Yol hikayeleri Çad(3) çölde kırk gece
Çad hakkında ne kadar konuşursak konuşalım içimdeki merak dinmiyor. Bunlarıanlatmalıyım diyorum, insanlara bunları anlatmalıyım... Çünkü gördüm, kendihayatlarımıza, çok önem atfettiğimiz -o olağanüstü değerli- kendi meselelerimizetakılıp, dünyayı kendimizden ibaret sandığımızı... Bu gerçeği ne zaman unutsam,bana tekrar hatırlatan hep yol oluyor.
Metal bir varili dikine bölmüş ve enlemesine yatırmışlar. Üzerine de paslı bir bahçe çiti atmışlar. Varilin içinde ateş yanıyor, çitin üzerinde ise iri parçalar halinde etler kızarıyor.
Yoldan geçen arabaların kaldırdığı toz duman da etlere farklı bir lezzet katıyor. Lokantanın müdavimi yüzlerce sinek bu ziyafete ortak olmak için hazır vaziyette. Etler pişip ortamızdaki leğene dökülünce bizler, binlerce kilometre yol gitmiş ve günlerdir hurma ve zeytinden başka bir şey yememiş bizler, ve elbette çılgın sinekler, etlere yumuluyoruz. Etlerin yağları bileklerimizden kolumuzun derinliklerine ılıkça süzülüyor. Sağlıklı kalmak zorundayız. Soğanları elma gibi dişleyerek yiyoruz. Toprak yolun kenarındaki bu lokantada yemek yedikten sonra başkente doğru dönüş yolculuğu başlıyor.
Çad’a ilk geldiğimiz günü hatırlıyorum. Başkente indiğimizde gece vaktiydi. Havalimanı yakınlarındaki cadde ve sokaklarda yüzlerce genç gördüm. Sokak lambalarının altında, ellerinde kitap ve defterler, ders çalışıyorlardı. Her lambanın altında küçük gruplar halinde toplanmış, yerlere uzanmış, konuşuyor, okuyor ve yazıyorlardı.
Ay ışığının olmadığı vakitlerde yollar zifiri karanlığa gömülüyor, el feneriyle yürüyen insanlar ateş böcekleri gibi uçuşuyordu.
Havalimanından uzaklaşınca bu manzara bitti. “Burada sadece havalimanı civarında ve devlet başkanının mahallesinde elektrik olur” diye izah etti rehberimiz. Öğrencilerin yakında önemli bir sınavı varmış, ona hazırlanmak için ders çalışıyorlarmış. Sokak lambaları altında ders çalışan çocukları ben sadece hikayelerde olur zannederdim, o yüzden bu manzarayı bir masalın içinden geçer gibi seyrettim.
Ülkenin başkenti Encemine’de elektrik mahallelere sırayla ve nadiren veriliyordu. Hatta denildiğine göre bazı mahallelere vermeyi unutuyorlar, haftalar boyu bir kaç saat bile elektrik gelmediği oluyordu. Üstelik elektrik dağıtım şirketi özeldi ve Fransızlara aitti. Bu duruma münasip olarak evlerde buzdolabı yoktu, çamaşır makinesi de yoktu. Ancak televizyon vardı ve durumu olanlar, yani bir jeneratöre sahip olanlar, geceleri bir kaç ampulü yakacak ve televizyonu çalıştıracak kadar enerjiye ulaşabiliyordu. Ay ışığının olmadığı vakitlerde yollar zifiri karanlığa gömülüyor, el feneriyle yürüyen insanlar ateş böcekleri gibi uçuşuyordu.
Günlerdir yoldaydık. Mülteci kamplarındaki görevimizi yerine getirmiş ve geri dönüş yoluna geçmiştik. Ahmet Fadıl’la yol muhabbetimiz devam ediyordu. Daha önce uzun yıllar Türkiye’de kalmıştı ve bana Türkiye’ye ilk geldiği günü anlatıyordu:
“Türkiye’de üniversite okumaya hak kazanmıştım ama korkuyordum. Çünkü bize küçükken okullarda hep Türklerin barbar ve kaba olduğundan bahsedilmişti. Hatta şöyle derlerdi: Gelip yanaklarınıza ellerini sürecekler ve suratınızdaki siyahlığın boya olup olmadığını kontrol edecekler. Liseyi bitirmiş yetişkin gençtim, artık bunlara inanmıyordum, ama yine de bu şeyler bilinçaltımıza işlemişti ve korkuyordum. Siyah olduğum için hor görülmek ve aşağılanmaktan çekiniyordum. Yine de bir arkadaşımla beraber Türkiye’ye gitmeye karar verdik. Eğer her şey bize anlattıkları gibiyse, Türkler kötüyse, hemen geri dönecektik. Giderken bir hafta sonrasına dönüş biletimizi bile almıştık. Türkiye’ye geldiğimiz ilk günlerden biriydi. Kayıtlarımız için İstanbul’dan Ankara’ya gitmemiz gerekiyordu.
Otobüse binmek için Esenler Otogarı’na gittik. Hala tedirgindik. Ne tanıdığımız bir kimse vardı, ne de bize doğru düzgün bir yol gösteren. Her şeyi el yordamıyla çözmeye çalışıyorduk. Otogarda dolanırken -afedersin- tuvalete gitmek istedik. Bu ülkedeki usulü bilmiyorduk. Birisine sormaya karar verdik ama insanlardan çekiniyorduk. Hanımıyla beraber yürüyen birini daha güvenilir bulduk ve ona tuvaleti sorduk. Aramızda hiç bir ortak dil yok ve derdimizi el işaretiyle anlatmaya çalışıyoruz. Adam derdimizi anladı ve hanımını bırakıp peşinden gelmemiz için işaret etti.
Düştük peşine. Yolda bir şeyler sordu, anlamadık. Yol biraz uzayınca da tırsmaya başladık. Otogarın alt katlarına inen eski noterlerin falan bulunduğu karanlık bir yer var ya, oraya iniyoruz. Berbat bir yer. Kafamızdan türlü türlü düşünceler geçiyor. Ya bizi yanlış anladı, diyoruz. Veya bizi kötü bir yere götürüyor, başımıza bir iş gelecek. Sonra kaçmaya karar verdik. Bir an aniden koşarak kaçıp gideceğiz. Derken tuvalete geldik. Bi sevindik bi sevindik. Çıktığımızda adamı kapının önünde beklerken görünce şaşırmıştık. Hem parayı ödemiş hem de bizi beklemişti. Sonra kaybolmayalım diye bizi alıp ilk karşılaştığımız yere kadar götürdü, kendisini bekleyen hanımıyla uzaklaşıp gitti. Herşey olup bittiğinde anlamıştık durumu. Ne iyi adamdı. İşte o an Türkiye’de kalmaya karar verdik. Dönüş için aldığımız ''Çad yol hikayeleri / Abdullah Kibritçi - Cins Dergi'' biletleri çöp olmuştu.
- Sonra Ankara’ya giden bir otobüse bindik. Yol başladı ve arkadaşım yan koltukta yorgunluktan uyuyakaldı. Benim de gözlerim kapanmak üzereydi ki ortalıkta hizmet eden kızı koltukları gezerken gördüm. Bize doğru yaklaşıyordu.
İnsanların eline bir şeyler döküyor, insanlar da ellerini yüzlerine sürüyordu. Hemen arkadaşımı uyandırdım, kalk dedim kalk, bak sinek ilacı dağıtıyorlar. Hemen kollarımızı sıvadık, çoraplarımızı çıkartıp paçalarımızı katladık. Kız döktükçe biz istiyor, kollarımıza ayaklarımıza, her yerimize sinek ilacı zannettiğimiz kolonyayı deliler gibi sürüyorduk. Nerden bilelim, bizim orada sarı humma ve sıtma yaygındır, sinek çoksa ilaçlanırız, biz sandık ki, aman nerden bilelim...”
Ahmet Türkiye’de sekiz yıl kalmıştı ve Türkçesi çok iyiydi. Çad yollarında beraber geçirdiğimiz dokuz gün boyunca başından geçen bir çok olayı dinledim. Bir keresinde cemaat evinden nasıl kovulduğunu anlatmıştı:
“Türkiye’de üniversite okurken üç buçuk yıl boyunca bir cemaat evinde kaldım. Bir gün bölge abisi beni çağırdı. Bir odada ikimiz oturup konuşmaya başladık. Havadan sudan biraz muhabbetten sonra asıl meseleye geldi. Bu sıralar İHH’ya ve İHH’ya yakın öğrenci derneklerine takılıyormuşsun, dedi. Bunun problem olacağını hiç düşünmemiştim.
Evet, dedim, bir kaç tane arkadaşım var, gidip geliyorum. Oralara gitmemem gerektiğini, aksi taktirde beni evden çıkartmak zorunda kalacaklarını anlattı. Şaşırmıştım. Onlar benim cemaat evinde kaldığımı biliyor ve bunu hiç dert etmediler, dedim. Neyse, beni oradan attılar. Başka bir yere yerleşmek zorunda kaldım.”
Daha iyi imkana sahip ülkelerde okuyup, orada kalıp bambaşka bir hayat kurabilecekken, tekrardan Çad’a dönmek zor. Ülkesine hizmet etmek için yurtdışına gidip memleketine geri dönenler, şartların zor olduğu Afrika’da nispeten daha az. Ancak Ahmet Fadıl zor yolu seçenlerden. Kabileciliğin yaygın olduğu ve kabile çatışmalarının sık yaşandığı Çad’da bir dernek kurmuş. Sekiz farklı kabileye mensup kendini yetiştirmiş öğrencilerden müteşekkil bu derneğin ilginç bir misyonu var. Aralarında problem veya çatışma olan Müslüman kabileleri barıştırmak ve yakınlaştırmak. Su problemi çeken ve ayrıca kendi aralarında problem yaşayan iki aile seçip bunlara ev alıyorlar.
Ortalarına da bir su kuyusu açıyorlar. Bazen de bir kan davasını ortadan kaldırmak için iki köyün arasına su kuyusu inşa ediyorlar. Sonra da o insanları bir araya getirip su kuyusunu barış içinde kullanacaklarına dair yemin ettiriyorlar. Bu yöntemle birçok kabileyi barıştırmışlar. Hatta daha önce kan davalı olup da bu vesileyle barışan kabileler arasında 12 evlilik gerçekleşmiş.
Bize ilginç geliyor ama Çad çöllerinde su çok önemli, bazen kuyular kuruduğu için köy tamamen terk ediliyor. Dernekteki gençler bu meseleyi aileleri barıştırmak için kullanmışlar. Benzer bir yöntemi üniversitede de denemişler. Kavgalı kabile öğrencilerini yakınlaştırmayı amaçlayan etkinlikler düzenlemişler. Ancak çok büyük problemler olmuş, Hristiyan misyonerler tarafından üniversitedeki teşebbüsleri engellenmiş. Daha güçlendikleri zaman tekrar deneyecekler. Elbette tüm bu güzel işleri Türkiyeli Müslümanların fon sağlamasıyla yapabiliyorlar.
Başkente doğru yolculuğumuz sürüyor. Namaz kılmak için yol kenarında duruyor, beş on dakika uzanıp dinlendikten sonra hemen yola koyuluyoruz. Uzun yol, onlarca farklı hikayenin kapılarını açıyor. Çad hakkında ne kadar konuşursak konuşalım içimdeki merak dinmiyor. Bunları anlatmalıyım diyorum, insanlara bunları anlatmalıyım... Çünkü gördüm, kendi hayatlarımıza, çok önem atfettiğimiz -o olağanüstü değerli- kendi meselelerimize takılıp, dünyayı kendimizden ibaret sandığımızı... Bu gerçeği ne zaman unutsam, bana tekrar hatırlatan hep yol oluyor.
- Ahmet Fadıl’a ise yolun öğrettiği ve hatırlattığı şey başka. Ve ben onun çölde yaşadıklarını bu vesileyle öğrendim. Cuma günleri mezarlıklara gidip ölümü düşündüğünden bahsetmişti.
Nedenini sorduğumda ise (yazının ilk bölümünde anlatılan) çölde 40 gün mahsur kaldığını anlatmıştı. Ölümle yüzleşmiş, onu tüm zerrelerinde hissetmiş, ölüm anına ramak kalmışken kurtulmuştu. Kırk günün sonunda gürültüye uyanmıştı:
“Çölde geçirdiğim son günlerde artık ölümü kabullenmeye başlamıştım. Gidecek hiç bir yerim yoktu. Devasa kum denizinin ortasında yapayalnızdım. Çok az suyum kalmıştı ve elde kalan suyu hesaplayarak öleceğim tarihi bile tespit etmiştim. Ölüm gerçeği ile yüzleşmek ve ona her saniye yaklaşmak zordu. Ancak ilginç bir şey oldu. Çölde geçen kırk günün ardından bir gece uyurken sesler duydum. Uyandığımda etrafta ışıklar ve insanlar vardı. Bana kim olduğumu sordular. Ben de başıma gelenleri anlattım. Gelenler askerlerdi. Devlet başkanı iki şehir arasında yolculuk yapmak için bu güzergahı kullanacakmış.
Önden onlarca araç etrafa dağılıp yolu kolaçan ederek ilerliyormuş. Kabalık bir kafileydi. Beni de yanlarına aldılar. Sonrasında köyüme ulaştırdılar. Herkes çok sevindi. Abim çöle defalarca gelmiş ancak aracımızın olduğu bölgeyi bir türlü bulamamış. Arkadaşlarıyla beraber birçok araçla beni aramak için yola çıkmışlar, işe yaramamış. Günler geçince de öldüğümü düşünmeye başlamışlar. Tekrardan hayata dönmek, köyümü görmek güzeldi. Şükürler edildi, kurbanlar kesildi. Kamyonumuzun yerini bulmakta abime yardım etmek için tekrar çöle dönmek istedim. Annem izin vermedi ama zorla ikna ettim. Bir kaç hafta sonra tekrar yola çıktık ve elimle koymuş gibi buldum. Çünkü orada 40 gün geçirmiştim.”
Ahmet’in hikayesi biterken benim de yolculuğum bitmişti. Ülkenin kuzeyinden güney ucuna kadar uzun bir yolculuk yapıp geri dönmüştüm. Bir gün dinlenip ülkeme, Türkiye’ye dönecektim. Yeryüzünün başka kıtalarına yolculuklara çıkıp bambaşka hayatlara şahit olmak için...