Batı mimarisinin Doğu'daki temeli
İtalyan tüccarların özellikle Abbâsî Mısır’ından ülkelerine taşıdıkları modeller bir hayli fazlaydı. Monte Cassino Manastırı’nın pencerelerinde kullanılan modeller de aynı şekilde İslâm dünyasından buraya taşınmıştı. Etkinin varlığı makul karşılanabilecekken bunun inkâr ediliyor olmasının anlaşılmaz olduğunu vurgulayan Darke, Doğu ve Batı dediğimiz mefhumların günümüze ait olduğunu, bu etkileşimin olduğu dönemde böyle mefhumların bulunmadığını ifade ediyor. Ek olarak Darke, o dönemde Doğu’nun Batı’yı olağanüstü bir şekilde etkilediğini ifade ederken, bunun karşılığında Batı’nın Doğu'ya etki etme gücünün oldukça zayıf olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor.
Fransa’nın en çok ziyaret edilen tarihî yapılarından biri olan Notre Dame Katedrali, İngiltere’nin en önemli sembollerinden Big Ben, Venedik’le özdeşleşmiş bir yapı hüviyetindeki San Marco Bazilikası ve daha niceleri... Batı mimarisinin parmakla gösterilen bu şaheserlerinin aslında varlıklarını Doğu ve hususen de İslam mimarisine borçlu olduklarını söylemek gerçekten de şaşırtıcı olurdu.
- İngiliz tarihçi Diana Darke’ın 2020 yılında yayınlanan yaklaşık 500 sayfalık “Stealing from the Saracens: How Islamic Architecture shaped Europe” (Sarazenlerden Araklama: İslâm Mimarisi Avrupa'yı Nasıl Şekillendirdi?) isimli eseri tam da özellikle Batı dünyasında şaşkınlık meydana getiren bir kitap oldu. Darke’a göre Avrupa mimarisinde kullanılan mimari tarzdan tasarımlara varıncaya kadar pek çok unsur İslâm dünyasından alınmış veya kendisinin ifade ettiği şekliyle buradan çalınmıştı. İddiasını ispatlamak için mevcut unsurları teker teker ele alan Darke; pencereler, kuleler, kubbeler ve daha nice yapılar arasındaki benzerlikleri okuyucusunun önüne seriyor.
Peki Darke’ın iddia ettiği şekildeki etkilenme nasıl mümkün olmuştu? Hicaz Yarımadası’nda doğan İslâm, mümeyyiz mimari hususiyetlerini nasıl, ne zaman ve hangi şartlar altında edinebilmişti de Avrupa mimarisini etkileyecek özelliklere sahip olmuştu? İslâm dünyasının Batı’ya olan tesirinden daha önce, İslâm’ın mimari köklerine inmek mevzuyu çok daha anlaşılır kılacaktır
İslâm mimarisinin temellerinin atılması Emevîler gibi İslâm tarihinin erken bir döneminde başlamış, İslâm mimarisi bu dönemde karakteristik bir hususiyet de arz etmişti. Büyük bir iddianın sahibi olan Müslümanlar, Hrıstiyanlık başta olmak diğer dinî unsurlara karşı olan hâkimiyetlerini mimaride de göstermek istemiş, özellikle de bu dönemde muhteşem eserler inşa etmişlerdi.
Kendilerini büyük bir medeniyetin temsilcisi olarak kabul eden Müslümanlar, İslâm mimarisini karşılaştıkları Bizans veya Sasanî yapıları karşısında basit bir mevkie düşüremezdi. Bundan dolayı Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki basit mimari anlayış bu bakımdan yerini göz dolduran, gerek dinî gerek sivil yapılara bırakmıştı. Bunu da İslâmî düşüncenin kendisine verdiği estetik ile hâkim olduğu topraklardaki kadim medeniyet birikimiyle harmanlayan Emevîler karakteristik bir sentez ortaya koymuşlardı. Bu temeller üzerinde gelişen İslâm mimarisi, üzerine konularak büyüyen bir hüviyet arz etmişti ki Endülüs’te olduğu gibi ortaya muhteşem eserlerin ortaya çıkması mümkün olmuştu.
- Kısa zamanda adeta zirvesini bulan İslâm mimarisi ve İslâm mimarisine ait örnekler tabii olarak, İslâm dünyasının sahip olduğu siyasî ve askerî kuvvetin de etkisiyle farklı milletlerin dikkatini çekmiş, bir cazibe merkezi haline gelmişti. Şaşırılacak bir yanı olmayan bu durum, İbn Haldun’un "mağlup olan yapıların galip olanı taklit etmesi"yle alakalı nazariyesinin teyit edilmesinden başka bir şey değildir. Bu bakımdan bugün Doğu’nun Batı’yı taklidi ne kadar şaşılacak bir şey değilse, dün de Batı’nın Doğu’yu taklit etmesi o kadar normaldi. En basitinden 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’nün Kaliforniya'daki Golden Gate Köprüsü’ne olan benzerliği bu durumla açıklanabilir.
Diana Darke’ın da bu bakımdan Avrupa mimarisine ait şaheserlerin zannedildiği üzere ne gotik ne de mesihî anlayışa göre olmadığını ifade etmesi mantıken hiç de şaşırtıcı değildir.
Darke’a göre Avrupa’da bulunan bütün katedraller gibi Notre Dame Katedrali de çifte kulesi, muhteşem girişi, pencereleri ve daha nice unsuru 12. yüzyılda ülkelerine dönmekte olan Haçlılar tarafından Suriye topraklarındaki mimari eserlerde görülmüş ve aynı yüzyıl içerisinde inşasına başlanan bu katedralde de kullanılmıştı.
Darke’ın, Batı’nın İslâm mimarisinden ilham aldığını söylemesinden daha ziyade hırsızlık yaptığına dair ısrarlı vurgusu ise, mimarisinin temelinde Türk ve Arap kültürü olmasına rağmen Batılıların bunu ısrarla inkar etmelerinden kaynaklanıyor. Avrupamerkezcilik illetinden muzdarip Avrupa hiç şüphesiz temelindeki Doğu mirasını kabul etmiyor. Gotik mimarinin, bu tarzın kendilerine nispet edildiği Gotlardan daha fazla İslâm mimarisine borçlu olduğunu söyleyen Darke, kitabında bu gerçeklerin çok az kişi tarafından bilindiğini fark ettikten sonraki şaşkınlığını dile getirir ve bunun sebebini de Batı'daki İslâm aleyhtarlığının insanların bu gerçekleri görmesine engel teşkil etmesi olarak belirtir.
- Diana Darke’ın eseri Batı dünyasında da ciddi bir alaka uyandırmış, kitap hakkında yazılanlar da eksik olmamıştı. Mesela bunlardan birisi Bath Üniversitesi’nin mimarlık bölümünde profesör olan Vaughan Hart'ın İngiltere merkezli Middle East Eye’da yayımladığı ve Darke'a hak verdiği yazısıydı. Hart’a göre Hristiyan taassubu, Batı’nın kaynaklarına akademisyenlerin gösterdiği önyargı ve hususen son zamanlarda iyice artan İslâm karşıtlığı başta mimari saha olmak üzere Batı'daki İslâm tesirini görmeyi imkânsız hale getirmişti.
Makalesinde Darke’ın tezini hararetle destekleyen Vaughan Hart, 17. yüzyılın sonuna kadar İngiltere’nin hariçte yaptığı ticaretin başlı başına çeyreğini Osmanlı’nın oluşturduğunu ifade ederken, bu münasebet neticesinde kültürel etkileşimin de varlığına dikkat çeker. Ona göre 16. yüzyılda kurulan İngiliz Levant Şirketi’nin maksadı sadece iki imparatorluk arasındaki ticarî faaliyetlerle sınırlı kalmamış, Ayasofya veya diğer Osmanlı yapılarıyla alakalı düzenli olarak gönderdiği raporlarla mimari eserlerden kraliyeti de bilgilendirmişti. Doğu’nun büyüleyici mimari yapılarının temelinde yatan sır Batı tarafından haliyle merak ediliyordu. Döneminin çok meşhur mimarlarından biri olan ve çok sayıda esere imza atan Christopher Wren’e de ayrı bir önem veren Darke, onun gotik mimarinin aslen Gotlara değil, İslâm mimarisine ait olduğuna dair sarf ettiği sözlere vurgu yaparken, bu kültürün Haçlı seferleri ile Avrupa’ya taşındığını belirtmesine fakat Endülüs Müslümanlarından hiç bahsetmemesine dikkat çeker.
- Eserinde bir metot da geliştiren Darke, gotik hususiyetlere sahip Batı’daki bir mimari eserde İslâmî unsurları tespit noktasında kimi ölçüler de belirler. Mesela sivri veya üç parçalı kemer, gül pencere, çifte kule bunlardan bazılarıdır. Darke’a göre Avrupa mimarisine İslâm dünyası üzerinden intikal eden mimari anlayış, İslâm kültürünün kendisinden önceki birikimle harmanladığı müktesebât ile mümkün olmuş, özellikle de 15. yüzyılın sonuna kadar siyasî bir güç olan Endülüs kültürü burada başat bir rol oynamıştı. Darke, her sene İşbiliyye, Gırnata ve diğer Endülüs şehirlerini gezen sayısız turist olmasına rağmen İspanya’nın hâlâ İslâmî köklerini kabul etmeme konusundaki ısrarını sorgularken, Kurtuba Camii’nin katedrale çevrilmesinin onun İslâmî köklerini ortadan kaldırmadığını ifade ediyor.
Bunlar Doğu ve Batı arasındaki etkileşimin her ne kadar inkar edilse de müşahhas örneklerini oluştururlar. Bu durum tabii ki sadece Fransa ve İspanya ile de sınırlı değildir. Mesela İtalya’nın güneyinde yer alan Amalfi Katedrali de bu etkileşimin bir başka örneğidir. Bunun dışında Venedik ve daha başka Avrupa şehirlerinde de bu etkileşimin örneklerini görmek mümkündür.
Darke’a göre kubbeler, sivri taş kemerler ve yükselen kaburgalı tonozlar -yaygın bir biçimde Avrupa’daki katedrallerde kullanılmış olmasından dolayı- her ne kadar Hristiyanlıkla özdeşleşmiş gibi görünse de, kemerler aslını İslâm hâkimiyeti altındaki 7. yüzyıl Kudüs’üne, kubbeler de 10. yüzyıl Endülüs’üne borçludur. Kubbetu’s-Sahra’nın kubbesini içeriden çeviren üç kemerli geçiş, her ne kadar buraya özgü olsa da sonrasında Hristiyanlıklaki teslîs inancını sembolize etmesi bakımından Hristiyan dinî mimari tarafından adeta sahiplenilir.
Şaşılacak derecede fazla misalin bulunduğunu söyleyen Darke, cehalet ve manipüle sebebiyle bu gerçeğin bilinmediğini ifade eder. Menşeini Kubbetu’s-Sahra’dan alan böylesi bir unsurun bu kadar büyük tesir meydana getirmesi ise Darke’ın ifade ettiği kadarıyla Ortaçağ olarak bilinen dönemde Haçlılar tarafından buranın Süleyman Mabedi zannedilmesinden kaynaklanmıştı.
- Sanat tarihi profesörü Deborah Janet Howard’ın çalışmalarını da kullan Darke, Venedik’in tasarım bakımından bir Avrupa mimarisi olmaktan daha ziyade İslâm mimarisi olduğunu söylüyor. Darke'a göre dar dönemeçli geçişler, taraçalar, San Marco Bazilikası’nın soğan kubbesi ve daha niceleri bunun işaretlerini taşıyor. Darke, bunun da zamanında Venedik’ten Mısır’a, Suriye’ye, Filistin’e seyahat eden tüccarlar sayesinde mümkün oldupunu açıklıyor.
Darke’a göre mimari bakımından görülen bu tesir sadece bu sahayla da sınırlı kalmamış, kılık kıyafetlere de tesir etmişti. Umumi mekânlarda kadınların başlarını kapatması ve başlarından ayaklarını kapatıncaya kadar bol kıyafetlere bürünmeleri bu tesirin bir başka göstergesiydi. Bu tesir Venedik ile de sınırlı kalmamış, asırlar boyunca İslâm dünyasına yapılan seyahatler neticesinde başka mimari unsurlar da Avrupa’ya taşınmıştı. İtalyan tüccarların özellikle Abbâsî Mısır’ından ülkelerine taşıdıkları modeller bir hayli fazlaydı. Monte Cassino Manastırı’nın pencerelerinde kullanılan modeller de aynı şekilde İslâm dünyasından buraya taşınmıştı. Etkinin varlığı makul karşılanabilecekken bunun inkâr ediliyor olmasının anlaşılmaz olduğunu vurgulayan Darke, Doğu ve Batı dediğimiz mefhumların günümüze ait olduğunu, bu etkileşimin olduğu dönemde böyle mefhumların bulunmadığını ifade ediyor. Ek olarak Darke, o dönemde Doğu’nun Batı’yı olağanüstü bir şekilde etkilediğini ifade ederken, bunun karşılığında Batı’nın Doğu'ya etki etme gücünün oldukça zayıf olduğunu belirtmeyi de ihmal etmiyor.