyrut turuna niyetleniyoruz. Programın hemen öncesinde sabah erkenden kalkıp ilk olarak Beyrut’un o meşhur Güvercin Kayalıkları’na gidiyoruz.

Beyrut'un simgesi Güvercin kayalıkları.

Sahil boyunca devam eden bir yürüyüşün ardından ülkenin bir diğer simgesi olan 26 katlı Holiday Inn Otel’e gidiyoruz. İç savaşın izlerini taşıyor hala. Denilene göre 1975’te patlak veren iç savaşta otelin birkaç katı başka bir grubun elindeyken diğer birkaç katı da onların düşmanı olan başka bir grubun elindeymiş. Diğer otellere göre epey görkemli olan bu otel, kimin eline geçerse Beyrut’un keskin nişancıları da onlar oluyormuş. Emperyalist kaygılarla Paris’e benzetilen Beyrut’un şatafat sembolü binası, artık iç savaşın sembolü olarak “hizmet” veriyor.

İç savaşın sembolü haline gelen Holiday Inn Hotel.

Oradan sahile doğru tekrar iniyoruz ve bizi başka bir Beyrut karşılıyor. Şezlonglar, yatlar ve yüksek binalar. Birilerinin rüyalarını süsleyen işte gerçek Beyrut; Zeytun Koyu. Patlamadan etkilenmemiş.

Patlamadan etkilenmeyen Zeytun Köyü.

Oradan da ülkenin en meşhur meydanı olan Şehitler Meydanı’na gidiyoruz. Bu ismin nereden geldiğini araştırdığınızda karşınıza “Osmanlı’ya sövme anıtı” çıkıyor. Tüm Arapların hain olduğunu bize belletenler, Milliyetçi Araplar için de sembol meydanlar inşa etmeyi unutmamışlar elbette. İşlerini layıkıyla yapmış olacaklar ki meydanın adı hala aynı.

Şehitler Meydanı ve Muhammed El-Emin Camii.

Roma hamamları ve diğer bina kalıntıları ise birer medeniyet abidesi olarak koruma altında ziyaretçilerini bekliyor. Cami ve kilisenin bu kadar dip dibe oluşu gözümüze çarpıyor sonra. Baba Hariri tarafından inşasına başlanan ve Türk mimarisinden izler taşıyan Muhammed-el Emin Camii tamamlandığında, Hariri çoktan hayatını kaybetmiş. Kilisedeki çan kulesinin minareden yüksekliği dikkatimi çekince mihmandarım, “Burada adeta semboller yarışıyor. Hangi sembolün boyu daha yüksek olacak yarışı var. Son eklemeyle birlikte çan kulesi, minarelerin boyunu geçti” diyor.

Roma hamamları.

Aklıma önce Balkan ülkelerinde dağların tepelerine dikilen devasa haçlar geliyor. Daha sonra ise Boşnak Lider Aliya’nın gökyüzündeki hilali işaret ederek söylediği o muhteşem sözü geliyor: “Ne kadar yükseklere haç dikseniz de Hilal’i geçemezsiniz ve asla onu oradan da indiremezsiniz. Onlar semada olduğu müddetçe biz de inşallah Müslümanlar olarak varlığımızı devam ettireceğiz!”

  • Meydanı gezmeye devam ettikçe kafamda şu soru dolaşıyor: Ortadoğu’da Hristiyanlık yeni normalin sömürü aracı mıdır? Bilindiği üzere Lübnan’da “Fransa garantörlüğünde” Hristiyanlık epey yaygın. Peki ama neden? Avrupa, kendi halkını ateizme itelerken neden daha önce sömürgesi olduğu ülkelerde Hristiyanlık değerlerine bu kadar sadık kalıyor? Kendi ülkelerinde hatırlamadıkları dinî değerler, neden şirketleri yoluyla sömürüye devam ettikleri ülkelerde bu kadar kıymetli oluyor? Kafamda deli sorular…

Aziz George Maruni Katedrali'ndeki patlama izleri.

Son durağımız ise bir kenar mahalledeki restoran oluyor. Salaş bir mekânı görünce iştahım kapanıyor hemen. Yurt içinde bile tanımadığım yemeği yiyemeyen ben böyle bir mekândan sanırım aç kalkacağım. Mihmandarım, tavsiye üzerine buraya geldiğimizi söylüyor ve ısrarla gelenlerin tadına bakmamı istiyor. Bizim Fatih Malta’daki Suriye lokantalarından ve hanım tarafından Humus’a aşinayım. Ama bu farklı. Üstünde et ve kaju fıstık var. Israra dayanamıyorum ve bakıyorum tadına. Sonra yavaşça önüme çekiyorum tabağı. “Fette’yi de dene mutlaka” sesiyle kendimi iyice aşıyorum ve ona da bandırıyorum lavaşımı.

Fette ve hummus.

Arap mutfağı bu kadar lezzetli miymiş yahu? Neden daha önce söylemediniz? Dur iyice sıyıralım tabağı… 3 günün sonunda ilk defa doymuş olarak kalkıyorum sofradan. Akşama ise bizi yine Beyrut’un meşhur lezzet duraklarından Barbar bekliyor. Tabi ben yine epey burun kırıyorum yememek için. Orada da ısrara dayanamayıp aperatif bir şeyler yiyince, nazikçe ikinci dürümü rica ediyorum. Ve böylelikle Lübnan mutfağı benden tam not alıyor. Tabi bu arada son gün tadına baktığım ekmek arası künefeyi de yazmadan geçmeyeyim. Eğri oturup doğru konuşalım: Künefeyi biz Hatay’da yemeye devam edelim, Beyrut’unki bize ters.

Fransa’nın mirası: Çözümsüzlüğe bağlı siyasî çözüm

Lübnan, benden önce her gideni içine çektiği gibi beni de büyüledi elbette. Hem de o yıkık haliyle. Etnik çeşitlilik, tüm çatışmalara rağmen bir yerde kendini zenginlik olarak var ediyor. Bu da ülkeyi sizin için cazip kılıyor. Tabi bu, bazen canınızı da sıkabilecek olaylara yol açabiliyor. Örneğin patlamanın yakınında çalışırken hiç beklemediğiniz anda biri gelip kolunuza eğilip Ay-yıldızlı bayrağa bir buse kondurabiliyor. Veya Türkiye’den gelen resmi heyet, yer gök inletilerek coşkuyla karşılanabiliyor. Ama tüm bunlar olurken diğer sokakta bayrağımız ateşe de verilebiliyor. Veyahut bir yanda Türkiye’den gelen STK’lar, dinî saiklerle halkın bağrına basılırken diğer yanda misyoner kuruluşlar, moloz yığınlarını kaldıran gönüllülere “bedava” alkol dağıtabiliyor. Sevgiyle nefret, farklı kesimlerce her anlamda en uç noktalarda yaşanıyor.

Beyrut Limanı ve sevgi gösterisi.

Ve tabi ülkenin diğer gerçekleri: Bir yanda Ermeni mahalleleri diğer yanda çat pat Türkçesiyle “Biz Osmanlı’yız, Türk’üz” diyenler. Sünniler, Şiiler, Aleviler, Ortodoks Maruniler, Katolikler, Mardinliler, Dürziler, Suriyeli mülteciler, Filistinli Hamasçılar, Filistinli Fetihçiler, Yahudiler ve daha niceleri. Bu halin üzerine bir de sömürgeci Fransızların ülkeye “özgürlüğünü” kazandırdıktan sonra bıraktığı siyasî sistem gelince Lübnan’da krizler kaçınılmaz oluyor.

Cumhurbaşkanının Maruni Hristiyanlardan, Başbakanın Sünni Müslümanlardan, Meclis Başkanının ise Şiilerden seçilmek zorunda olduğu bir sistemde istikrar ne gezer?

Çözümsüzlüğe bağlı bu siyasî çözümde, bakanlıklar da diğer etnik gruplara pay ediliyor. Yıkılan hükümeti, tekrar kurmak ülkede neredeyse 6 aya mâl oluyor. Tabi bunun bir de devlet gibi işleyen Hizbullah boyutu var. Tüm bu liderler, her şeyden önce onların onayını almak zorunda. Ordu zaten Hizbullah kontrolünde. Böyle bir ortamda ülkenin hem limanı hem 6 aylık gıda stoku olan tahıl ambarı yok oldu. Patlama nedeniyle gösteriler iyice alevlendi ve hükümet yine istifasını verdi biz oradayken. Dışarıdan “karşılıksız” yardım gelmezse kriz iyice derinleşecek. Sonuç olarak ülke, bir ameliyat olmadan düze çıkamayacak. Peki bu ameliyatı kimler yapacak? Bekleyip göreceğiz. Tabi dua da edeceğiz bu noktada.

  • Kendisi küçük ama etki bakımından Ortadoğu’nun büyük ülkesi Lübnan’da gördüğüm manzara şu: Kısa vadede çözüm yok. Bugünkü şartlarda gidişat, karanlığa ne yazık ki. Diyeceğim o ki Lübnan için ya yeni hal ya izmihlal!

Devasa patlama sonrası Beyrut Limanı.

Okuduğum son Lübnan metninde yazar, çalışmasını şöyle tamamlamıştı: “Görmüş olmanın verdiği sevinç ve ayrılığın verdiği hüzün, bu coğrafyada hâlen keşfedilmeyi bekleyen şeylerin olduğunu fısıldar. Böylece yeniden buraya dönme hissi içinizde baki kalır.” Benim için de tam böyle oldu. Normalde kafamdaki ülkelerin hepsini ziyaret etmeden gittiklerime tekrar gitmeyi hiç istemiyordum. Ama Lübnan kararımı değiştirmeme neden oldu. Ülkede keşfetmem gereken eski uygarlıklar, Filistinli ve Suriyeli mülteciler, Türk köyleri ve daha nice kadim değerler var. Bu çekicilik, umarım beni Lübnan’la en az bir kez daha bir araya getirir. Ve umarım, daha güzel günlerde tekrar buluşabiliriz Beyrut.