Kubeysiyyât: Rejimin Gölgesinde Elit Bir Kadın Cemaati
İslam dünyasındaki, içerisinde sadece kadınların bulunduğu bir hareket olarak dünyanın en büyük teşekkülü olduğu ifade edilen Kubeysiyyât, ismini kurucusu Münîra el-Kubeysî’den almıştı. Şam merkezli bir oluşum olan Kubeysiyyât’ın hitap ettiği elit sınıf ve kullandığı metot itibarıyla siyasî kanat tarafından keşfedilmesi en basit şekliyle sahip olduğu potansiyelle izah edilebilirdi. Her ne kadar kapalı bir hüviyete sahip olsa da ilerleyen yıllarda gerek Suriye içerisinde gerek Ürdün, Kuveyt, Filistin gibi çok sayıda Arap ülkesinde müessir bir kuvvet haline gelen hareket uluslararası hüviyetiyle önemli bir mevkiye gelmeyi başarmış, “Dünyanın en müessir 500 Müslümanı” başlığıyla her yıl yayınlanan raporda pek çok defa Münîra el-Kubeysî’yi de bu listeye girmişti.
Suriye’deki yapılanması 1930’lu yıllara kadar uzanan İhvân Hareketi, 1946 yılında Fransa’nın bu topraklardan ayrılmasının ardından yönetime talip aktörlerden biri haline gelmişti. Fakat mevcut karışıklıkta meydana gelen çok sayıda darbe ve bunların neticesinde İhvân’a yapılan baskı, bu hareketin siyasî faaliyetlerini yürütme noktasında kimi zorluklar çıkartmıştı. 1954 yılında Mısır’da yasaklanan hareket, 1958 yılında Suriye ve Mısır’ın tek bir çatı altında birleşmesi neticesinde alınan kararla Suriye’de de yasaklanmıştı. Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında Mısır ve Suriye’nin birlikteliği 1961 yılındaki Baas darbesiyle sona erince siyasî faaliyetler için fırsat bulan İhvân bu sefer de Baas engeliyle karşılaşmıştı.
Seküler bir hüviyete sahip olan Baas, Suriye’nin İslamî bir idareyle yönetilmesini isteyen İhvân’ı kendisine tabii bir tehdit olarak görmüştü. İhvân’ın ilerleyen yıllardaki durumu, Baas idarecilerini bu hareketin kökünden kurutulması noktasında hemfikir kılmış, bunun da ancak hareketin motive kaynağı olan İslam karşıtı, İslam’a hücum eden faaliyetlerle olabileceğini düşündürtmüştü. Zaten kendisinin laik ve seküler yapısıyla uyuşmayan Suriye’nin İslamî hüviyeti onlar için de törpülenmesi gereken bir durumdu. Onlara göre rejim tarafından kurulan korku düzeni, kimsenin din aleyhine yapılan faaliyetlere ses çıkarmamasını temin etmiş olacaktı. Fakat kağıt üzerinde yapılan planlar, sahada hiç de düşündükleri gibi olmadı.
1967 yılında resmî makamlar tarafından çıkarılan Ceyşü’ş-şa’b isimli dergide, ordu mensubu bir Alevi olan İbrahim Halas tarafından kullanılan din karşıtı ifadeler pek çok baskıya tahammül eden halk nezdinde kısa zamanda büyük bir öfke patlamasına sebep olmuştu. Özellikle meşhur Suriyeli âlim Hasan Habenneke’nin verdiği hutbe insanları galeyana getirmiş, Suriye’nin pek çok noktasında rejim aleyhine protestolar başlamıştı. Rejimin bu tepkilere verdiği sert karşılık ise meseleyi körüklemekten başka bir işe yaramamıştı. Yaşananlara bir çözüm bulamayan Baas idaresi nihayetinde derginin nüshalarını toplatmak, kurulan askerî mahkemede yazının sahibini ve dergiden daha başkalarını da tutuklamak zorunda kalmıştı. Resmî makamlardan yapılan açıklamada bunun bir Amerikan-İsrail komplosu olduğu söylenmiş ve mesele bir şekilde kapanmıştı.
Bu yaşanan tecrübe hiç şüphesiz Baas rejiminin de kulağına küpe olmuştu. Rejimin unutmaması gereken bir gerçek vardı; dine doğrudan hücum, Suriye halkının hassas noktasını oluşturuyor ve buraya yapılacak herhangi bir müdahale rejimin varlığını tehdit etme noktasına gelebiliyordu.
Hem stratejik olarak da İslam’la iyi geçinilmesi gerekiyordu. İsrail’le yapılan savaş sadece Suriyeliler nezdinde değil tüm Arap dünyasında en büyük dayanağını İslam’ın cihad emrinden alıyordu. İsrail’le savaş halindeki Mısır’da da benzer bir durum yaşanmış, İslam’ın Müslümanlar nezdindeki potansiyelinden istifade edilmek istenmişti. 1965 yılında Mısır Genelkurmayı tarafından yayınlanan kitapçıkta kafirlere karşı Allah için cihad çağrısı yapılması bu potansiyelin harekete geçirilmesinden başka bir şey değildi. Dolayısıyla Suriye rejiminin bir paradigma değişikliğine gitmesi kaçınılmaz olmuştu.
İlginçtir 60’lı yıllar benzer paradigma değişikliğinin Türkiye’deki rejim için de söz konusu olduğu bir dönemdi. Bunu zorunlu kılan şey de hiç şüphesiz Türkiye’de demokrasiye geçilmesi olmuştu. Cumhuriyet tarihinin ilk demokratik seçimi olarak bilinen 1950 seçimlerinde halkın büyük bir kısmının Adnan Menderes’i başbakanlık koltuğuna taşıması, CHP kanadında da şok etkisi meydana getirmişti. Kadir Mısıroğlu’nun dediği gibi “27 Mayıs İhtilali Kemal namına ve Kemal’in nizamını teyîd ve tecdîd namına” yapılmış, bu darbeyle eski düzen kısmen geri getirilmişti ama büyük bir problem olarak insanların kazanılması sağlanamamıştı. Değişen dünyada rejimin sıhhati için halkın kazanılması kaçınılmaz bir ihtiyaç hali arze diyordu. 60 darbesi akabinde sivile geçilmesinin ardından Devlet Planlama Teşkilatı bir yerde de bu maksat için kurulmuş oldu.
Burada yürütülen faaliyetler rejimin kendisine iki büyük tehdit olarak gördüğü “İslam” ile “komünizm”i, “kemalizm” ile telfîk etme gayretleri üzerine yoğunlaşmıştı. Bu şekilde hem Müslümanlar hem de komünistler rejim için tehlikesiz bir hale getirilecekler, onların mevcut rejimle entegre olmaları sağlanacaktı. Mustafa Kemal uzunca bir zaman Komünistler için Nazım Hikmet’in tabiriyle “Burjuva Kemal” olmuştu ve kendilerince hiç de sevilen biri değildi. Mustafa Kemal tarafından kurulan rejime temel itibarıyla karşı olan Deniz Gezmiş’in onun adına 1968 yılında yaptığı yürüyüş eylemi, muhtemelen Mustafa Kemal ile Komünizmi telfîk etme teşebbüslerinin bir meyvesi olmuştu. Komünistler rejime tav edilirken Müslüman halk için de kendilerini rejimle barıştıracak unsurların ihdas edilmesi ihmal edilmemişti. Mustafa Kemal’in, Hz. Muhammed’in Suud’daki mezarını kurtarmasından Japonya’ya cami yaptırmaya varıncaya kadar sergilediği “mümin gayreti”ni vurgulayan çok sayıda propaganda yoğunluğu, “gökten indiği sanılan kitaplar” diyen kişi kendisi olmasına rağmen adeta onun kendi şahitliğini gölgelemişti. Aynı eller tarafından uydurulan vesikalar bu efsanelerin daha da gerçekçi olmasının istenmesinden başka bir şey değildi. Komünistlerin Kemalizm’e ram edilmesi gibi günümüzde bu durum kısmen Müslümanlar için de gerçekleşmiş oldu.
İbrahim Halas hadisesinin akabinde Suriye’de inşa edilen çok sayıda cami, rejimin paradigma değişikliğine girdiğinin en önemli işaretlerini vermişti. Bununla birlikte din karşıtlığı çok daha sinsi bir yerden yapılacak, ulaşılmak istenen hedef, siyasal İslam adı verilen fikir ve bunun temsilcisi olan İhvân üzerinden operasyonla devam edecekti. Suriye’de olan da Türkiye’dekinden veya Mısır’dakinden farklı değildi. İbrahim Halas muhakeme edildiği askerî mahkemede ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştı ama karşı cenah da kendi haline bırakılmamıştı.
- Din, mevcut haliyle değil, rejim tarafından şekillendirilip sunulduğu kadarıyla kabul edilebilirdi. Bu bakımdan kimi müdahalelerin yapılması kaçınılmazdı. Bunun önünde de en büyük engel İslam’ı bilen ve halk nezdinde itibar sahibi olan ulemaydı.
Hasan Habenneke, 67 olaylarında Şam’da halkı galeyana getirirken aynı şeyi Muhammed Nebhânî de Halep’te yapmıştı. Bunlar gibi daha niceleri vardı.
Rejimi meşru görmeyen âlimlerin devre dışı bırakılması, rejim tarafında başka bir ihtiyacı açığa vuruyordu ki onun çözümü de adeta mevcut asker kadrosu gibi bir âlim kadrosu meydana getirmekten geçiyordu.
70’lerin sonlarında ve 80’lerin başlarında İhvân ile Esed rejimi arasında büyük gerilimler yaşanmış, özellikle Hama Katliamı ile neticelenen olaylarda Suriye İhvânı büyük bir darbe almıştı. Rejimin çalışmayı planladığı bahsettiğimiz sahada önünün açılması da 82 sonrasındaki muhalefeti ezme noktasında elde ettiği fırsatla mümkün olabilmişti. Rejimin halk nezdinde meşruiyetini sağlayacak âlimlere ihtiyacı vardı. Bunun için önemli isimler kendisini göstermişti ki bunların başında Ramazan el-Bûtî geliyordu. O, İhvân ile Baas rejimi arasındaki mücadelede Esed tarafında durmuş, aynı destekleyici tavrı Hama Katliamı’nda da sergilemişti. Baas rejiminin İslamî esaslarla bağdaşmayan bir diktatörlük olduğunu savunan Hasan Habenneke’nin talebesi olan Bûtî, rejime İslamî referanslarla meşruiyet sağlayan mercilerinden biri haline gelmişti. Suriye halkının dine olan bağlılığı, kendisi Alevi tebaası Sünnî olan bir toplumda rejim için din âlimlerinin varlığını da gerekli kılıyordu.
Şam Emevî Camii’nin imamı olan Hüsâmeddîn el-Farfûr daha 2021 Ramazanının bayram namazında verdiği ve Beşşâr Esed’in de mevcut olduğu hutbede şöyle demişti: “Sayın Başkan, sizden büyük bir hayır gördük. Size hak üzere biat ettik. Size tâbiyiz ve arkanızdayız.” Devam etmekte olan iç savaşa gönderme yaparak âyetle şöyle devam etmişti: “İsrailoğulları'nın dediği gibi asla ‘sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!’ demeyeceğiz. Bilakis biz sana diyoruz ki sen ve Rabbin gidin savaşın, elbette ki bizler de sizlerle beraber savaşacağız.”
Yine 2021 yılı içerisinde artık o mansıba sahip olmayan Müftü Bedrüddîn Hassûn, yaptığı bir konuşma esnasında allem etmiş kallem etmiş Kurân-ı Kerîm'de Suriye'ye işaret edildiğinden emin, bir âyet bulmuş, onu da ucuz bir şekilde Esed’in meşruiyetine harcamıştı. Bu isimler ve daha niceleri aynı zamanda bir dinî söylemin de temsilcileriydiler. Yaygın kullanılan tabiriyle ılımlaştırılmış İslam anlayışları sufiliğin de işin içine dahil edilmesiyle kolay işlenebilir ve tasavvufa meyilli Suriye halkı nezdinde kolay nüfuz edebilir bir hüviyet almıştı. İlim ehli tarafından Esed rejiminin halk nezdindeki meşruiyetini sağlama gayretleri 80’lerden itibaren önemli aşamalar kaydetmişti ama 2011 yılında halkın patlayan öfkesi ve buna rejimin verdiği karşılık, net bir şekilde rejimin gerçek yüzünü de göstermişti. Hâlâ rejim tarafını tercih etme noktasında direten Müslümanlar ise muhtemelen büyük çoğunlukla yapılan propagandanın mağdurlarından başkası değildi. Hiç şüphesiz bunun başlıca mesullerinden belki de en büyüğü halk nezdindeki itibarıyla yıllarca Baas rejimine meşruiyet sağlayan ulema olmuştu.
Bu propagandanın aktörleri de yukarıda sadece birkaç tanesinden bahsettiğimiz isimlerdi. Bunlar arasında yer alan ve belki en işlevsel olanı Kubeysiyyât Cemaati olmuştu. Kadınlardan oluşan, kapalı ve feminist temayüllere sahip olduğu bilinen bu organizasyon, adeta Esed rejiminin 2014 sonrası kadın kolluk kuvvetleri olmuştu. Herhangi bir rejimin, fikrin, ideolojinin sağlıklı bir şekilde varlığını devam ettirmesi hiç şüphesiz insanları kazanmasıyla, ama özellikle kadınları kazanmasıyla mümkün olabilirdi. Bir fikre inanan veya inandırılan bir kadın çocukları eğitecek, yeni neslin çekirdekten yetişmesi bu şekilde mümkün olabilecekti. Şam merkezli bir oluşum olan Kubeysiyyât’ın hitap ettiği elit sınıf ve kullandığı metot itibarıyla siyasî kanat tarafından keşfedilmesi en basit şekliyle sahip olduğu potansiyelle izah edilebilirdi.
İslam dünyasındaki, içerisinde sadece kadınların bulunduğu bir hareket olarak dünyanın en büyük teşekkülü olduğu ifade edilen Kubeysiyyât, ismini kurucusu Münîra el-Kubeysî’den almıştı.
Bu isimlendirme tabi kendilerinin değil, insanların onlara yakıştırdıkları bir isim olmuştu. Aynen Türkiye’de mesela Süleyman Hilmi Tunahan’ı kendilerine rehber edinenlere verilen “Süleymancı” tabiri gibi bir durum söz konusu olmuştu. Türkiye’deki bu yapı bundan nasıl rahatsız oluyorsa Kubeysiyyât mensupları da kendilerinin bu isimle anılıyor olmalarından rahatsız oluyor, pek çok defa yaptıkları gibi kendilerinin “davet yolunun kız kardeşleri”, “davet yolunun kızları” şeklinde anılmaları gerektiğini ifade ediyorlardı.
- Ürdün merkezli Kraliyet İslamî Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından “Dünyanın en müessir 500 Müslümanı” başlığıyla her yıl yayınlanan raporda pek çok defa Münîra el-Kubeysî’yi de bu listeye girmiş, bunlardan mesela 2021 yılındaki raporda, kurduğu geniş ağla sadece Şam’da yaklaşık 80 okula sahip, 75 binden fazla talebeye, yüzbinlerle ifade edilen mensuba sahip olan Münîra el-Kubeysî 25. sırada yer almıştı.
İlerlemiş yaşıyla hâlâ hayatta, Şam’da yaşamakta olan, bununla birlikte hiçbir fotoğrafının herhangi bir yerde olmadığı Münîra el-Kubeysî peki kimdi?
Suriye’nin Havrân Bölgesi’nden, aslen Filistinli ticaretle uğraşan bir babanın, altısı erkek dördü kız toplamda on kardeşten biri olan el-Kubeysî, 1933 yılında Şam’da dünyaya gelmişti. Kardeşleri arasında 1940 doğumlu Muhammed Behced Kubeysî gibi akademi dünyasında isim yapan başka kardeşleri de olacaktı. Üniversite de dahil olmak üzere eğitimini Şam’da tamamlayan el-Kubeysî, mezuniyetinin ardından öğretmen olarak vazife yaptığı dönemde Ahmed Keftârû’nun derslerine katılmıştı. 1964 yılından 2004 yılında vefat ettiği tarihe kadar Suriye müftüsü olan Keftârû, aynı zamanda Esed rejimine meşruiyet temin etme gayretinde olan isimlerin de en önemlilerinden biriydi. Zeyd bin Sâbit Câmii etrafında şekillenen dersleriyle Zeyd Cemaati olarak da bilinen hareketin lideri Abdülkerîm er-Rifâî de el-Kubeysî’nin ders aldığı bir başka isim olmuştu. Bunun dışında Şam Üniversiyesi’ne bağlı İslâmî İlimler Fakültesi’ne girdiği dönemde Suriye İhvân-ı Müslimîn Lideri Mustafa Sıbâî ve Sıbâî’den sonra hareketin lideri olan Isâm el-Attâr’ın ders halkasında da yer almıştı. Baas darbesinin gerçekleştiği dönemde tüm gayretini kadınların dinî eğitimine teksîf eden el-Kubeysî, kendi ismiyle anılan hareketin de temellerini bu dönemde atmıştı. Seküler bir toplum meydana getirmek, Suriye halkını dinî köklerinden ayırmak isteyen Baas rejiminin kimi zaman baskıcı olan tavrı bu hareketin de kısmen yeraltına inmesi ve faaliyetlerini aleni olmayan bir şekilde yürütmesi neticesini doğurmuştu.
- Her ne kadar kapalı bir hüviyete sahip olsa da ilerleyen yıllarda gerek Suriye içerisinde gerek Ürdün, Kuveyt, Filistin gibi çok sayıda Arap ülkesinde müessir bir kuvvet haline gelen hareket uluslararası hüviyetiyle önemli bir mevkiye gelmeyi de başarmıştı.
Bu durum da kısmen Suriye’nin ve Arap dünyasının ileri gelen isimlerinin kızları veya hanımlarının burada yer almasıyla mümkün olabilmiş, böylesine hızlı bir şekilde ilerleme kaydedebilmişti. Böylesi her teşekkülün büyümek için ihtiyaç duyduğu finans, hareketin zekice bir politikasıyla çözülmüştü. Özellikle zengin kadınları veya zengin ailelerin kızlarını, hanımlarını hareket içine dahil etme noktasında gayret eden hareket bu şekilde çabucak serpilip büyümüştü. Cemaat içerisinde gerek Suriye gerek Suud gibi ülkelerden olan zengin, nüfûz sahibi kadınlar cemaatin de bir yerde sembol isimleri olmuştu. Bunun dışında cemaatten olan hanımların Suriye’nin nüfûz sahibi isimleriyle yaptıkları evlilikler de hareketin büyümesi noktasında önemli bir yer tutmuştu. Mesela Ramazan el-Bûtî’nin ikinci eşi Emîra el-Arcâ, Lübnan’ın önemli dinî figürlerinden Faysal Mevlevî bunlardan bazıları olmuştu. Bunun dışında mesela Mısır’ın önemli isimlerinden biri olan Yusuf Nidâ da bu hareket içerisinden bir hanımla evlenmişti. Nidâ’nın hanımı olan Emel eş-Şîşekli (Çiçekli), aynı zamanda Türk kökenli Suriye Devlet Başkanı Edîb Çiçekli’nin de yeğeniydi.
Hareketin bir diğer vasfı da iddia edildiği üzere kimi üst düzey isimlere hediyeler vermek suretiyle harekete olan sempatinin artmasını sağlamaktı. İddiaya göre bizzat Münîra el-Kubeysî tarafından Şam’ın Rukneddîn muhitinde Ramazan el-Bûtî’ye bir ev hediye edilmişti. Bûtî ailesine mensup, kendisine de yakın bir isimden gerek evliliği gerek ev meselesini teyit etmek için sorduğum kişinin, Bûtî’nin Emîra el-Arcâ evlilik yaptığını doğruladığını ama hediye meselesinin gerçeği yansıtmadığını ifade ettiğini de eklemeliyim.
Nasıl bir hiyerarşik yapılanmaya sahip oldukları konusunda muğlaklığın söz konusu olduğu hareket içinde, kadınların kullandıkları başörtü renkleri, aslında yer aldıkları hiyerarşik yapının da işaretlerini veriyordu. Uzun yıllar boyunca hareket içerisinde bulunan, ismini vermemem kaydıyla şahsıma içeriden kıymetli bilgiler veren Şamlı bir hanım olan B.R. de başörtüsü rengiyle alakalı durumun böyle olup olmadığı yönündeki soruma müspet bir cevap vermişti.
Buna göre Münîra el-Kubeysî ve hareket içerisindeki üst düzey isimler siyah başörtü kullanıyorken, bu aşağıya doğru; lacivert, petrol mavisi, beyaz başörtü şeklinde seyrediyordu. Tek tip örtü şekli zorunlu tutulurken, başörtülerde iğne kullanılmasına asla müsaade edilmiyor, fârik vasıfları bu olan hareket mensupları için başörtüde iğne kullanılması o kişinin Kubeysiyyât’tan ayrıldığının alameti olarak algılanıyordu. Peçe kullanımının genel olarak yasak olduğu hareket içerisinde yaşlı kadınlar ve özel durumda olan kimileri için bu kural tolere edilebiliyordu. Dış kıyafet konusunda da müntesiplerinin uymak zorunda oldukları bir talimata sahip olan hareket, kot giyilmemesi konusunda oldukça hassas davranıyordu. İç kıyafetine de müdahale eden talimata göre pardösü altına da asla pantolon giyilmemesi, giyilecek şeyin geniş etek olması isteniyordu.
Kubeysiyyât’ın hatalı davranışları olduğunu söyleyen ama genel olarak müspet bir hareket olduğunu ifade eden B.R.’ye göre kıyafet konusundaki baskının, hareketin tahammül edilmesi en zor başlıklarından biri olduğunu söylemiş, hareket içerisinden çok sayıda yaşanan kopmanın bu baskı neticesiyle gerçekleştiğini ifade etmişti. Evde eşlerinin yanında veya hanımlar arasında bile başörtülerini çıkartmamaları gerektiği yönündeki talimatın sebep olduğu aile içi kimi gerginlikler, Münîra el-Kubeysî’ye bu talimatı hafifletmek mecburiyetinde bırakmıştı. İlaveten, evde veya hanım talebeler arasında pijama giyilmemesi ve buna benzer başka talimatlar da yer alıyordu.
Talebelere okutulacak kitaplar hareket içerisinden kimi isimlerin yazdıklarından seçilirken, bunlara es-Sâbûnî, Nûreddîn Itr, Ramazan el-Bûtî ve daha başka nice yukarıdan onaylanmış isimlerin eserleri de ilave edilmişti. Müntesiplerinin beş vakit namaza ihtimam göstermesini istemesinden başka teheccüd namazı kılmasını da isteyen hareket, sufî bir temayüle de sahip olması sebebiyle zikir dersi de veriyordu. Tabii her ne kadar böyle biliniyor olsalar da özellikle Suriyeli muhaliflere ait medyada çıkan kimi görüntüler; erkekler önünde raks eden ve Kubeysiyyât mensubu olduğu söylenen mesela bir kadının hareketiyle, sahip olunulduğu iddia edilen prensiplerle çelişki meydana getiriyordu.
Şarkı dinlenmemesi, dinî olmayan düğünlere katılınmaması, erkeklerle üniversite veya başka bir ortamda birlikte bulunulmaması gibi prensiplere sahip olduğu söylenen hareketin merkezinde ise cemaat mensuplarının hareketin liderine bağlılıkları yer alıyordur. Bu noktada oldukça otoriter bir tavra sahip olduğu anlaşılan Kubeysiyyât, iddia edildiği kadarıyla buraya mensup olan kadınların gidecekleri okullardan evlenecekleri kişilere kadar nasıl hareket etmesi gerektiği konusunda nasihatlere kulak verecek itaat şartı istiyordu.
Eğitim konusunda temel olarak Kurân-ı Kerîm ve hadîs ezberi üzerine yoğunlaşan hareket, Şam Emevî Camii yakınlarındaki Dâru’l-Hadîsi’n-Nûriyyeh isimli merkezlerinin 2006 yılındaki resmî açılışıyla bu sahada önemli çalışmalar yapmış, 2020 yılında vefat eden meşhur Suriyeli âlim Nûreddîn Itr’ın ilmî metodundan müfredâtında bolca istifade etmiş, kütüb-ü sitte ve kütüb-ü tis’a’yi ezberleyen çok sayıda talebe hanım yetiştirmişti. 2006 yılında Üsküdar İmam Hatip Lisesi, Dâru’l-Hadîsi’n-Nûriyyeh’den gelen kütüb-ü tis’a hafızı bir hanım hocayı konferans vermek üzere ağırlamış, Hamdi Arslan’ın o zaman tercümanlığını yaptığı ve benim de hazır bulunduğum o mecliste, Kubeysiyyât hareketi ve bu hanımın ona mensup biri olduğundan habersiz şekilde yaptıkları faaliyetleri takdirle dinlemiştim.
Şam’da çok sayıda başka eğitim merkezi, Kubeysiyyât Cemaati’nin, mevcut özel okulların %50’sinden fazlasının kendilerine ait olduğu biliniyor. Suriye’nin rejim idaresi altında bulunan kimi şehirlerinde de okulları olan hareket, aynı zamanda Ürdün ve Kuveyt gibi güçlü olduğu yerlerde de okullar işletiyor. Büyük bir bütçeye sahip olan hareket, yönettiği özel okullar dışında aynı zamanda mesela Şam’daki es-Selâme Hastanesi gibi özel müesseselere de sahip durumda. Peki bu hareket böylesine bir kuvveti nasıl elde edebilmişti?
Hiç şüphesiz hareketin faaliyetlerini başarılı bir şekilde devam ettirmesi Esed rejimi tarafından elde ettiği imtiyazlar sayesinde olmuş, Beşşâr Esed’in 2000 yılında babasının ölmesinin ardından elde ettiği başkanlık döneminde attığı kimi adımlar bu hareketin tanınmasını da kapsamıştı. Böylece rejim ile hareket arasındaki buzlar yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Hafız Esed döneminde rejim tarafından güvenlik politikası başlığı altında yürütülen faaliyetlere sessiz kalmayı tercih eden hareket, siyasetten olabildiğince uzak durmuş, bu dönemde Saîd Nursî’nin “eûzü billâhi mineşşeytâni ve’s-siyâseti” düsturunu kendilerine şiar edinmişlerdi. Zira hareketin İhvân ile olan bağları, 82 sonrası hassas bir duruma gelen şartlarda hareketin her an rejimce ezilme potansiyelini gündemde tutuyordu.
Oğul Esed dönemi, hareket ile rejim arasında yeni bir dönemin de başlangıcı olmuştu. Beşşâr Esed’in vaat ettiği yeni dönem sloganlarına bu hareket de tav olmuştu. Özellikle bu tarihten itibaren hareket bir nevi rejimin gözetimi altında faaliyetlerini çok daha aleni yürütür hale gelmişti. Fakat problemler de olmuyor değildi. Bunlardan mesela “Mâ Meleket Eymânükum” isimli dizi, Kubeysiyyât ile alakalı menfi bir imaj çizmişti. Kubeysiyyât Hareketi mensuplarının insanlara nüfûz etme noktasında kullandığı metot bariz bir şekilde Suriyelileri rahatsız etmek maksadı güdüyordu. Bu da muhtemelen Beşşâr Esed’le birlikte girildiği vaat edilen, toplumun her unsurunun yakınlaşması politikasının seküler kesimde meydana getirdiği rahatsızlık neticesiyle olmuştu. Dizinin yönetmeni Necdet Enzûr, Ramazan el-Bûtî tarafından tenkide uğramış, diziye son verilmesi istenmişti. Fakat meydana gelen gerginlik çok da geçmeden sükûnete ermişti.
2011’e kadar rahat bir faaliyet sahası bulan hareket, 10 yıllık zaman zarfında ciddi bir genişleme kaydetmişti. Kubeysiyyât’ın hareket sahalarının açılması tabii olarak beraberinde rejimle daha da yakınlaşmayı getirmişti. Gizli eğitim verdikleri söylenen ama aslında rejim tarafından haberdar olunduğu iddia edilen ev halkaları Beşşâr Esed döneminde camilere taşınmış, sonrasında kurulan okullarla hareket daha da umûmî bir hüviyet kazanmıştı. Kullandıkları üslup cihetinden yalnız da değillerdi üstelik. Ebunnûr Üniversitesi’nde bulunduğum, 2007-2008 yılında şahitlik ettiğim Keftârû ekolüne mensup çok sayıda hanımın varlığı muhtemelen bu siyasî hamlenin bir diğer neticesi olmuştu.
Fakat 2011 yılına gelindiğinde iş çok daha karmaşık bir hal almıştı. Yanan devrim ateşi karşısında nasıl bir tepki vermesi gerektiği konusunda tereddütte kaldığı anlaşılan hareket, sessizliği tercih etmişti ama içinde bulunulan durum onu bir tercih yapmaya zorlamış, nihayetinde rejimden yana tavır göstermişti. Bu durum aynı zamanda hareket içerisinde oluşacak bir çatlağın da habercisiydi, “Harâirü’l-Kubeysiyyât” ismiyle, devrime destek veren cılız da olsa bir ses yükselecekti. Her ne kadar tarafını rejimden yana seçse de sessizliğini yine de devam ettiren hareket, suskunluğu rejim tarafından hoşlanılmaması sebebiyle olacak, kimi yıldırma faaliyetlerine de maruz kalmıştı. Hareket içerisinden öldürülenler olmuş, çok sayıda tutuklama da gerçekleşmişti.
Hareketin ilk üç senesini böyle sınıflandırmak mümkünken, 2014 başka bir kırılmanın yılı olmuştu. 2011’de patlayan olaylarla rejimden yana tavrını ortaya koyan Kubeysiyyât, 2014’ten sonra ise bu noktada rüştünü ispat etmişti. Her ne kadar içerisinden devrime katılanlar olmuş olsa da ana kadro rejimden yana tavrını ortaya koymuş, hareket içerisinde muhalif düşüncede olanların bir bütün olarak Kubeysiyyât’ın fikrini yansıtmadığını, bunların münferit düşünceler olduğunu ilan etmişti.
- Tarihinde bir ilk olarak Kubeysiyyât içinden bir isim olan Selmâ Ayyâş’ın 2014’te Suriye Evkâf Bakanlığı’na atanması, hem de bakan yardımcısı gibi kendisine yüksek bir paye verilmesi hiç şüphesiz rejime olan bağlılıklarının bir ödülüydü.
Hareket içerisindeki İhvân unsurlarının temizlenmesi ve her ders sonrasında bir ritüel olarak yapılan Esed’e dua seremonisi verilen tavizlerin ilklerinden olmuştu. Kubeysiyyât ile alakalı bir eser telif eden, hareketin içerisinde bulunan veya buradan ayrılmış yirmiden fazla isimle yaptığı görüşmelerden edindiklerini de kitabına derceden Muhammed Hayr Mûsâ’ya göre rejim 2014 sonrasında hızla bu önemli gücü kanatları altına almıştı. el-Cezîre’de 12 serilik bir de yazı kaleme alan bu yazarla yaptığım görüşme, hareketle alakalı kendisine sorduğum kimi sorulara da cevap vermişti.
Varlıklarını bugün de devam ettiren hareketin yurtdışındaki ayakları Kubeysiyyât değil, farklı bir isimle boy göstermişti. Mesela hareketin Lübnan’daki temelleri, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanlık’ın kurucusu ve lideri olan Ahmed Cibrîl’in Filistin asıllı kız kardeşi Emîra Cibrîl tarafından atılmış, kendisinden sonra liderlik makamına geçen ve Münîra el-Kubeysî’nin öğrencisi olan Seher Halebî’ye izâfetle es-Seheriyyât şeklinde maruf olmuştu. Ürdünlülerin ve Ürdün’de yaşayan Suriyeli üst sınıf ailelere mensup kadınlar nezdinde büyük bir tesir meydana getiren Fâdiye et-Tabbâ’, Kubeysiyyât’ın Tabbâiyyât ismiyle maruf olduğu şekilde Ürdün’deki ayağını meydana getirmişti. Lübnan’dan sonra Kuveyt’e giden Emîra Cibrîl aynı zamanda Cem’iyye Beyâdiri’s-Selâmi’n-Nisâiyye ismiyle hareketin buradaki yapılanmasını oluşturmuştu. Türkiye’ye gelen göç dalgası beraberinde bu hareketin kimi mensuplarını da buraya taşımıştı.
Bunların rejim destekçisi olup olmadığı yönündeki soruma Muhammed Hayr Mûsâ, “harekete mensup kişilerin buradaki sayısı oldukça az. Rejim taraftarı olup olmadıkları mevzusu bunun hakkında evet veya hayır diyemeyecek kadar karışık.” cevabını vermişti. Bu durumu meydana getiren sebep muhtemelen hareketin rejimle olan bağlantısının maslahat icabı olup olmadığı, aslında hareketin rejimi meşru saymamakla birlikte yapılan faaliyetlerin sekteye uğramaması için siyaseten böyle bir tavır takındığıyla alakalı zihinlerdeki muğlaklık olmalı. B.R.’ye göre hareketin rejimle olan bağlantısı hakiki olmaktan ziyade siyasî bir maksat güdüyor. Aynı hareketin bir başka ülkedeki yapılanmasında eğitimine devam ettiğini söyleyen B.R.’nin, orada Suriye rejimi hakkında daha rahat konuşuluyor olmasını buna delil olarak gösteriyor.
Türkiye de dahil olmak üzere takınılan kimi siyasî tavırların nerede başlaması ve nerede sonlanması gerektiği konusundaki muğlaklık, tarihte olduğu gibi günümüz İslam dünyasında da kafa karışıklığının sebebini meydana getiriyor. Bu da şahsım adına bana "puma sendromunu" hatırlatıyor. Pumalar muhteşem birer koşucudurlar, avlarının peşinde kaslarını, kemiklerini, eklemlerini devreye sokarak harika bir performans sergilerler. Fakat bu kimi zaman onların ölüm koşuları olur. Peşinde koştuğu hayvan eğer harcadığı enerjiyi verme noktasında yetersiz kalırsa bu pumanın da ölümüyle neticelenir. Aslında tam olarak “aptal puma sendromu” denen bu durum, kimi ufak kazanımlar elde etmek için kaybetmemesi gereken önemli şeyleri tehlikeye atan yapıları hatırlatıyor ki İslam dünyasında örneklerini sıkça gördüğümüz bu durum aslında bir yerde de aptal puma sendromunu hatırlatıyor.