"Galiba deliriyorum"
Sizlere burada, her şeyden önce kişisel bir tecrübenin kişisel bir yorumunu ve çıkarımlarını anlatmak istiyorum. Bir olayı, o olayı yaşayandan daha iyi anlatabilecek, aynı zamanda anlatırken onun kadar zorlanacak başka kimse yoktur. Yaşadığım şeyin boyutları, sebepleri ve sonuçları bütünsel bir değerlendirme yapmak için hala yeterince açıklayabilmiş ve anlayabilmiş değilim. Geriye dönüp baktığımda anlayamadığım ve kabullenemediğim noktalar yeni tecrübeler edindiğimde ve farklı şeylerle karşılaştığımda edineceğim bilgilerle tekrar tekrar değerlendirebileceğim bir çıkış noktası konumunda olmaya devam edecek. Çünkü hayatım boyunca bu kadar karmaşık ve anlamlı bir durumla karşı karşıya kalmadım.
Bosna Hersek'e gidiş hikâyemiz tam olarak 2017 yılının 19 Şubat gecesi Gençdes'e (Kültür Bakanlığı’nın film çeken gençlere verdiği destek programı) yaptığımız başvuruyla başladı diyebilirim. O gece aynı zamanda hayatımdaki farklı bir durumun da sonuna isabet ediyordu. Bu anlamda Bosna yolculuğu benim iç dünyamla paralel gitmeye ilk andan itibaren başlamıştı diyebilirim. Bosna'da üniversite öğretimini sürdüren ve Bosna sineması ve kültürüyle yakından ilgili olan bir arkadaşımızın (o zaman arkadaşımızdı) tavsiyesiyle Bosna sineması üzerine bir belgesel çekme kararı aldık. 19 Şubat gecesi sabaha karşı başvuru işlemlerini gerçekleştirdikten sonra sonucu beklemeye başladık. Bu süreçte sonuç olumlu olsa da belgesel yapmak konusunda yaşadığımız kararsızlık sürüyordu. Alacağımız tutarın büyük bir sorumluluk getirmesinin yanında "Yabancı bir ülkede belgesel çekme işinin altından kalkabilecek miyiz?" sorusu da aklımızı kurcalıyordu. Uzun bir kararsızlık sürecinden sonra cesaretimizi toplayıp çıkan destekle belgeseli yapmaya karar verdik. Daha doğrusu hiçbir şey yapmadan pişman olmaktansa, hata yaparak pişman olmayı tercih ettik.
Planlarımızı yapıp gerekli olan her şeyi aynı anda bir araya getirebileceğimiz tarihi belirledik. Ağustos ayında yapılan Saraybosna Film Festivali'nde orada olursak röportaj yapmak istediğimiz yönetmen ve oyunculara daha kolay ulaşabileceğimizi düşündük. Düşündüğümüz gibi de oldu. Yönetmen ve projenin fikir sahibi arkadaş önden gidip çeşitli makamlarla görüşmelerini gerçekleştirdikten ve kalacak yer, yönetmenler ile röportaj tarihlerini ayarladıktan sonra 10 Ağustos'ta ekibe ben de dâhil oldum. 10-30 Ağustos tarihleri arası olması hasebiyle ekip içinde Bosna'da en az kalacak kişi bendim. Gidip alıştıktan sonra bu durum canımı daha da çok sıkmaya başladı. Tarihi ve kültürel dokusu, doğası, havası, suyu, insanı, kısacası her şeyiyle Bosna'yı çok sevmiştim. İlk günlerde belgeselin çekim süreciyle, festivalle daha çok ilgilendik. Bu süreçte fikri ortaya atan ve ekibe sonradan dâhil olan diğer bir kişiyle sorunlar yaşadık. Yaptığımız ilk röportajdan sonra ortaya çıkan bu durum da işlerimizi biraz zorlaştırdı. Maalesef bu tür işlerde acemilik sebebiyle bu sorunlar ortaya çıkabiliyor diyerek elimizden geldiğince iyi bir belgesel yapmaya karar verdik. Ayrılan iki kişinin işlerini de geri kalan üç kişiye bölüştürdük. Yönetmen, kurgucu ve proje tasarımcısı olarak ben…
Daha sonraki süreçte kendi imkânlarımızla ulaşabildiğimiz kadar yönetmene ulaşıp onlarla da röportaj yaptık ve belgeselin temelini kurmuş olduk. Son günlerde röportaj yaptığımız günlerin arasına birkaç gezi programı sıkıştırarak Bosna'nın farklı şehirlerini ve doğal güzelliklerini görme fırsatı bulduk. Ağustosun son günlerine ve benim Bosna yolculuğumun son günlerine geldiğimizde kalan son saatlerimizi de en iyi şekilde geçirebilmek için Karadağ’ın Kotor şehrine gitmeye karar verdik.
İşte her şey tam bu noktada başladı. Kotor'a gitmek için yurtdışına çıkmaya uygun bir araç kiralamamız gerekiyordu. Uygun bir yer ararken elimizde olan diğer aracı ben kullanıyordum. Saraybosna’nın merkezinde, ters yöne girdiğim bir caddede geriye dönebilmek için geri geri giderken yaşlı bir kadına çarptım ve yere düşmesine sebep oldum. Çok büyük bir kaza olmadığı ve kadın sadece hafifçe yere düştüğü için ilk başlarda olayın boyutlarının ne kadar büyüyebileceğini düşünmemiştim ama 88 yaşındaki bir kadının o hafif çarpmayla bile hayatını kaybedebileceğini kısa süre sonra öğrenecektim. Kaza anındaki ilk korkudan sonra kendimi büyük bir sorun olmadığına inandırmıştım. Ancak birkaç saat sonra hastaneden arayıp kadının kalçasının kırıldığını öğrenince, korku tekrar içimi doldurmaya başlamıştı. Birkaç saat olay yerinde raporların hazırlanmasını bekledikten sonra geceyi nezarette geçirmem için trafik şubesinin nezarethanesine götürüldüm. Sadece o geceyi orada geçireceğime ve sonraki gün uçağa binip eve döneceğime kesin gözüyle bakıyordum. Nezarette ilk geceyi geçirip sabah adliyeye sevk edilmek için işlemlerim yapılırken görevli polislerden birisine akşam uçağına yetişip yetişemeyeceğimi sordum. 'Bir gün mutlaka gideceksin, ama bugün değil. Uçaktaki koltuğun boş olacak' dedi. Bu sözü duyduğumda içimde oluşan hissi tarif edemem. Birkaç saat sonra hâkim karşısına çıktım. Aynı gün, tam da uçağımın kalktığı saatlerde nezaretten hapishaneye sevk ediliyordum.
Nezarethanede geçirdiğim ilk gece hapishanenin nasıl bir yer olduğunu, ana fikri hemen hemen anlamıştım. İnsan bir yere kapatılıp oyalanabileceği her şeyden mahrum bırakıldığında kendi kendisini tüketmeye başlıyor. Mahkemeye çıkarılmadan önce bir iki saat kadar geceyi geçirdiğim nezaretten adliyenin 2 metreye 2 metrelik bir hücresine sevk edildim. Nezarethanenin parmaklıklı odalarında, görüş alanım daha büyük olduğu için daha fazla oyalanabiliyordum. Mesela sabah kahvaltıda verdikleri süt şişesinin içine su doldurup boşaltarak 1-2 saat oyalanmıştım. Ama adliyenin hücresi 4 metrekareden daha büyük değildi ve odadan dışarıyı gören tek şey olan kapıdaki küçük gözetleme deliğini gardiyan sadece kendisi bakmak için açıyordu. Orada geçirdiğim bir kaç saatte oyalanmak için kaç kere tuvalete gittiğimi bilmiyorum. Tutuklu yargılanmam için yapılan mahkemenin ardından ertesi sabah kararın açıklanacağını söyleyip tekrar hücreye koydular. Mahkemeden önce verilen sakinleştiricilerin etkisiyle ve hücrenin içinde dolanıp durmanın verdiği yorgunlukla uyuyakalmışım. Gece 22.00 civarı (uçağımın kalktığı saat) gardiyan uyandırıp kararın verildiğini ve hapishaneye sevk edileceğimi söyledi. Adliyenin en alt katından hapishaneye çıkarılana kadar geri verilen telefonumu açıp gelen mesajları okudum. Arkadaşım herkese haber verdiklerini, bu işin kısa sürede halledileceğini söyleyen bir şeyler yazmıştı. Nikolaj adındaki gardiyan üstümü arayıp ayakkabı bağcıklarımı ve eşyalarımı teslim aldıktan sonra hapishanedeki hücreme götürdü.
Oda arkadaşlarım Amel, Nihat, Neşat, Haris isimli mahkûmlardı. İlk tanıştığımızda sakinleştiricinin etkisiyle rahat bir şekilde konuşup hepsinin suçlarına kadar sordum. Amel banka soymaktan 9 yıl, Nihat ve Neşat araba çalmaktan 4-5 yıl, Haris Plazma TV çalmaktan 1 yıl ceza almış. Hiçbiri İngilizce bilmediği için zar zor yaptığımız bu muhabbetten sonra yorulup konuşmayı bıraktık. Verdikleri yemekleri yiyip, eşofman tarzı giysileri giydikten sonra yatağa geçip tekrar uyumaya hazırlanırken Amel yanıma gelip telefonunu verdi. Babamı arayıp biraz konuştum. Hapishanede olduğuma inandırana kadar birkaç kez aynı soruyu sordu. Amel'in hapishane serüvenimdeki en önemli yanlarından biri de bu olmuştu. O telefon olmasaydı ilk günlerdeki alışma sürecinde çok daha fazla zorlanırdım. Ama 4 gün sonra hapishaneden kaçtığında, her şeyin daha da kötüye gitmesine sebep olacaktı.
İlk günün sabahı elçilikten gelen ziyaretçi için uyandırdılar. Sunay Bey her şeyle ilgilendiklerini, sık sık ziyaretime geleceklerini, bir şeye ihtiyacım olursa ilgileneceklerini söyledi. İstediğim kitapları da bir gün sonra gönderdiler. Sunay Bey perşembe günü gelmişti. Cuma günü Kurban Bayramı'ydı. Bayram sabahı bayramlaştık, Amel cuma namazı için hapishanenin mescidine gitti. Ben de gitmek istiyorum dediğimde özel izin almam gerektiğini söylediler. Cuma ve Cumartesi gününü kitap okuyup oyalanarak geçirdim. Hücrelere göre hapishane odaları çok daha iyiydi. Ama Pazar günü öğleden sonra Amel hapishaneden kaçınca tekrar hapishanenin ceza hücresine alındık.
Odanın aranması ve bizim sorgularımız bitene kadar o hücreden çıkarılmadık. Hapishane savcılık tarafından kapatıldı ve 1 hafta boyunca avukatım dâhil kimseden haber alamadım. O hücrede geçirdiğim 3 gün hayatımım açık ara en uzun 3 günüydü. 4 metreye 4 metrelik odada 4 kişiydik. 3 tane sünger vardı, tuvalet odanın içindeydi ve dışarıdan içeriye yemek dışında hiçbir şey sokulmuyordu. En büyük zaman geçirme aktivitelerinden biri olan 1 saatlik yürüyüş hakkımızı da kullanamıyorduk. Geceleri 4-5 saatten fazla uyuyamıyordum. Sabahları 7-8 arası pencereden sızan güneşin altında durup güneşleniyordum. Günün geri kalanında dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu.
3. gün savcı benim de ifademi aldıktan sonra farklı odalara nakledildik. Nihat'ın 3 günlük cezası kalmıştı. Ama kaçma olayı yüzünde 1-2 hafta daha içeride kaldı. Onu 1 hafta sonra abim ziyaretime geldiğinde ziyarete giderken gördüm. Nesat'ı bir daha hiç görmedim. Haris'le aynı odaya nakledilmiştik. Ama ben 8 kişilik odada 2 gün kaldıktan sonra iki kişilik odaya nakledildim. Resmi kâğıtlarda sahtecilik yapmış bir gazeteci tek kalmak istemiyormuş ama diğer mahkûmlardan korktuğu için yanına kimseyi veremiyorlarmış. Psikolojik durumu da pekiyi olmadığı için hapishanedeki en zararsız diğer suçlu olan beni, onun yanına koymaya karar vermişler. Ben de 8 kişilik odadaki birkaç güvensiz tipten çekindiğim için itiraz etmedim. Ama birkaç gün sonra küçük odanın çok daha kötü olduğunu anladım. Günlük yürüyüş hakkımızı kullandırtmıyorlardı. Banyo için talep yazısı yazmamız gerekiyordu ve oyalanabileceğim şeylerin sayısı tekrar azalmıştı. Küçük odaya nakledildikten 3 gün sonra hapishane açıldı ve avukat ziyaretime geldi.
11 Eylül'de, çarptığım kadının -Sırp olduğunu öğrendim bu süreçte- 1 Eylül'de öldüğü bilgisini aldım. O zaman zarfında, kadın ölmesin diye dua edip durmuştum. Yaşadığım çöküntüyü tarif edemem. Ama bir yandan da rahatlamıştım, olan olmuştu ve artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Avukat yaşlı kadının ailesi şikâyetçi olmadığı için olabilecek en düşük cezayı alabileceğimi söyledi. O an kadının öldüğünü öğrenmenin yaşattığı şokla önemsemesem de avukatın dediği gibi oldu. Ama o an dünyam başıma yıkılmıştı. Bir kaç saat sonra ziyaretçim olduğunu söylediler. Elçilikten birilerinin gelmiş olabileceğini düşündüm. Ama daha önce görüştüğümüz yere değil de mahkûmların aileleriyle görüştüğü odaya götürüldüm. Abimi gördüğümde duygularım karmakarışıktı. Yaklaşık 10 günde normal hayatımdan sanki yıllar geçmişçesine uzaklaştığımı hissediyordum. Abim sonraki hafta bir kez daha ziyaretime gelebildi.
Odadaki duvarlardan birisinde Türkçe “Galiba deliriyorum” yazıyordu. Benim de o odadaki günlerim tam anlamıyla öyle geçti. Güvercinleri beslediğim ve TV izlediğim saatler dışında en büyük oyalanma kaynağım yazı yazmaktı. Abimin getirdiği kitapları ve Kur'ân-ı Kerîm'i mealiyle birlikte okudum. Kendimle ve dünyayla ilgili pek çok not aldım. Okuduğum kitaplardan en çok ilgimi çeken ikisi Üstad Ali Ulvi Kurucu'nun Hatıraları ve Ahmet Muhtar Büyükçınar'ın hayatını anlatan kitaplardı. Kendi hayatımı onlarınkiyle karşılaştırdığımda yaşadıklarımın o kadar kötü ve zor olmadığını düşünmeye başlamıştım. Bunlar dışında okuması rahat ve akıcı olduğu için pek çok Mustafa Kutlu kitabı okudum. Bosna'ya giderken yanıma aldığım Aliya İzzetbegovic'in “Özgürlüğe Kaçışım” kitabını ise hapishane görevlileri tarafından yanlış anlaşılır diye getirmemişlerdi. Hele de 1 hafta önce hapisten birisi kaçmışken. Bu arada Amel kaçtıktan bir hafta sonra yakalanıp aynı hapishaneye getirilmişti. O kitabı hapishanede okuyabilmek isterdim. Aliya'nın, “Bunun fiziksel bir kaçış olmasını isterdim ama bu yazdıklarım hapishaneden yaptığım zihinsel kaçışlardan ibaret” dediği kitap benim içinde güzel bir zihinsel kaçış olurdu. Hapishanede anladığım yegâne şeylerden birisi, hangi durumda olursa olsun insanın içinde olduğu durumu nasıl yorumlarsa o şekilde hissedebileceğiydi. Hapishanenin benim için bir fırsat olduğunu düşündüğüm anlarda mutlu oluyor ve kendimde ve hayatımda yapacağım değişiklikleri, hatalarımı tek tek not alıyordum. Kendimi sıkışmış hissettiğim anlarda ise -özellikle sabahları- saatlerce sinir krizleri geçiriyordum. Ama bu anlarda akıl edebilirsem Kur'ân okumaya başladığımda sinirlerim yatışıyor ve rahatlıyordum. Hapisten çıktığımdan beri bir daha Allah'a o kadar yaklaşamadım. Bu açıdan bakabildiğimde hapse girdiğime şükrediyorum.
Nakledildiğim son hücrede hapishanede kaldığım son 3 haftayı geçirdim. Bu 3 hafta içinde 3 kez banyo için, 3 kez de avluda yürüyüş yapmak için odadan çıktım. Avukat da haftada bir kez 15 dakika ziyaretime geliyordu. Ziyarete geldiklerinde hapishane içinde bile birazcık yürüyünce hemen yoruluyordum. Bu küçük zaman dilimleri haricinde hep kendimle baş başaydım. Oda arkadaşım Josiph de neredeyse hiç İngilizce bilmediği için hiç konuşmuyorduk. Kendi içimde sürekli savaş veriyordum. Avukat kesin bir şey söyleyemiyordu. Söylediği en net şey, eğer cezam 1 yıldan az olursa kefaletle serbest kalabileceğimdi. Ama mahkemeden önce adli tıptan raporun ve sonra savcılıktan iddianamenin gelmesi gerekiyordu. Adli tıp raporunda kadının ölümünün kazayla bir ilgisi olmadığı çıkarsa, kısa zamanda beraat etme ihtimalim vardı ve sürekli bunun için dua ediyordum. Namaz kılarken secdede dakikalarca kalıp yalvarıyordum. En yakın zamanda hapisten çıkmak için adak adamıştım. Ama bir türlü teslim olamıyordum. Sürekli adağımı artırıyordum. En sonunda Eylül ay içinde çıkarsam ne kadar adak vereceğimi belirledim ve bir daha arttırmamak için yemin ettim. Bu şekilde belirsizlikler, korku ve endişe içinde 3 hafta geçirdim.
İlk günlerde duvara çizdiğim tablonun üzerinde günleri çiziyordum, ayın 20’sine doğru günleri çizmeyi bıraktım ve daha az hareket etmeye, okumaya, yazmaya başladım. Yavaş yavaş umudumu yitiriyordum. Avukatın dedikleri ve haftalık 5 dakikalık hakkım olan telefonda babamla konuştuklarım içimi karartıyordu. Özellikle 2. konuşmamızda babam “3-4 ay daha orada kalmaya hazırla kendini” demişti. Son günlere doğru tekrar günleri karalamaya ve daha fazla not almaya başladım. Son hafta, çıktığım gün cuma günü Cuma namazına gitmek için gardiyandan izin istedim. Amel kaçtıktan sonra cumaların iptal olduğunu söyledi. Orada kaldığım ay boyunca Cuma namazının neden son hafta aklıma geldiğini düşünüyorum. Bir anlamda yönelişimi tamamladığımda tekrar hayata dönmeyi hak ettiğimi düşünüyorum.
İçeride kaldığım süre boyunca, ilk günden son güne kadar her günüm ve gecem teslimiyet ile kabullenememe arasında geçti. Geceleri yarım saatte bir uyanıyordum. En fazla 4-5 saat uyuyabiliyordum. Sürekli uyandığım için hiç sabah namazı kaçırmadım. Ama namazı kıldıktan sonra uyuyamayınca bütün bir günün nasıl geçeceği düşüncesiyle kafayı yiyordum. Allah'a tevekkül edip rahatladığım zamanlar da oldu, hücrenin duvarlarını yumrukladığım da. Hapisten çıktığım günden bir gün önce tutukluğumla ilgili bir mahkeme daha olmuştu. Avukatım çıkmamın imkânsız olduğunu, yabancı olduğum için kaçma ihtimalim dolayısıyla tahliye edilemeyeceğimi söylemişti. O günün gecesi televizyonda “Esaretin Bedeli” filmini izledim. 40 yıl da olsa biteceği, her şeyin geçici olduğu fikrini o gece tam anlamıyla idrak etmiştim. 1-2 ay daha hapiste kalmam gerekiyorsa teslim olmaktan başka çarem olmadığını düşünerek rahat uyumuştum. Belki cumaya gitmek istemem de artık hapishaneye adapte olduğumu gösteriyordu. Hapse girdiğimden beri notlarımı alırken kullandığım kalemin mürekkebi o gece bitti. Ertesi gün öğleden sonra hapisten çıkacağımı öğrendim.
Hâkimin yanına götürülürken içime iyi bir şey olacağı doğmuştu. Gardiyan kelepçelerimi çok sıkı bağlamamıştı. Elimi çıkarıp gösterince daha sıkı bağladı ama ben gülüyordum. 5 dakika sonra avukat gelip o gün çıkacağımı söyledi. Çok sevinmeden hâkimin kararını açıklamasını beklememi, dediklerine uyacağımı belirtmemi söyledi. Tekrar kelepçelenip hücreme götürüldüm. Bu sefer gardiyan, “Prosedür böyle” dedi. Hücreme gidip eşyalarımı toplayıp uzun uzun şükür namazı kıldım. Sevinçten ağlıyordum. Josiph sağlık kontrolünden geldiğinde çıkacağımı söylediğimde o da bana sarılıp ağladı. 2-3 saat daha bekledikten sonra saat 4.45'te, 1 ay önce gözaltına alındığım saatlerde hapisten çıktım. Adağım ve dualarım kabul olmuştu. İmtihanın zor kısmı bitmişti ama mahkeme sürecinin bitmesi için 6 ay daha Bosna'da kalacaktım.
Her gün karakola gidip imza atıyordum. Arkadaşlarım ve sevdiklerim yanıma geldi, beraber gezdik, eğlendik. Ama bu sürenin çoğunu yalnız geçirdim. Not almaya ve kitap okumaya devam ettim. Ama hep bir bekleyiş içindeydim. Bu süreç de beni zorladı, her gün ailemle görüntülü konuşuyorduk ama kendimi mahkûm gibi hissetmeye devam ediyordum. Hep kısa süre sonra sürecin biteceği beklentisiyle avukatın ofisine gidip geldim. Süreci hızlandırabileceği söylenen insanlarla görüştüm. Ama hiçbirinin bir faydası olmadı. 7 ay hapis cezası aldım ve 1 ayını yattığım için geri kalan 6 ayı da para cezasına çevirerek ödedik. Dışarıda geçen 6 ayın sonunda, içeride olsam hapis cezamın biteceği günlerde süreç tamamlandı ve 4 Nisan 2018'de ülkeme döndüm.
Bu uzun ve meşakkatli süreçte her şeyden önce ailemin ve arkadaşlarımın değerini anladım. Kendi benliğime ve varlığıma verdiğim değerin hiçbir manasının olmadığını, başkalarına muhtaç olduğumu fark ettim. Yalnız kaldığım zamanlarda “Keşke benimle bir arkadaşım da hapse girseydi de canım sıkılmasaydı” dediğimi hatırlıyorum. İnsan kendi kendine yetemeyen bir varlık. Tüketecek hiçbir şey bulamadığında kendisini tüketmeye başlıyor. Hapiste kaldığım süre boyunca hiçbir zaman alıştığımı hissetmedim, aksine her an daha çok tükeniyordum. Hapisten çıktığımda da hayata büyük bir heyecanla sarılmadım. Çünkü hapis bacaklarımın zayıflamasına sebep olduğu gibi zihnimin de daha zayıf bir hale gelmesine sebep olmuştu. Bir ay boyunca yavaş geçen zamana alışmak için beynim de zayıflamıştı. İlk çıktığımda istediğim ve aradığım şey dinginlik ve huzurdu ama tekrar hapse girerim korkusuyla o süreci de çok rahat atlatamadım. Fakat bunca kötü yanından ve etkisinden sonra imanlı bir insan olarak yaşadıklarımın manevi boyutunu hiçbir zaman göz ardı edemem. Bu yazıda daha önceki dönemde yaşadığım manevi ve psikolojik dönemleri anlatmadım ama hapis benim için büyük bir duraklama ve geriye dönüp yaşadıklarımı ve hayata bakışımı değerlendirme fırsatı oldu. Hapse girdiğim güne kadar yaşadığım pek çok şeyin beni hapse sürüklediğini de geriye dönüp bir bütün olarak değerlendirdiğimde anladım. Tabii bu çıkarım tamamen manevi. Bunların dışında bir çıkarım yapmaya çalıştığımda kendi sınırlarımı ve güçlü yanlarımı gördüğümü söyleyebilirim. Hapisten çıktıktan sonra “Ben senin yerinde olsam çıldırırdım, kafayı yerdim” diyen çok kişi oldu. Ama başına kötü bir şey geldiğinde, insanın dayanmaktan ve Allah’a tevekkül etmekten başka çaresi yoktur.