Bir Leyla şehri-2: Bir koruk hikâyesi
“Sen koruk yersen benim dişim kamaşır Leyla'm,” derdi anneannem. Ah Cici'm, şayet dediğinde haklıysan şu an dişlerinden ayak parmaklarına her yerinin kamaşması lazım. Zira kendimi, bağcısını tanımadığım bir bağın, acıya çalan ekşilikteki koruğunu yerken hiçbir problem yokmuşçasına gülümseme mecburiyetinde hissediyorum. Ah Ankara! Benim koruklarla dolu taze şehrim.
Yurt odasına yerleşmemden kampüse attığım ilk adıma kadar tüm “giriş adımlarımda”, anneanne anayasasının değiştirilmesi dahi teklif edilemez 3. maddesi gereğince “sağ adım” kuralına itaat ettim. Cici'm girdiğim her eşiğin benim için hayırlı olmasını o mekâna sağ ayak ile girmemle birebir bağlantılı olduğunu düşünürdü. Ben tam olarak böyle mi düşünüyorum, bilmiyorum açıkçası. Ancak Cici'min iç rahatlığı bu kadar basit bir kurala bağlıysa neden olmasın. Hatta fakülte bahçesine güvenlik alanından giriş yapacağım esnada, sol ayağım denk gelecekken yaptığım süper bir halayımsı hareketle sağ ayağa geçiş yaptım. Bittabi bu hareketim, güvenlik görevlilerinin garip bakışlarına sebebiyet verdi. Ancak bana gün içerisinde yönelecek diğer garip bakışlar için de bir ön hazırlık şansı tanımış oldu. İşte böyle hayatın iyi tarafından bakacaksınız. Ama hayatın size ne taraftan baktığını kaçırmadan. Ben kaçırdım.
Fakülteye girdiğim an bir amca yaklaştı yanıma. “Eee kızım, nasıl buldun bölümünü?” diyerek kitabın orta yerinden sordu. Bu yaşlılara, yani şey yaşı geçmişlere, aman işte yaş almış insanlara; istediğini, istediği şekilde, istediği kişiye sorma güncellemesi geliyor. Hoş değil. Amcacığım, yani affedersin ama ben daha kitabın kapağını açmamışım, hatta kitabın adını bilmiyorum ve artırıyorum kitap dediğin nedir ki? Daha ilk adımımı sağ ile atma telaşını yeni atlatmışım, şöyle dönüp bölümümün tabelasını okuyamamışım, bu ne telaş? Ne bileyim, nasıl buldum bölümü? Zira daha bulamadım. Bir göz devirmesiyle geçtim amcayı. Cici'min anayasasının 2. maddesini çiğnedim: “Önce selam sonra kelam Leyla.”
Koridorda ilerlerken, sanki aynı insanların yanından devamlı ve devamlı geçtiğim bir simülasyonun içerisinde hissettim kendimi. Neredeyse tüm öğrenciler, yaşıtlarım, benden büyükler, hemcinslerim hatta tövbeler olsun karşı cinslerim aynı giyiniyorlardı. Renkler ve bedenler değişiyordu. Ancak neredeyse hepsi, aynı mağazadan az önce çıkmış gibiydi. Günlerini kopya çekerek geçirmek zor olamasa gerek. Aynı safta namaz kılan mahallemizin nadide emekli grubunu, caminin iç balkonundan sevgiyle izlediğim zamanlar geldi aklıma. Onları da bizim terzi Ahmet Usta giydiriyordu zira. Acaba bu üniversitenin Ahmet Usta’sı kimdi?
Uyum programının saatini beklerken kızarmış patates kokusu ile sucuklu tostun harmanlandığı diyara geldim. Kantin, ismini sesli bir şekilde tekrarladıkça manasını terk ederek garipleşen kelimelerden. Kantine geldim. Kantinden çıkıyorum. Kantin, kan-tin, k-a-n-t-i-n… Evet, kelimemizin arkasından bir Fatiha okuyalım. Bu his geçene kadar buraya yeni bir isim vermeliyim; “yanmış yağların ateşli dans sahnesi” yahut “uğultulu çay-kahve mahfili”. Bunu daha sakin bir zamanda tekrar düşünürüm. Zira üzerimde, biraz evvel çay alırken iki şeker atmam sebebiyle kirpikleri arşa değen bir kız tarafından örselenmiş bakışlara maruz kalmamın gerginliği var.
Panoları incelemeye koyulduğum esnada tanıdık bir yüz gördüm. Sabah göz devirdiğim amca, yanıma sessizce yaklaşıp aynı soruyu yineledi: “Eee, şimdi nasıl buldun bölümünü?” Amca bak, benim pek spor geçmişim yok ama anneannemden pek güzel sözler öğrendim, sana da yaparak - yaşayarak öğretmek istemem. Bu sefer devirdiğim gözlerime “poff”lamalarımı ekleyerek uzaklaştım oradan. Koruklar kamaştırmıştı çoktan ağızımı, kim buranın bağcısı arkadaşlar?
Konferans salonu, benim gibi üniversiteye uyumlanmayı bekleyen onlarca öğrenci ile doluydu. Ama sanki onlar, kendi aralarında çoktan bir uyum yakalamış da üniversite komple onlara uyumlanacak gibiydi. Kendimi, yeni girdiği bir oyunda ilk elenen o çocuk ile filmde ilk gözden çıkarılan şişman gözlüklü genç arasında bir yerde hissediyordum. Mahcup ve geçersiz. Yok olmanın en kolay olacağını düşündüğüm bir köşeye çekilip izledim kalabalığı. Programı başlatan birkaç cümlenin arkasından fakültenin dekanı, açılış konuşması için davet edildi sahneye. O zaman aklıma geldi. Ders hocalarıma bakmıştım, ancak dekanın kim olduğuna hiç bakmamıştım. Sahneye tanıdık bir sima çıktı ve alkışlar tek tükleşince gülümseyerek sordu: “Eee nasıl buldunuz bölümünüzü?” Ve anneanne anayasasının ilk maddesi, Cici'min yaşlılıktan dolayı titreyen ama tecrübesinden dolayı kendinden emin sesiyle geldi kulağıma: “Hele şu ortalık bir durulsun, bindiğin at mı eşek mi anlarsın Leyla.”