Mescid-iNebevî’yi aydınlatan münevver: Ahmed Hamza Paşa
Bu durumdan hem kendi hem de ümmet adına büyük hicab duyan Ahmed Hamza Paşa, başkent Riyad’a giderek mescidin ışıklandırılması hususunda Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz Âl-i Suud ile görüştü. Kraldan onay alan paşa, tamamının masrafı kendisine ait olmak üzere çok sayıda elektrik teli, elektrik kablosu ve ampul sipariş ederek bunları Medine’ye yolladı. Danışmanı Muhammed Ali Şeta’yı da görevlendiren paşa, ona Mescid-i Nebevî’yi elektrik enerjisiyle aydınlatacak projeyi yürüten mühendislere refakat etmesini ve işlerin yerinde takibini salık verdi. Yaklaşık dört ay süren titiz bir çalışma sonunda, geleneksel kandillerin yerini elektrikli lambalar almıştı. Böylece 'münevver' şehrin, Medine’nin kalbi Mescid-i Nebevî kelimenin gerçek manasıyla "münevver", yani ışıklandırılmış oldu.
Ömrühayatı yükseliş ve düşüşlerle geçen, döneminde pek çok yeniliğin altına imzasını atan ve Mescid-i Nebevî’yi elektrik enerjisiyle ışıklandıran kişi olarak tarihe geçen münevver siyasetçi Ahmed Hamza Paşa, 1891 yılının Mayıs ayında Mısır’ın başkenti Kahire’nin kuzeyinde bulunan Tahanub köyünde dünyaya geldi. Dindarlık ve vatanperverlikle maruf ailesi, gelecek yıllarda sık sık tartışmalara konu olacak imtiyazlı toprak sahipleri sınıfına mensuptu. Zengin ve nüfuzlu bir ailenin çocuğu olarak, çoğu akranının aksine müreffeh bir hayat süren genç Ahmed Hamza, liseden mezun oluncaya dek Mısır’da öğrenim gördü. Ardından Birmingham Üniversitesi’nden kabul alan Ahmed Hamza, mühendislik eğitimi için vatanına kısa bir süreliğine veda ederek İngiltere’nin yolunu tuttu. Birkaç sene yaşadığı Batı’dan, inandığı değerlerden taviz vermeksizin heybesi muhtelif fikir ve ideallerle dolu olarak yurduna döndü.
- Döner dönmez kafasındaki idealleri hayata geçirmek için kolları sıvayan genç mühendis Ahmed Hamza, ilk olarak üniversitedeyken tasarladığı güzel kokulu çiçeklerden yağ üretme fikri üzerine yoğunlaştı. Kendi imkânları ile bir fabrika kurarak üretime başlayan Ahmed Hamza’nın bu girişimi ilgili çevrelerde büyük yankı uyandırdı. Aynı zamanda kurduğu bu fabrika ile Ortadoğu’da çiçeklerden mamul yağ ve parfüm üreten ilk girişimci olma unvanını elde etti. Fransa menşeli şirketler başta olmak üzere dünyanın pek çok firmasına bu ürünleri ihraç ederek hatırı sayılır bir servet ve üne kavuştu. İçinde kutsal topraklara karşı hep derin bir muhabbet besleyen genç mühendis, ürettiği kokuların bir kısmını Kâbe örtüsünün yıkanmasında kullanılmak üzere Hicaz’a bağışladı.
Şirketinde kazandığı başarılarla rüştünü ispat eden Ahmed Hamza Bey, siyasete atılmaya karar verdi ve dönemin Mısır siyasetine pek çok açıdan damga vuran Vefd Partisi’ne üye oldu. Arapçada “heyet” anlamına gelen Vefd, adını Mısır halkının bağımsızlık taleplerini müzakere etmek üzere 1919’daki Paris Barış Konferansı’na katılan heyetin üyeleri tarafından kurulması sonucu almıştı. Parti içinde hızla yükselen Ahmed Hamza Bey, 1942-1944 ve 1950-1952 yılları arasında gıda bakanı,1950 yılı boyunca da tarım bakanıydı. Gıda bakanlığı,İkinci Dünya Savaşı’nın şiddetli biçimde sürdüğü 1942 yılında Mısır’ı vurması muhtemel küresel gıda krizine karşı zaruri bir tedbir olarak kurulmuştu.
Bunun yanı sıra müttefik kuvvetlerin en önemli iki gücü olan İngiltere ve Fransa, askerlerinin bir kısmını, Almanya ve İtalya önderliğindeki Mihver kuvvetlerinin muhtemel bir saldırısına karşı Mısır’a göndermişti. Ülkeyi adeta askeri bir karargâha çeviren Müttefikler, bununla da yetinmeyip Mısır’ın temel geçim kaynağı ve ekonomisinin atar damarı olan tarım ürünlerinin çok büyük bir kısmını geri ödeme kaydıyla askerlerine tahsis etmiş, ancak aldıkları bu borçları ödememişlerdi. Bu da halkın temel ihtiyaçlarının karaborsaya düşerek fahiş oranda artmasıyla sonuçlanmış, halkın alım gücüne ağır bir darbe indirmişti. Çetin bir zamanda böylesine mühim bir göreve getirilen Ahmed Hamza Bey; İngilizlerin aldıkları borçların tahsili, karaborsa ile mücadele, gıda ürünlerinin Mısır halkına adaletli bir şekilde paylaştırılması gibi temel sorunlara eğildi. 1951 yılında partisinin diğer mensuplarıyla birlikte “Paşa” ünvanını lâyık görüldü.
1952 yılında başını Albay Cemal Abdunnasır ve General Muhammed Necib’in çektiği Hür Subaylar Darbesi ve akabinde krallığın ortadan kaldırılıp cumhuriyete geçilmesiyle birlikte yeni rejim tarafından hedef tahtasına oturtuldu ve partinin diğer mensuplarıyla aynı akıbeti paylaştı, görevinden azledildi.
Devlet içinde aldığı görevler haricinde ilmî ve toplumsal havzada da aktif rol oynayan Ahmed Hamza Paşa, Arap ve Müslümanların sorunlarını siyasete taşıma maksadıyla 1947 yılında Liva’ül-İslâm (İslâm’ın Sancağı)dergisini yayımlamaya başlamıştı. Darbeden hemen sonra rejimin Vefd üyelerine karşı başlattığı cadı avı neticesinde mallarının büyük kısmına özelleştirme kisvesi altında el konulması, paşa için iktisadi anlamda zor günlerin geldiğinin habercisiydi. Ancak paşa, bütün bu olumsuzluklara rağmen kıt imkânlarını seferber ederek dergiyi çıkarmaya devam etti. Ömrünün sonuna kadar Vefd Partisi'ne olan bağlılığını muhafaza eden Ahmed Hamza Paşa, 1977’de dünyaya gözlerini yumduğunda kendisinden geriye kalan serveti, sayılabilecek birkaç mülk ve kurucusu olduğu dergiyi çıkarmayı sürdürecek hayırlı bir kız evlattı.
- Ancak hem Ahmed Hamza Paşa’nın yaptığı açılımlar hem devlet dairelerinde üstlendiği görevler hem de çıkardığı dergi onu Müslüman belleklerde unutulmaz kılacaktı. Onu bugün ve gelecekte hayırla yad etmemizi esas sağlayacak olan, Medine’ye yaptığı kısa ziyaret ve bu süre zarfında yaşadıklarıydı.
Takvimler 1947 yılını gösterirken, Ahmed Hamza Paşa ve danışmanı Prof. Dr. Muhammed Ali Şita hac farizasını yerine getirmek için rotayı Mekke olarak belirlemişti. Hac ve umre ibadetlerini tamamlayan paşa, ülkesine dönmeden önce Hz. Peygamber’in mescidinin ve kabrinin bulunduğu Medine’ye de uğramak istedi. Medine’ye ayak bastıkları ilk andan itibaren hürmetle karşılanan paşa, şehir valisi tarafından yakın ilgi ve alaka gördü. Daha sonra Mescid-i Nebevî’ye giren Paşa, gördüğü manzara karşısında hayretten donakaldı: İslâm nurunun yeryüzüne dağıldığı nokta olan Mescid-i Nebevî’nin içi, dışarının aydınlığına rağmen neredeyse zifiri karanlıktı. Bunun sebebi ise mescidin aydınlatılması için kullanılan kandillerin yeterli ışığı sağlayamamasıydı.
- Mescid-i Nebevî ibadete açıldığı ilk yıllarda hurma dallarının demet haline getirilip yakılmasıyla aydınlatılıyordu. Hicri dokuzuncu yılda Hz. Peygamber’i dünya gözüyle görmek için Filistin topraklarından Medine’ye gelen Temîm ed-Dârî, mescidin aydınlatılması için kullanılan bu sistemin yeterli olmadığına kanaat getirmiş, hurma yapraklarını zeytinyağı ile yanan fenerlerle değiştirmişti. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiğine göre Temîm ed-Dârî, Mescid-i Nebevî’de kandili yakan ilk kişi olma şerefine nail olarak o dönemde mescidin en iyi şekilde aydınlatılmasını sağlamıştı.
Temîm ed-Dârî’nin ihdas ettiği bu aydınlatma sistemi, büyük değişikliklere uğramaksızın korunmuş, ancak geçtiğimiz yüzyılın şartlarında artık mescidi aydınlatamaz olmuştu. Osmanlı’nın son döneminde kurulan kısmî elektrik tertibatı da kullanılmaz haldeydi.
Bu durumdan hem kendi hem de ümmet adına büyük hicab duyan Ahmed Hamza Paşa, başkent Riyad’a giderek mescidin ışıklandırılması hususunda Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz Âl-i Suud ile görüştü. Kraldan onay alan paşa, tamamının masrafı kendisine ait olmak üzere çok sayıda elektrik teli, elektrik kablosu ve ampul sipariş ederek bunları Medine’ye yolladı. Danışmanı Muhammed Ali Şeta’yı da görevlendiren paşa, ona Mescid-i Nebevî’yi elektrik enerjisiyle aydınlatacak projeyi yürüten mühendislere refakat etmesini ve işlerin yerinde takibini salık verdi.
Yaklaşık dört ay süren titiz bir çalışma sonunda, geleneksel kandillerin yerini elektrikli lambalar almıştı. Böylece 'münevver' şehrin, Medine’nin kalbi Mescid-i Nebevî kelimenin gerçek manasıyla münevver, yani ışıklandırılmış oldu.
Ertesi yıl umre ziyaretini tekrarlamak için Hicaz’a yeniden gelen Ahmed Hamza Paşa ve danışmanı, Medine halkı tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Paşanın da iştirak ettiği geniş kapsamlı bir törenle Mescid-i Nebevî yeni dönemine girmiş oldu.
Yine Medine’de oldukları bir gün Ahmed Hamza Paşa yanında Medine valisi bulunmasına rağmen danışmanının kulağına fısıldayarak, Hz. Peygamber’in kabrinin bulunduğu bölmenin (Ravza) içine girmeyi arzuladığı söyledi. Fısıldaşmaya dikkat kesilen vali danışmana yanaşarak paşanın ona ne söylediğini sordu. Paşanın niyetini öğrenen vali, kendisinin böyle bir ziyarete yetki verecek konumda olmadığını, bunun için başkent Riyad’da bulunan kraliyet sarayından onay gerektiğini belirtti. Bunun üzerine Ahmed Hamza Paşa Riyad’la temasa geçerek iznin gelmesini beklemeye koyuldu.
- Paşa’nın talebi, iletilmesinin üzerinden 24 saat bile geçmemişken sürpriz bir şekilde kabul edilmiş, belge de valiye ulaşmıştı. Malumatı bizzat validen edinen Muhammed Ali Şeta, nefes nefese paşanın yanına varıp bu güzel haberi müjdeledi. Danışmanı, dilediği vakitte ziyareti gerçekleştirebileceği söylediğinde paşa, düşünmek için kendisine mühlet verilmesini talep etti. Daha sonra danışmanına dönerek Ravza’ya hemen girmek istemediğini bildirdi. Aldığı cevap karşısında şaşkınlığa uğrayan Muhammed Ali Şita, bunun nedenini sorduğunda ise Paşa şöyle dedi: “Peygamber Efendimizin kabr-i şerifinin bulunduğu hücreye girmek için maddî ve manevî kirlerden arınarak hazırlık yapmak lüzum eder.”
Mescid-i Nebevî’de danışmanı ile birlikte günlerini ibadet ve duayla geçiren paşa, inzivasından üç gün sonraRavza’ya girmiş ve bir süreliğine Hz. Peygamber’in kabrinin yanı başında ibadet etme şerefine mazhar olmuştu.
Muhammed Ali Şita, yaşadıkları bu eşsiz tecrübeyi şöyle aktarıyor:
Peygamberimizin kabr-i şerifinin olduğu bölmeye girince oldukça güzel bir koku burnumuza çalındı. Bulunduğumuz ortamdan kaynaklanan yoğun hissiyattan dolayı konuşamadığımı fark ettim. Şoku atlattıktan birkaç dakika sonra Kur’ân’dan dilime kolay gelen ayetleri ve duaları okumaya koyuldum. Paşa hazretleri de aynısını yapıyordu. Bu mekândan çıkmadan evvel kumların olduğu bölmeden bir avuç kum aldım ve cebime koydum. Çıktıktan iki saat sonraya kadar tek bir kelime dahi edemedik.