Yirminci yüzyılın en tanınmış Fransız entelektüeli: Jean Paul Sartre

MURAT GÜZEL
Abone Ol

Yirminci yüzyılın en tanınan Fransız entelektüeli olan Jean Paul Sartre, kişinin kendisinin ne ya da kim olacağını seçmesine dayalı varoluşçuluğuyla ve bu felsefi görüşlerini gerek siyasal duruşu gerekse edebi eserleriyle örneklemesiyle felsefe ile edebiyat arasında bir geçişlilik arayanların mutlaka bakması gerekli bir figürdür.

NEYİ - NASIL DÜŞÜNDÜ

Jean Paul Sartre'ın varoluşçuluğunun en merkezi tezi insan için varoluşun özden önce geldiği görüşüdür. Bu tezin felsefi temellendirilmesini ve serimini Varlık ve Hiçlik'te, edebi anlamını da ilkin en önemli sayabileceğimiz romanı Bulantı'da yapan Sartre, siyasal anlamda bağlandığı Marksizm'i de varoluşçu bir mantıkla ele alır. Ayrıca varoluşçu felsefesini Özgürlüğün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvar gibi edebi-eleştirel eserlerinde de işler. Sartre'ın sadece varoluşçuluğu değil Marksizm'i de kendine özgü yorumuyla bir tür hümanizm olarak değerlendirmesi ilginçtir. İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumu saydığı Marksizm'in, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" yargısını geliştirdiği Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre'ın bilhassa yapısalcılık karşıtı bir tutumla meseleyi ele aldığı söylenebilir.

Kendine özgü bir varlık fenomenolojisi geliştirdiği kitabı Varlık ve Hiçlik'te varlığı taşıdığı bilinç bakımından kendinde-varlık (être-en-soi) ile kendi-için-varlık (être-pour-soi) olarak ikiye ayıran Jean Paul Sartre'ın kendi-için-varlık demekle kastettiği bilinçli varlıktır, yani insan. Dünyanın bilince belirişinin zemini olan kendinde-varlık ise Sartre'ın yorumladığı şekliyle saydam değildir, katıdır, yaratılmamıştır, olumsaldır, var olması için herhangi bir sebep de yoktur. Bir bakıma kendinde-varlık, kendi kendisinde tam, yani eksiksiz varlıktır. O bütün hâlinde olup, değişmez bir niteliktedir. Oluşun dışındadır, oluş kendinde varlığın yapısını etkilemez. Varlığının sebebi yoktur. Ne kendisiyle ne de kendi dışında herhangi başka bir şeyle bağlantısı vardır. Kendinde-varlık, Sartre'ın anlayışıyla söylenirse, saf pozitivitedir.

Oysa bilinç için, yani kendi-için-varlık (insan) için bilincin dışındaki bir dünyanın nesnel varoluşu, bilincin yönelimselliğinin bir sonucudur. Bilinç her zaman bir şeyin bilincidir. Bu aşkınlığın ise bilincin kurucu yapısı olduğu, bilincin kendisi olmayan bir varlık tarafından desteklenerek oluşturulduğu anlamını içerir. Bu anlamıyla bilinç sorular sorabilen, bu sorulara olumlu ya da olumsuz cevaplar alabilen, kendi varlığının farkında olan, kendisine dönebilen ve kendisini bilebilen bir varlık kipidir.

Kendi-için-varlık ile kendinde-varlık arasında başka bir farkı Sartre, kendisi için varlığın, kendinde varlığa nazaran sürekli bir oluş hâlinde olduğunu belirterek vurgular. Yani bir anlamda kendisi için varlık ne değilse odur ne sayarsak o değildir. Onun varoluşunun özünden önce geldiğini söylemenin başka bir şeklidir bu. Bilinç kendi nesnelliğini ancak bir şeyin bilinci olmakla ortaya dökebilir. Sartre'ın belirttiği gibi "bilinç, dünyadaki bir şey değildir, yani o hiçbir şeydir." Esasen bu söyleyiş kendi-için-varlık olarak nitelenen bilincin kendinde-varlık olmadan herhangi bir anlama getirilmesinin de mümkün olmadığını belirtir, yani kendisi için varlık bir nevi saçma, anlamsız ve hiçtir. Ne olduğunu anlamaya çalışan kendi-için-varlık, bu arayışı içerisinde kendini oluşturması ve seçmesi sebebiyle yine hiçliğe düşer, hiçlikte boğulur. Hiçliği dünyaya getirenin bir anlamda doğrudan bilincin hiçliği, kendisi için hiçliği olduğu da söylenebilir. Çünkü ilk olarak bilincin verili bir özü yoktur; o dışa, gerçekliğe doğru bir hareket olmakla kayıtlıdır. Bu hareket sayesinde bilinç hem özdeşlikleri kırar hem de yeni özdeşleşmeler bulgular.

Sartre için insani gerçekliğin Heidegger'in söylediği gibi bir tür "dünyada olma" (In-der-Welt- Sein) ile eşit olduğu açıktır. İnsanın kendinde-varlıkla farkını da bu kavramla tasrih edebiliriz: Bilinç dünyadaki gerçekliği tamamen ortaya koyamaz ama nasıl bir dünyada yaşayacağını seçebilir. Yöneldiği imkânlar, yaptığı tasarılar, seçtiği hedeflerle insana kendi insani gerçekliğini kurma fırsatını da verir. Verili olan pozitivite ile verili olanı aşan, onu dönüştüren aşkınsallığın iç içe geçmesidir belki de insani gerçeklik.

Sartre kendi-için-varlığın tanımı itibarıyla özgür olduğunu vurgular. Özgürlük handiyse bilincin esası, olmazsa olmaz bir özelliği sayılmalıdır. Sartre bu durumu daha sarih bir biçimde "insan kendi özgürlüğüne mahkûm edilmiştir" diyerek dile getirir. Bir anlamda özgürlük bana dünyanın nasıl belireceğini belirlememi sağlar. Dünyada var olmak elbette belli bazı zorunluluklarla birlikte var olmak anlamı taşır; ailemi, cinsiyetimi, milletimi ben seçmemişimdir; lakin bütün bu zorunluluklarla birlikte var olmayı seçmişsem içinde bulunduğum durumu da seçmiş sayılabilirim pekâlâ. Bu zorunluluklardan kaçabilir, intihar edebilirim sözgelimi. İntihar ya da kaçma gibi bir edime başvurmadığım, yaşamayı sürdürdüğüm müddetçe bu zorunlulukları kendim seçmiş, ayrıca kendimi bu zorunluluklarla birlikte seçmişimdir. Yaptığım tercihlerle, aldığım ya da almaktan imtina ettiğim kararlarla, yani kendi edim ve eyleyişlerimle kendimi seçer, kim ya da ne olacağımı ortaya koyarım.

NEREDE DÜŞÜNDÜ?

Yirminci yüzyıl Avrupa'da iki büyük savaşın (Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının), psikanalizden varoluşçuluğa, yapısalcılıktan post-yapısalcılığa birçok fikir akımının, faşizm, liberalizm, Marksizm, sosyalizm, komünizm, anarşizm gibi siyasal anlayışlardan sömürgecilik karşıtı mücadeleler, devrim ve darbelere kadar birçok farklı gelişmenin görüldüğü bir yüzyıldır. Başlangıcını on yedinci yüzyıla dek geri çekebileceğimiz uzun modernlik projesinin hitama ermeye başladığı bu yüzyılda iyimser düşüncelerin geri plana çekildiğini, iki büyük savaş arası Avrupa'sını bir yanda faşizm ve Nazizm ile temsiliyetini bulan "kan ve toprak", bir yanda da komünizm vb. ütopyaların yükselişe geçtiğini de vurgulayabiliriz.

Yirminci yüzyılın en tanınmış Fransız entelektüeli sayabileceğimiz Sartre'ın, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı ile birlikte meteorolog olarak çalışmaya başlayacağı Fransız ordusundan önce çeşitli liselerde öğretmenlik yaptığını, Berlin'deki Alman felsefesi eğitimi esnasında ilgi duyduğu Edmund Husserl'in fenomenolojisi üzerinden kendi felsefi yaklaşımını geliştirmeye başladığı söylenebilir. Yönelimsellik, Ego'nun Aşkınlığı gibi Bulantı ve Varlık ve Hiçlik öncesi felsefi çalışmalarını bu yıllarda yapan Sartre'ın varoluşçuluğunun İkinci Dünya Savaşı ve akabindeki dünyanın bunalımlı havasını yansıttığı söylenebilir bir yerde.

1939'da kaleme aldığı Bulantı ve 1943'te yayınladığı Varlık ve Hiçlik ile en temel yönelimi olan varoluşçuluğu hem edebi yönden hem de felsefi olarak açıklayan Sartre, 1945'te Les Temps Modernes adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı; bu dergide yayınlanan ve edebi ve politik sorunları ele alan metinlerini sonradan kitaplaştırdı. Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilip Macar Baharı'nın kanlı bir şekilde bastırıldığı 1956'ya kadar Fransız Komünist Partisi'ni destekleyen Sartre'ın bu tarihte söz konusu partiden desteğini çektiği, ardından bu partinin SSCB'den bağımsız politikalar üretmesine katkı sağladığı bilinir. 1964'te kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülü'nü reddeden Sartre, bu ödülün kendisinin politik konumunu zedeleyebileceğini düşünmüştür. Ölümüne kadar "angaje entelektüel" bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak Fransız intelijansiyası arasında söyledikleri hep merak edilen bir konumda olmuştur.

NEYİ DEĞİŞTİRDİ?

En çok tanınan varoluşçu filozof olarak Sartre'ın İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyada oluşturduğu etkiler arasında belki de en önemlisi birbirinden epey farklı birçok politik olay ve gelişmede sergilediği entelektüel tavırdır. Felsefi ve edebi başarılarıyla birlikte sergilediği politik duruş "evrensel aydın" tavrı olarak nitelenebilecek bir içeriktedir. Frantz Fanon'un ünlü Yeryüzünün Lanetlileri kitabına yazdığı ön yazıyla ülkesine karşı Cezayir Bağımsızlık Mücadelesi'ni desteklemesinden Macar Baharı'nı sona erdiren SSCB işgalini SSCB'nin neredeyse 5. kolu gibi hareket eden Fransız Komünist Partisi'nden ayrılarak protesto etmesine, 1940'lardan 1970'lere hemen bütün siyasi olaylarda karşıdakiler kim olursa olsun sözü, kalemi ve eylemiyle hep haklı bulduklarının yanında olmaya özen gösteren duruşuyla dikkat çekmeyi başaran Sartre'ın "angaje entelektüelliği" ile filozof ve edebiyatçı kimliği handiyse ayrıştırılamaz.

Modern çağda kökleri Blaise Pascal'a dek izlenebilecek varoluşçu felsefenin ateist kanadının Martin Heidegger ile birlikte en çok anılan ismi olan Sartre'ın G. W. F. Hegel'den Edmund Husserl'e, Karl Marx'tan Martin Heidegger'e birçok filzozoftan kavram ve tutum anlamında yararlandığı da ortadadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında etkisi hemen bütün dünyayı kuşatan ve genelde ‘kötümser' bir felsefi yaklaşım addedilen varoluşçuluğun popülerleşmesinde Sartre'ın etkisi azımsanamaz. Sanat ve edebiyattan sokak felsefesine kadar hemen her alanda bu etki izlenebilir. Türkiye'de de İkinci Yeni şairlerinden Yusuf Atılgan'a kadar birçok farklı bakış açısında Sartre'ın temsiliyetini üstlendiği felsefi yaklaşımın etkileri istenirse bulunur. Felsefe ile edebiyat arasında bir geçişlilik arayanların muhakkak uğraması gerekli bir duraktır bir anlamda Sartre.

Siyasal bakımdan uzunca bir süre bağlı kaldığı Marksizm ile savunduğu varoluşçuluk arasında bir telif imkânını yoklaması yahut hem Marksizm'i hem de varoluşçuluğu kendine özgü bir yorumla "hümanist" addetmesi gibi ilk bakışta şaşırtıcı gelebilecek birçok fikri de rahatça öne süren Sartre'ın ateizmi ise dikkat çekicidir. Bu ateizmin Sartre'ın sahip olduğu varoluşçu düşüncelerin bir sonucu ya da vargısı değil, aksine sebebi ya da öncülü addedilmesi gerektiği de ortadadır.