Yol hikayeleri Çad(2) Katliamdan kaçış

ABDULLAH KİBRİTÇİ
Abone Ol

O gün kampta gezerken bir kızla tanışıyorum. Adı Mebruka, 13 yaşında. Her sabahyumurta haşlayıp bir tepsiye koyuyor ve satmak için kampı dolaşıyor. Peşisırayürüyüp nasıl çalıştığını izliyorum. Çadırlar arasında sessizce dolanıyor, yumurtaisteyen biri olursa kabuklarını temizleyip tuzlayıp veriyor. Tepside aynı zamandaküçük poşetlere ayrılmış şekerler de var. Neden satıyorsun bunları Mebruka?Yaşadığı eve katkıda bulunmak içinmiş. Yaşadığım ev, dediği naylon bir çadır.

Çad’ın başkenti Encemine’den ülkenin güney sınırına ulaştığımızda Ramazan’ın ilk günüydü. Uzun bir yolculuk yapmış, henüz mülteci kamplarına ulaşmadan yorgun düşmüştük.

Yol hikayeleri Çad(1) Kuzeyin çöllerinden güneyin ormanlarına
Cins

Oruç ve alışkın olmadığımız sıcak hava çalışmamızı zorlaştırıyor ancak durumun vahameti ve gördüklerimiz durmamızı engelliyordu. İlk durağımız Doba mülteci kampına ulaştığımızda sabah saatleriydi. Kamp büyük bir yapının bahçesine kurulmuştu. Çalılardan yapılmış barınakların etrafında koşturup oynayan çocuklar ve çeşmeden bidonlara su doldurmak için bekleyen yetişkinler vardı. İnsanların bir kısmı çadırlarda kalırken bir kısmı evlerini kendileri yapmak zorunda kalmıştı. Biraz çalı çırpı, bir elbise parçası, etraftan bulunmuş muşamba ve bu yapıyı ayakta tutacak bir kaç ağaç dalı evin malzemelerini oluşturuyordu. Üzerlerine doğru düzgün bir kıyafet bile alamadan kaçıp buralara gelmişlerdi. Bazıları günlerce yürüyerek sınıra ulaşmış bazıları ise yolda pusuya düşürülmüş ve katledilmişti. Onların başına gelen tüm dünyanın malumuydu. Her şey dünyanın gözlerinin önünde olup bitmiş ve kimse onların imdadına yetişmemişti. O günlerde tarih Hristiyan çetelerin Orta Afrika Cumhuriyeti’ndeki Müslüman katliamını yazıyordu.

İnsanların suratına hissedilir bir tedirginlik hâkimdi. Bundan sonra ne olacağını bilememenin sıkıntısı, yaşadıkları vahşeti bile unutturmuş görünüyordu. Bu, çoğu zaman kampın yeni kurulduğunu ve insanların buradaki hayata henüz alışamadığını gösterir.

Kampın derinlerine inmek, bu hayatları yakından görmek istiyordum. Ekipten ayrılıp yürümeye başladım. Kadınları erkenden işe koyulmuş havanda darı döverken gördüm. Bazı evlerin önünde ateş yanıyor, ateşin etrafına birikmiş çocuklar fıstıkların kızarmasını bekliyordu. Fıstık ve darıdan başka yiyecekleri kalmamış, stoklar tükenmiş, depolar boşalmıştı. Kimsenin ikinci bir kıyafeti yoktu, hızlıca kaçmış ve hiç hazırlık yapamamışlardı. Çocuk ve kadınların yoğun olduğu kampta kıyafet sıkıntısı çekiliyordu. Meraklı bakışların arasında yürürken ilginç bir şeyle karşılaştım. Yakından bakınca gördüğüm şey buradaki insanların durumunu anlatmak için yeterliydi. Kadının beyaz bir çuval üzerine kurutmak için serdiği şeyler et değildi. Hayvanların deri, kıkırdak, kemik, kulak vb. parçalarıydı bunlar. Akşama iftar sofrası için hazırlanan malzemeler yemek olmak için ateşe bırakılmış suyun kaynamasını bekliyordu. Ramazan’ın ilk günüydü.

İnsanların suratına hissedilir bir tedirginlik hâkimdi. Bundan sonra ne olacağını bilememenin sıkıntısı, yaşadıkları vahşeti bile unutturmuş görünüyordu. Bu, çoğu zaman kampın yeni kurulduğunu ve insanların buradaki hayata henüz alışamadığını gösterir. Bunun tek istisnası vardır: çocuklar. Kamp hayatına çoktan alışan çocuklar ortama ayak uydurmuş, etrafta koşturup oyunlar oynuyordu. Onların oyunlarına katılmak, onlarla beraber oynamak en büyük vazifemizdir. Biz dünyanın neresine gidersek gidelim çocuklarla oyunlar oynar yorulana kadar güldürür ve güleriz. Çocukların neşesi bir süre sonra yetişkinlere de sirayet eder, aradaki mesafeyi koruyarak uzaktan tebessümle izlerler. Çocukların neşeli çığlıkları nereden geliyorsa ekipten biri orada çocuklarla oynuyordur. İşte Salih ağabey, çocuklar için dönme dolap olmuş. Çocukları sırayla kollarından tutup savura savura döndürüyor. Başında büyük bir kalabalık, herkes dönme dolaba binmek için birbiriyle yarışıyor. Şimdi de kollarına yapışan iki çocuğu birden döndürmeye başladı. Salih ağabey, yorulacaksın! Hayır, o yorulmaz. Her işe şevkle atılır. Afrika sıcağında saatlerce gıda kolisi taşır. Gece geç saatlerde gelip sessizce yatar, herkesten önce kalkıp ekibin toparlanmasını bekler. İnsanların arasına karışıp onlarla hemhal olur. Çocuklar çamurda oynuyorsa o da oynar, yerlerde yuvarlanıyorlarsa o da yuvarlanır. Tekinsiz bölgelerde bile tek başına yürüyüşlere çıkar. Esnaftan alışveriş yapar, pazarcılarla dostluk kurar. Salih ağabey dönme dolap rolünü oynamaya devam ediyor. Ben kampın başka bölgelerine doğru yürüyüşe geçiyorum. Çocukların neşeli çığlıkları yavaş yavaş duyulmaz oluyor.

Çocukların neşesi bir süre sonra yetişkinlere de sirayet eder, aradaki mesafeyi koruyarak uzaktan tebessümle izlerler.

O gün kampta gezerken bir kızla tanışıyorum. Adı Mebruka, 13 yaşında. Her sabah yumurta haşlayıp bir tepsiye koyuyor ve satmak için kampı dolaşıyor. Peşisıra yürüyüp nasıl çalıştığını izliyorum. Çadırlar arasında sessizce dolanıyor, yumurta isteyen biri olursa kabuklarını temizleyip tuzlayıp veriyor. Tepside aynı zamanda küçük poşetlere ayrılmış şekerler de var. Neden satıyorsun bunları Mebruka? Yaşadığı eve katkıda bulunmak içinmiş. Yaşadığım ev, dediği naylon bir çadır. Halasıyla birlikte kalıyor. Kampa annesiz ve babasız ulaşabilen tek çocuk Mebruka değil. Daha yüzlerce çocuğun hem annesi hem babası ya yolda katledilmiş veya kampa ulaşamamış. Bu zor şartlarda bile yaşadığı eve, halasına yük olmak istemiyor. Önceki aylarda kampa yardım için gelen İHH ekipleri Mebruka’nın ticaret yapma isteğini duyunca ona küçük bir sermaye bırakmış.

  • Bu sermayeyle atılmış iş hayatına. Sattığı malzemelerin parasıyla daha çok ürün almış. Kazandığı parayla eve gıda aldığını anlatıyor. Çünkü, diyor “bize burada genellikle tek çeşit gıda veriyorlar, bunla yemek yapmak mümkün olmuyor”.

Ben sordukça o anlatıyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde güzel bir hayatları varmış. Erkek kardeşleri babasının yanında hayvancılıkla uğraşırken, Mebruka annesinin işlettiği lokantada servis işlerine bakıyormuş. Ancak bir gün ortalık karışmış. Hristiyan Balaka çeteleri Müslümanları öldürmeye başlamış. Günlerce evden çıkamamışlar. Bir cuma günü babası cuma namazına gitmek istemiş. Gitmiş ve bir daha dönmemiş. “Günlerce evde hapis kaldık, korkudan hiç dışarı çıkamadık ama artık ev bile güvenli değildi, çünkü evlere baskın yapıp insanları öldürüyorlardı.” diye anlatmaya devam ediyor.

Hikâyenin bundan sonrasını Mebruka’dan dinleyemedim. Çünkü gece vakti annesiyle evden çıkıp kaçmaya çalıştıklarını anlatırken gözyaşlarına boğuldu. Daha fazla üzmemek için hemen konuyu değiştirip en çok neyi özlediğini sordum. Gözyaşlarının arasından sanki küçük bir gülümseme belirmişti. “Elbiselerim” dedi, “güzel elbiselerim vardı, onları özledim”. Herkes gibi Mebruka’nın da tek kıyafeti kaçarken üzerinde olan elbisesiydi. Mebruka’nın yaşadıklarını daha sonra başkalarından dinledim. Çeteler iyice yaklaşıp yaşadıkları sokaktaki evlere girmeye başlamış. Evde kalırlarsa öldürüleceklerini anlamışlar. Bir plan yapıp gece karanlığında annesiyle ve birçok kişiyle birlikte Çad sınırına doğru kaçmaya başlamışlar. Ancak grup yol üzerine pusuya yatan Balaka çeteleri tarafından saldırıya uğramış. Çok kişiyle birlikte annesi gözlerinin önünde öldürülmüş. Kargaşadan faydalanıp kaçmayı başarmış. Bir süre sonra halası ve eniştesiyle birlikte tekrar kaçmaya çalışmış. Günlerce yürüdükten sonra sınıra ulaşmayı başarmışlar. Çad askeri bunları alıp kampa yerleştirmiş.

Kadının beyaz bir çuval üzerine kurutmak için serdiği şeyler et değildi. Hayvanların deri, kıkırdak, kemik, kulak vb. parçalarıydı bunlar.

Günler geçip buraya alıştıktan sonra annesiyle işlettikleri lokantada öğrendikleri gelmiş aklına. Böylece yumurta satmaya karar vermiş. Âdeti bozmuyor Mebruka’nın bu küçük işletmesine biz de katkıda bulunuyor ve kamptan ayrılıyoruz. Aracımız uzaklaşırken küçük çocuklar çığlıklarla arabanın arkasından koşuyor. Kampa son kez dönüp bakıyorum, Mebruka bize el sallıyor.

Doba kampından ayrıldıktan sonra başka bir kampa daha gittik. Geniş bir araziye kurulmuştu ve bölgenin en kalabalık kamplarından biriydi. Bir kamyonun tepesine çıkıp etrafı izledim. İnsanlar bir yerden bir yere gidiyor, çadırların arasında onlarca bisiklet ve motor hareket ediyor, kampta bir curcuna havası hissediliyordu. Eski bir kamp olduğu insanların alışkın hallerinden belliydi. 12 bin kişi yaşıyor burada, diyerek anlatmaya başladı bir yetkili.

Afrika ve Asya’da imkânlar kısıtlı, şartlar zor olsa da, her durumda vaz geçilmeyen iki şey vardır. Bunlardan biri protokol, diğeri bürokrasi.

Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu kampta 194 tane hem annesi hem babası olmayan çocuk vardı. Söylediğine göre bazıları akrabalarıyla gelmişti. Bazılarının ailesi yolda katledilmişti. Bazılarının ise buraya nasıl geldikleri bilinmiyordu. Gıda yüklü kamyonlar depolara boşaltılırken yağmur yağmaya başlamıştı. İnsanlar kümeler halinde ağaçların altına sığındı. Kampta işimiz bittiğinde akşam olmak üzereydi. Halletmemiz gereken bürokratik meseleler için tekrar yola koyulduk.

Afrika ve Asya’da imkânlar kısıtlı, şartlar zor olsa da, her durumda vaz geçilmeyen iki şey vardır. Bunlardan biri protokol, diğeri bürokrasi. Özellikle bir süre Fransız sömürgesinde kalmış ülkelerde protokol insanı yoran anlamsız bir tiyatro şeklinde gerçekleşir. Herhangi basit bir mesele için yetkililer toplanır, imzalar atılır, teker teker sahneye çıkılıp o anın önem ve ehemmiyetine dair konuşmalar yapılır. Böyle anlar bürokratlar açısından daha yetkili herhangi birini övmek için bulunmaz bir fırsattır. Sahneye her çıkan oradaki birini över. Herkes birbirini övüp pohpohlarken sürekli flaşların patlaması gerekir. Buna bayılırlar. Afrika’da asker ve bürokratların bu sahne ritüeli bir ayin ciddiyetinde işlenir. Uzun uzun Fransızca demeçler verirler. Tercüman bir süre sonra yorulup tercüme etmeye tenezzül etmez ama bu fark bile edilmez. Bizim arkadaşların bir tanesi o sırada uyuyakalmıştır. Biri seccadeyi serip namaza durmuştur. Bunların hiç biri eline mikrofon almış bir bürokratı yıldıramaz. Ciddi bir iş yaptıklarını ve önemli biri olduklarını anlatmak isterler. Oysa beceriksizdirler ve çoğu zaman işimizi yavaşlatmaktan başka bir şeye yaramazlar. Her ne kadar işlerimizi sıradan halktan gençlerle halletsek ve kabiliyetli arazi insanlarıyla çalışsak da bu bürokratik tiyatroya katlanmamız gerekir.

Kimsenin ikinci bir kıyafeti yoktu, hızlıca kaçmış ve hiç hazırlık yapamamışlardı.

Çoğu zaman kendilerini önemli hissetmelerini sağlayacak ilginç sorular bulup sorarım. Onlara kendi alanlarıyla alakalı bir soru sorarsanız zevkle kendilerinden geçerler ve ağızlarından ahenkli kutsal deyişler dökülür. Saatlerce dinleseniz gözlerini kırpmadan saatlerce anlatır ve bu arada kendilerini övmekten asla çekinmezler. İşte böyle anlardan birini daha yaşamak için bölge valisinin mekânını ‘teşrif’ ettik. Vali olmadığı için bizi yardımcısı karşıladı. Büyük, boş ve bakımsız bir bahçenin ortasında bir ev… Yıkık dökük evin önündeki verandaya yerleştirilmiş bir plastik masa… Gelişigüzel dizilmiş plastik sandalyeler... Terliklerini sürüyerek gelen kadın sandalyesine oturup plastik masanın üzerine açtığı devasa makam defterine bu kutsal ayinin gerçekleşmesi için bir kaç çizik attıktan sonra gözlerini hafifçe kaldırıp hoş geldiğimizi söyledi. Bu tiyatro böylece uzayıp gitti. Ayin bittiğinde iftar için tekrar yola çıktık.

Akşama bölgede yaşayan birinin evine iftara davetliydik. Geniş bir bahçeye örtüler serilmiş minderler kurulmuştu. Büyük tepsilerle gelen yemeklerin üzerindeki örtüler kalkmak için ezanı bekliyordu. Önce namaz kılındı sonra yemeğe geçildi. İftardan sonra çay faslı başladı. Evinden uzakta, yurtdışında bir Türk’ü en çok iki şey heyecanlandırır: bir, demleme çay; iki, alaturka tuvalet. Bunlara ağlayacak denli çok sevinen onlarca yolcu görmüşümdür. Çünkü her ikisine de rastlamak gerçekten zordur. Çaylar içilirken günün yorgunluğunu bedenimizde ağrılar olarak hissetmeye başlamıştık. Hava iyice kararınca jeneratörler çalıştırılmış, ortam ışıklandırılmıştı. Biraz sonra olacaklar için de bir delikanlı görevlendirilmişti. Yapması gereken şey ışığı görüp gelen onlarca yaratığı tek tek yakalayıp alandan uzaklaştırmaktı.

Yol hikayeleri Çad(3) çölde kırk gece
Cins

Bu yaratıklar avuç içi büyüklüğünde siyah böceklerdi ve gökten yağar gibi karanlığın içinden aniden geliyor, kimi zaman sofraya kimi zaman üstümüze sert bir şekilde düşüyorlardı. Yere düştüklerinde çıkan ses bile insanı ürkütmeye yeterdi. Bir süre bu duruma sabrettikten sonra barakayı andıran pansiyonumuza yerleştik. Bizi en çok tedirgin eden şey sıtma mikrobu taşıyan sivrisineklerdi. Sineklerden korunmak için cibinlikleri kurup uykuya daldık. Bazılarımızın sıtmaya yakalanacağından henüz haberimiz yoktu. Sahura bir kaç saat vardı ve yorucu bir gün daha bizi bekliyordu. Devam edecek inşallah...