Türklerin Batı'ya üç tarz-ı yürüyüşü
Türkiye’de bazı laik, solcu ve İslâmî, muhafazakâr aydınlar, âdeta şark kurnazlığı yaparak, Türkiye’nin dün de bugün de Batı'ya yürüdüğünü söyleyip duruyorlar ama dün hangi gerekçelerle bugün hangi gerekçelerle Batı'ya yürüdüğümüzü ya göremiyorlar yâhut da gözardı ediyorlar, resmi çarpıtıyorlar.
Türklerin tarihteki yürüyüşü, Batı'ya yürüyüşüdür. İki bin yıldır Batı'ya yürüyor Türkler. Müslüman olmadan önce de, Müslüman olduktan sonra da…
Batı'ya yaptığımız bu yürüyüşlerin mahiyetleri değişiklik arzetti.
Pagan türklerin Batı'ya yürüyüşü
Önce bir tespit: İnsanlık tarihi boyunca, son iki bin yıl içinde Asya’nın içlerinden Avrupa'nın içlerine kadar üç yürüyüş gerçekleştiren tek toplum biz.
- • Müslüman olmadan önce.
- • Müslüman olduktan sonra.
- • Ve Tanzimat’tan günümüze sarkan süreçte.
Müslüman olmadan önce Batı’ya gerçekleştirdiğimiz yürüyüşte, pagan Batılıların yaptıklarından başka bir şey yapmadık: Yaktık, yıktık!
Türklerin Müslüman olmadan önce gerçekleştirdikleri yürüyüşte, Batılılara armağan ettikleri kapsamlı, kuşatıcı bir medeniyet fikirleri filan yoktu.
Oysa Türkler, Müslüman olduktan sora Batı’ya yaptıkları yürüyüşle, Dârü'l-İslâm'ın adâlet, hakkaniyet, hak, hukuk, kısacası medeniyet anlayışını ilettiler, Dârü'l-Küfrün nelerden mahrum olduğunu gösterdiler onlara.
Müslüman olduktan sonra Türklerin Batı'ya yürüyüşü
Müslümanlıkla birlikte gerçekleştirdiğimiz yürüyüş, Batı'yı fethetme, İslâm'ın evrensel iddialarını Batı'ya ulaştırma kaygısı güdüyordu.
Bir de, stratejik özellikle teopolitik bir amacı vardı Müslüman olduktan sonra Batı'ya yaptığımız yürüyüşlerin.
Dünya tarihinin, tarih boyunca merkezi, merkez üssü yapıldığı yer, Doğu Akdeniz bölgesiydi: Bütün dinlerin tarih sahnesine çıktığı, bütün medeniyetlerin yeşerdiği bereketli hilâl, bereketli topraklar.
Tarihi yapanlar daha doğrusu tarihe anlam katanlar, peygamberlerdi. Tarih; peygamberlerle birlikte hakikat mücadelesi, hakikatin hayat bulması, hayat olması ve bütün varlığa hayat sunması mücahedesi tarihiydi.
Batı uygarlığının dünya hâkimiyetiyle birlikte tarih, dünya tarihi, dünya tarihi de insanlık tarihi olarak görüldü. İnsanlık tarihi ise Batılıların dünya üzerindeki hegemonya kurma biçimlerinin hikâyesi olarak sunuldu bütün dünyaya.
Batı, “dünya” olarak algılanıyordu, münhasıran da Avrupa. Avrupa iki dünya savaşından sonra tarihten çekilip, Avrupa’nın yerine geçici olarak Amerika yerleşince, bu kez Amerika “dünya” olarak algılanmaya başlandı.
Dün de böyle olmuştu. Dün de Roma, kendisini dünya olarak görmüştü. Çin de aynı şekilde.
Yalnızca İslâm dünya üzerinde hâkimiyet kurmasına rağmen kendisini dünya olarak görmedi. İslâm'ın kendi dünyasını kurması yolculukları olan İslâm medeniyet atılımları, kendilerini dünya olarak düşünmediler hiç bir zaman.
Müslümanlar dünya üzerinde hükümferma oldular ama bu hükümranlıklarını dünyevî hükümranlık olarak düşünmediler. O yüzden hakikat mücadelesi, hakikatin mesajının dünyaya ulaştırılması olarak gördüler.
Batılılar, Hintliler, Çinliler için hayat bu dünyadan ibaretti; öte inancı yoktu. Hıristiyan çağlarında bir öte inancı vardı elbette ama o öte inancı da, Hıristiyan çağları da bir parantezdi Batı uygarlığı tarihinde. Daha da önemlisi, Hıristiyan çağları, Batı’ya hükmettiği zamanda o öte inancının bu dünyayı tanzim etme gücü olmamıştı; en azından İslâm tarihinde gördüğümüz kadarıyla...
- İslâm, hayatı bu dünyadan ibaret görmediği için, hayatın çekim merkezi bu dünya değildir Müslümanlar için; öte dünya inancıdır çekim merkezi. Müslümanlar bu dünyada yaşarken bile saatlerini ahirete ayarlarlar, öte dünya inancına göre bu dünya hayatlarını planlar ve yaşarlar.
İslâm tarihi, o yüzden peygamberler tarihinin bir izdüşümüdür. Müslüman medeniyet havzaları, her bir peygamberin karşı karşıya kaldığı temel sorunları hâl yoluna koyma mücadelesi tarihi gibidir. Müslüman medeniyet havzalarında ortaya konan hakikat mücadelesi, İslâm, 1400 yıllık tarihinin bin yılında bütün dünya üzerinde hükümranlık kurduğu için Müslümanların hükümfermâ oldukları coğrafyalarda daha önceki peygamberlerin bitmemiş mücadelelerinin ikmal edilmesi mücadelesi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu konunun derinlemesine araştırılması, önümüze, insanlık tarihinin silbaştan yeniden yazılmasını gerektirecek kadar önem arzediyor.
Bu mânâda Müslümanların tarihinin, bütün peygamberlerin mücadelesinin tamamlanması ve ikmal edilmesi çabası olarak da görülebileceğini düşünüyorum.
Bu konunun derinlemesine araştırılması ve gerçeklerin gün ışığına çıkarılması, tarihin hakikatin tarihi, peygamberlerin hakikat mücadelesi tarihi, Müslümanların da bütün insanlığın birikiminin mirasçısı olduğu gerçeğinin kavramasını sağlayacak, böylelikle dünya tarihi peygamberler tarihi, hakikat mücadelesi tarihi olarak yeniden yazılacaktır.
Türklerin Müslüman olduktan sonra Batıya yürümelerinin sebeb-i hikmeti de burada gizli: İslâm'ın hakikatini doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün dünyaya ulaştırmak. Bunun için de Anadolu merkez üssü olmak üzere Doğu Akdeniz’e yerleşmek.
Türklerin Batı’ya yürümelerinin teopolitik amaçlı stratejik nedeni ise, Kafkaslardan Balkanlar’a, Kuzey Afrika’dan İber Yarımadası'na veya Batı Akdeniz’e kadar açılarak Dâru'l-İslâm'ın güvenliğini teminat altına almaktı.
Türkler sürekli Batı'ya yürüyerek Dâru'l-İslâm'ın güvenliğini teminat altına aldılar.
Batılılaşma sürecinde Türklerin Batı’ya yürüyüşü
Fakat şu an ortada medeniyet anlamında, medeniyetin zihin, zemin ve zaman düzlemlerinde varlığını sürdürebiliyor olması mânâsında kendi “evlerine” sahip değiller. Evlerine yani Dârü'l-İslâm'a.
Şu an, iki asırdır Dârü'l-İslâm işgal altında. Dün fiilen altındaydı, bugün zihnen.
- Fiîlî işgal bitti mi peki?
- Hayır.
Ülkeler veya toprakları fiilen işgal altında olmasa bile artık devletleri fiilen ve halkları ise zihnen işgal altında Dârü'l-İslâm'ın.
Osmanlı gitti, Dârü'l-İslâm bitti. Sadece hilâfetten sözetmiyorum. Baba figürünün, her yere kol kanat geren, eli kolu, yardım eli ulaşan baba metaforunun ölmesinden sözediyorum.
Koruyucu baba figürü de, kurucu ana figürü de yok oldu Dârü'l-İslâm'ın. Sadece Dârü'l-İslâm'ın mı? Hayır. Batılılar dışındaki bütün insanlığın.
Çok güçlü, aşırı-yorum yüklü bir metafor olsa da insanlık, öksüz ve yetim kaldı. Sürekli dayak yiyor barbar batıdan bu öksüz ve yetimler, uygarlık adına aşağılanıyor, aşağılık kompleksine yuvarlanıyor...
Dârü'l-İslâm'ın bu mânâda bir avantajı var hiç olmazsa diğer Batı dışı dünyalarla, medeniyetlerle karşılaştırıldığında: Köklerini yitirmedi, Metamorfoz geçirmesi Dârü'l-İslâm’ın. Gücünü kaybetti önce; sonra yönünü, yörüngesini ve konumunu. Şimdi ruhunu yitirme tehlikesi var karşısında başedilmesi gereken.
Dârü'l-İslâm'ın dışındaki bütün medeniyetler metamorfoz yedi, köklerini yitirdi.
Türkiye’nin Batı'yla imtihanı tam bu noktada anlam ve önem kazanıyor.
Türkiye, dün Dârü'l-İslâm'ın hakikat ruhunu, adâlet ufkunu ve insanlığın kardeşlik umudunu bütün dünyaya ulaştırmak için Dârü'l-Küfr'ün merkezi olan Batı'ya yürüdü bin yıl önce. Türkiye’nin dün Batı'ya yürürken gözettiği hedefle, bugün Dârü'l-Küfr'ün bir parçası olmak için Batı'ya yürürken gözettiği hedef taban tabana zıt.
- Türkiye’de bazı laik, solcu ve İslâmî, muhafazakâr aydınlar, âdeta şark kurnazlığı yaparak, Türkiye’nin dün de bugün de Batı'ya yürüdüğünü söyleyip duruyorlar ama dün hangi gerekçelerle bugün hangi gerekçelerle Batı'ya yürüdüğümüzü ya göremiyorlar yâhut da gözardı ediyorlar, resmi çarpıtıyorlar.
Dün Türkiye, Dârü'l-Küfre, Dârü'l-İslâm'ın hakikat medeniyetinin kurtarıcı mesajını iletmek üzere Batı'ya yürüdü. Bugünse, Dârü'l-İslâm'ı unutup Dârü'l-Küfrün bir parçası olmak üzere Batı'ya yürüyor iki asırdır.
Müslüman olduktan sonra Batı’ya yaptığımız birinci yürüyüşte, Batı'yı, Dârü'l-İslâm'ın bir parçası yapma derdi güdüyorduk. İki asırdır Batı'ya yaptığımız yürüyüşte ise, Dârü'l-İslâm’ı Dârü'l-Küfr'ün bir parçası yapmak için yürüdüğümüz gerçeğini ya göremiyoruz, ya da gözardı ediyoruz.