Gogol’ün Palto’su ile Âkif Emre’nin Paltosu
Gogol Palto’sundan koca bir Rus Edebiyatı çıktı. Ama bizde böylesi paltolara pek rastlanmaz. Bizdekiler daha çok post kavgası. Benzeri bir post kavgasının, bir palto kapışmasının Âkif Emre üzerinden yaşandığını gözlemlemek, onun hakiki dostları gibi beni de fevkalâde incitmede. Bu süreçte Ruslar’la aramızdaki farkı bir kez daha idrak ettim. Orada birileri bir üstadın Palto’sunun altında, manevi manâda ondan beslenerek kemalâta ererken bizde ise birileri Âkif Emre’nin paltosunun altına gizlenerek habisliklerini örtme ve o paltoyu bir bayrak gibi sallayarak küçük menfaatler devşirme telâşında.
“Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık.”
Kanaatimce dünyanın en büyük yazarının bu cümlesini, edebiyatla şöyle-böyle temas kuran herkes bilir. Hâlbuki Gogol öncesinde de bir Rus Edebiyatı vardı elbette; tıpkı daha sonraları Sovyet döneminde varolacağı gibi. Ama Rus Edebiyatı kendine mahsus idrak ve ifade tarzına kavuşma yolunda Gogol’ün Palto’suna çok şey borçlu.
Takdir etmek mecburiyetindeyiz: Fransız Edebiyatı gibi bütün dünyaya yön veren bir edebiyat anlayışının karşısına, kendine mahsus bir kimlik ve dille dikilebilmek; müşahhas ifadesiyle Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çehov’u, Turgenyev’i ve Gorki’yi paltosundan çıkarabilmek müstesna bir iş.
Ve hatta Mayakovski’yi.
Zoşçenko, Pasternak, Şolohov ve Soljenitsin de aynı paltodan çıkmış isimler.
Bütün bu büyük isimleri içine alacak kadar engin ve derin bir paltonun tahayyülü bile bizim için ne çetin.
Galiba bizim edebiyatımızda da, fikriyatımızda da böylesi paltolar yok. Dikkat buyurunuz lütfen, “Bir Gogol’ümüz bile yok.” demiyorum; paltosu yok diyorum. Yine de kendimizi yabana atmayalım lütfen, evet, bizde böyle paltolar belki yok ama bizde de post var; kimileyin müridanın uğruna birbirinin kuyusunu kazdığı.
Hâlbuki bir yazarın, bir düşünürün, bir sanatkârın, sahasında kendisine bir nesep atfetmesi ve üstadını işaret etmesi ne mühim bir imkân. Hakiki yolaçıcılık bu. Siz anlayışınızı belli bir nesebe bağlamalısınız ki ardınızdan kendisini size yakın bulan birileri de size bağlanabilsin. Ne ki biz garip bir biçimde ya bütün tevazuumuzla tarihi kendimizden başlatıyoruz yahut da idiyet iddia ettiğimiz üstadımızın terekesini yağma derdine düşüyoruz. Handiyse yüz yıllık edebiyat ve fikriyatımızın hülâsası bu.
Edebiyat, düşünce ve sanat dünyamız bunun iç burkan misalleriyle dolu. Akademimiz hakeza.
Benzeri bir post kavgasının, bir palto kapışmasının Âkif Emre üzerinden yaşandığını gözlemlemek, onun hakiki dostları gibi beni de fevkalâde incitmede. Vefatının üzerinden çok geçmeden Ruslar’la aramızdaki farkı bir kez daha idrak ettim. Orada birileri bir üstadın Palto’sunun altında, manevi manâda ondan beslenerek kemalâta ererken bizde ise birileri Âkif Emre’nin paltosunun altına gizlenerek habisliklerini örtme ve o paltoyu bir bayrak gibi sallayarak küçük menfaatler devşirme telâşında.
Bazılarınızın “Olsun. Sana ne? Herkes bildiğini yapsın.” dediğini duyar gibiyim. Ben de böyle düşündüğüm için epeydir Âkif Emre ile ilgili davetlere icabet etmiyorum.
Ne ki Muhit Dergisi son sayısında bir Âkif Emre Özel Sayısı hazırlamaktaymış. Derginin yayın yönetmeni İbrahim Tenekeci arayıp dosyadan bahsetti. Hem teknik bir aksaklık yüzünden daha önceden yayımlanamamış hikâyemi istedi, hem de kısa bir görüş yazısı bile olsa dosyaya katkı sunmamı rica etti.
- Ruberu hukukumuzun her nasılsa gelişememesine hayıflandığım ve daha çok Yeni Şafak’taki o ahlâk yüklü yazılarından bildiğim İbrahim Tenekeci’nin teklifini kabullendim. Birkaç gün sonra dosya yazısını, hikâyeyi ve Âkif Emre’yle birbirimizi çektiğimiz fotoğrafları dergiye gönderdim. Muhit nihayet bu hafta raflarda. Hikâye yayımlanmış ama dergilerinin adını hususen zikrettiğim o yazı da, fotoğraflar da yok.
Hiç mesele değil. Bir yazardan yazı istediniz diye yayımlama mecburiyetiniz yok ki. Ama gene de ortada ciddi bir mesele var: Bizzat yazı sipariş ettiğiniz birine yazısını yayımlayamadığınızda, aracıya ihtiyaç hissetmeden, şahsen durumu ifade etmeniz gerekmez mi? Yoksa bu kadarcık bir nezaketi olsun beklemek de mi abes? Hem yazının yayımlanmama gerekçesi sadedinde zikredilen “O yazıyı yayınlasaydık kendimizle çelişirdik. Biz de orada bahsi geçen tayfalardan biri zannedilirdik.” mazereti de garip. Asıl, yazı yayımlansaydı o tayfalardan biri olmadığınızı, halisane niyetlerle hareket ettiğinizi daha görünür kılardınız.
Zannedilmek veya zannedilmemek; işte bütün mesele bu!
İşte o yazı:
Bir Âkif Emre Sofrası
Âkif Emre üzerinden bir kendini sergileme, hatta bir çeşit kendini pazarlama curcunasıdır gidiyor. Birbirinden kopuk tayfalar hâlinde ve birçok koldan ilerleyen bu curcunacılarla aramda hiçbir bağın bulunmadığını ve zaten bulunamayacağını izhar etmek ihtiyacı hissediyorum. Hem de şiddetle! Bu ihtiyaca binaen de Muhit vasıtasıyla el-ân onlarla arama kalın bir çizgi çekiyorum. Ne çizgisi? O haset çukuru, menfaat dağı ve megalomani zirvesiyle başedebilmek için Çin Seddi’nden daha büyük bir duvar örme mecburiyetindeyim.
Demem o ki bundan böyle Âkif Emre ile ilgili hiçbir etkinlikte konuşmayacağım. O tür davetlere ancak dinleyici hüviyetiyle katılacağım. Âkif Emre’yle ilgili yeni bir yazı yazmayacağım. Buna iki sene önce Kayseri’de yapılan Âkif Emre’yi Anma Toplantısı’ndaki konuşmamda, daha doğrusu ‘konuşamamamda’ vaadettiğim Âkif Emre biyografisi de dahil. Merhumun vefatının ardından gelişen şartlar beni verdiğim o sözü geri almaya mecbur bıraktı. Bir tek hatıra bahsi hariç elbette. O hakkım her daim mahfuz. Ortalık durulunca Âkif Ağabey’e dair hatıralarımı kaleme almaktan hangi güç beni alakoyabilir ki!
Üstelik şimdiye kadar yazdıklarım, onların inşaya gayret ettikleri Âkif Emre portresine de bir türlü uymuyordu. Hatta belki de lüzumsuz bir muhalefet etkisi uyandırıyordu.
Kim, hangi Âkif Emre’ye inanmak istiyorsa buyursun. Zaten merhumun eserleri bir bir gün yüzüne çıkmıyor mu?
Yine de müsaadenizle sonsöz mahiyetinde işaret edeyim.
Hani bütün, parçalarının toplamından fazla bir şeydir ya: parçalar + terkip. O yüzden bütünü parçalarına ayırdığınızda karşınızda da parçalarından eksik bir şey durur. Doğrusunu söylemek gerekirse benim gözümde Âkif Emre, yazdıklarının çok çok üstünde bir değerdeydi ve bu değeri, onun kaleminden çıkan bütün cümleleri (parçaları yani...) biraraya getirdiğinizde bile yeterince göremeyebilirsiniz.
Bütün ve parça ilişkisinde terkip sırrının yerini Âkif Emre’de hangi öğe mi tutuyordu? İlkeliliği! Benim gözümde Âkif Emre’nin vazgeçilemez değeri işte bu tavır adamlığında, istikrarını her daim muhafaza eden ahlâkında yatmakta. Hani şu hasıraltı edilmek istenen ciheti.
Bu eski fıkrayı kaç kişi hatırlar şimdilerde, bilemem. Umarım kasdının dışında anlaşılmaz:
- İki inşaat amelesi, eski bir gazetenin üzerine serpiştirdikleri biraz peynirle birkaç zeytin tanesine ekmeği yaren kılarak öğle yemeği niyetine karınlarını doyuruyor. Yanlarında da bir baş soğan. Yaprak yaprak koparılan soğandan geriye nihayet cücüğü kalır. İki garibanın da aklı o cücükte.
- Nihayet biri dayanamıyor, ötekine soruyor:
- - Yahu bir gün zengin olursan en çok ne yemek istersin?
- Delikanlının gözü bir ânda cücüğe gider ve ardından:
- - Her gün cücük yerim.
- Der. Ama onun da içine bir kurt düşer. Arkadaşı en çok neyi seviyordur diye. Sonunda dayanamaz ve sorar:
- - Peki sen zengin olunca ne yiyeceksin?
- Amelenin cevabı şudur:
- - Dostum, soğanın cücüğünü sen kaptın. Bana bir şey kalmadı ki.
Ben Âkif Ağabey’imle benzersiz dostluğumu alıyor ve onun gerçek dostları ile sevenlerinin yanına gidiyorum. Bu sofradaki peyniri de, zeytini de, soğanı da, cücüğü de meraklısına bırakıyorum.
Gazeteyi de.