Yaşamak varolmaya yetmez!

ERCAN YILDIRIM
Abone Ol

Boyun eğme veya eğdirme arasındaki mesafe ne kadar büyük olsa da içinde bulunduğumuz düzen, insanı en alttayken bir anda efendi pozisyonuna çekebiliyor. “Kurallarını öğrenip uyguladığı” müddetçe kişioğlu girdiği dünyanın en tepesine ulaşabilir. Dünya-lar ezilme ile ezme arasındaki farka, ahlâkî tezada, itikadi sapmaya rağmen bireye hayatta kalma adına rızk korkusu salarak ezmeyi haklı göstermeyi başardığı için insanı dönüştürür, yönlendirir.

Varoluşu güç ile güçlü olmayla, hayatta kalabilmeyle ilgili gören insan gerçekliğine sahibiz. Düşünce tarihi hususen Batı felsefesi güç ile varoluşu denkleştirmeye çalışır. Sadece Nietzsche’den Darwin’e kadar modern dönem Batı felsefesinde değil, ilkel toplumlardan herhangi bir iş kolunda çalışan “sıradan insan”a kadar herkes güçlü olmayı salık verir; bu masumane sözün kastı esasen “başkası” tarafından ezilmeden önce ezmektir! Dünyanın ezme ya da ezilme, altta ya da üstte kalma, güçlü ya da zayıf karşıtlıkları üzerine kurulduğu savı ilişki biçimlerini, dünya-ları belirler, belirginleştirir. Nietzsche dünyayı iktidara ulaşmayla bir görür, böylece güç bir anda erk sahipliğine evrilir. O derece geniş bir dünya algısına, kurgusuna ve tasarımına sahibiz ki sadece yaşayabilme yani hayatta kalabilme kavgasıyla iktidara gelme arasındaki büyük makası kapatabilecek bir varoluş göstergesine, felsefesine ulaşamadık.

Nietzsche dünyayı iktidara ulaşmayla bir görür, böylece güç bir anda erk sahipliğine evrilir.

Belki hayatta kalmayı da geçtik “yaşama iradesi”, “yaşama istenci” gösterebilmek bile doğrudan iktidar kadar güçlü bir varoluş gerektiriyor. Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki her gün birbirinin zıddı ortamlarda, karakterimize ters yapılarda nefes almak, hoş görünmek, ahlâklı davranmak, efendi olmak mecburiyetinde bırakılıyoruz. İlkel toplumlarda hastalıklardan, açlıktan, baskınlardan kendini koruyabilmek talih, şans yahut güç ile ilgiliyken günümüzde insanı “çerçeveye almaya” çalışan dünyalarda azıcık da olsa kendilik kavgası vermek bile bir irade beyanı yerine geçiyor. O zaman da ortaya şuuru, bilinci, iradeyi göstermek ile gizleyerek var kılmak tercihlerinin belirlediği varoluş kavgası çıkıyor. Eninde sonunda iktidar, güç arayışı nihayete ererek kişiyi hayatta tutabiliyor.

Boyun eğme, eğdirme ve güç kavgası

Hayatta kalma var olma anlamına gelmez! Hayatta kalıp dünyadan dışlanan milyarlarca insanla dolu yer yuvarlağı… İnsan dünyaya adapte olmaya çalışırken sürekli kendiyle çatışır. İster özünün bir sonucu, ister varoluşunu düşünmenin neticesi olsun insan dünyalara girdiğinde “tutunma” kavgasına girer. Dünyaların içinde var olabilme adına başkalarıyla yaptığı savaşımın ahlâkiliğini, kendilikle ilintisini, özsaygısını “patikası” na çekildiğinde benliğiyle çekişerek verir. İş hayatında, tasarlanmış çalışma koşullarında hayatta kalabilmesini sağlayacak “ekmeği kazanma” yarışında aynı statüdeki bir başka varoluşu alt edebilme vazifesi verildiğinde, güçlü olanın başarılı sayıldığı bir dünyada yani “gerekli tüm metotları” uygulayabildiği oranda “o dünyada” kalabilir.

Dünyalar ezilme ile ezme arasındaki farka, ahlâkî tezada, itikadî sapmaya rağmen bireye hayatta kalma adına rızk korkusu salarak ezmeyi haklı göstermeyi başardığı için insanı dönüştürür, yönlendirir.


Uyguladığı yöntemin ahlâkiliğini, insaniliğini, İslamiliğini tekil alanında sorgulayabilir, çatışmasını gerçekleştirebilir. O zaman ne Platoncu öz, mağara dışındaki hakikat ne egzistansiyalist varoluş, kaygı, güvenlik duvarı bir anlam ifade eder. Belki Spinozacı tözün bireyde canlanışı izahını getirerek metafizik arka bulabiliriz de! Batılı insan, Müslüman birey ayrımlarına varmadan günümüzün varoluş biçimlerinde artık dünya kurmaktan ziyade tasarlanmış dünyalarda var kalma, ilişki biçimlerinin arasına girmeyi yeterli görüyor. Dünya kavga, üstünlük, otorite, güç kullanımı, haz, boyun eğdirme kavramları üzerinden tanımlandıkça varoluş biçimleri sürekli güncelleniyor. Boyun eğme veya eğdirme arasındaki mesafe ne kadar büyük olsa da içinde bulunduğumuz düzen, insanı en alttayken bir anda efendi pozisyonuna çekebiliyor. “Kurallarını öğrenip uyguladığı” müddetçe kişioğlu girdiği dünyanın en tepesine ulaşabilir.

Dünyalar ezilme ile ezme arasındaki farka, ahlâkî tezada, itikadî sapmaya rağmen bireye hayatta kalma adına rızk korkusu salarak ezmeyi haklı göstermeyi başardığı için insanı dönüştürür, yönlendirir.

  • Dünyayı kendisinin anlamlandırdığını zanneden insanlara dalkavukluk eden, temelsiz güç istenci salık veren bir kültürün, düzenin hükümranlığında yaşıyoruz. “Benim hayatım…” cümlesindeki büyü, şaşaa, üstünlük zannını bir anda yetkesine alan dünyalar, iktidar sahipleri bireyin hayatını da, “ben”ini de elinden alıverir. Ben artık başkalarıdır, ötekinin belirlediği dünyanın sıradan canlısıyken “hayatım” daki hayat başkalarının gerçekliğini ifade eder. “Dünya benimle mana kazanır” diye hayata atılan birey, hayatta kaldığına şükredecek zaman bile bulamaz kaldı ki var olma kavgası versin!

Var olmak hatırlamaktır

Kişinin tarihi ne zaman başlar? Yeryüzüne doğunca oksijen ciğerleri yakar yakmaz atılan çığlıkla başlamaz tarihimiz. Göz ilk kez gördüğünde, kulak ilk sesi duyduğunda, el ilk kez dokunduğunda, sütü ilk kez tadınca da dünyaya gelmiş sayılmayız; gördüğümüz şeklin, duyduğumuz sesin, dokunduğumuz elin, sütün tadının şuurumuzda uyandırdığı ilk “anlamlar” tanıştırır dünyayla. Yaşamak, var olmak, dünyada bulunmak hatırlamaktır; kişi uzun ya da kısa herhangi bir tarihe sahip olduğunda artık kendini dünyalara açmaya, simgesel düzene girmeye başlamıştır. İlk nesneye “agu” deyince, “öteki” yani ailemiz cismin ismini söylediğinde merhaba deriz dünya-ya. Birlikte yaşadıklarımızı hatırlayınca, kelimeler ağızdan çıkınca, şuur görüntüleri kategorize edip isim verdiğinde dünya-ya geliriz. Geldikten sonra da “anne karnındaki huzur ”a tekrar dönmek isteriz, zaman zaman “kaçma” ya dayalı arayışlar başkalarının ilkelerini koyduğu dünya-lardan uzaklaşmak “içe dönmek” için.

Dünya kavga, üstünlük, otorite, güç kullanımı, haz, boyun eğdirme kavramları üzerinden tanımlandıkça varoluş biçimleri sürekli güncelleniyor.

Yeniden, yeni bir ortama girmek simgesel düzen içinde “güç istenci” peşinde koşup statüyü, karizmayı, zenginliği artırmak adına aktif dinlenmelere şahit oluruz var olmaktan çok tasarımları tamamlanmış dünya-lara yüksekten dalış yapmak için… İnsanın tarihi, bilincin ve hatırlamanın tarihidir. Hatırladığı oranda yeni bir dünya kurmaya çalışmaz kişi, tam tersine unutarak yani tarihini yok sayarak yeni dünya-lara girer. Tasarım hatırlayıp unutarak gerçekleşir. Bu yüzden hep sınır dünya-larda var oluruz, sınırladığımız oranda var kalmaya çabalarız. Hayatı dışarıdan izleyemeyiz derken Heidegger, iki insanın arasında bir dünyanın oluşabileceğini iddia ederken de Hannah Arendt aslında anlamlandırma denemelerinden bahseder. Çünkü dünya, biz ile vardır; kendini zamanından, kültüründen, ilişki biçimlerinden soyutlayamaz kişi, en fazla münasebet kurduğu “özel insan” larla kendi dillerini, yani dünyalarını teşekkül ettirebilir.

Hayret, teslimiyet, kapitalizm
Cins

Hesaplanamayana karşı hazırlıklı bulunduğu zaman birey, uyumlu bir yaşam süreci geçirebilir bu yüzden başkalarının kurgularında hesaba yer ayırmak zorunda. İki kişi arasındaki dilin koyulttuğu dünya ise bilinmeye en yatkın olanı… Çünkü fail belirginleştiğinde tasarımın dünyası aynı zamanda edimlerin sonucuna bağlanır. Kişinin yapıp ettiği onun dünyasıdır. Bir çocuğun dünyası, bir öğretmenin dünyası verili şartlara rağmen kendi eylemleriyle de kurulur. “Stalin’in dünyası” nı düşünün mesela… Sürmeye, yok etmeye, infaza, herkesi düşman ve hain görmeye yatkın bir dünya! İnsan dünyasını sürekli yenilemek, değiştirmek, sorgulamak ister. Sınırları çizilmiş ortamda kişi orada bulunduğunu ilkin bilmez, ilk kaygısı var kalabilmektir. “Orada olma” yı garantiledikten sonra o dünyadan yüz çevirmeye başlar, kendisi için nefes alma imkânı olan dünya bir anda kişiye mezarını hazırladığı ortam gibi gelmeye başlar. Bu yüzden “yeri” ni aramakla geçer kişinin ömrü… Yeri, dünyası değil, varoluşunu “mutmain kılacak” zemindir.

  • Dünyanın oyun ve eğlencelik olduğu fikri “geçiciliği” ne dalalet eder. Herkes birinin yirmi beş yıl aynı “yer”de çalışmasına şaşırır. Çalışma ortamı mekânın ötesinde ilişki biçimleri yani dünyayı temsil ettiğinden rutinin oluşa mugayir karakterini gözetir. Hâlbuki ortamı, dünyayı inşa ettikten sonra yirmi beş yıl kısa bile gelir! Sonuçta oluş tekrarlanan değil yenilenendir; değişmeden, bir başka dünyaya girmeden, kaygılılığı dünyalar arasında yaşamadan kalan sadece ıspanak, pırasadır!

Hayatta kalırken ölenler

Sebepsiz ve mutlak, kötülük ve mükemmeliyet, güzellik ya da acı olmaz. İnsan verili ortamlar arasında kendi dünyasını kuramamanın eziyetini ömrü boyunca çekse de “müdahillik ilkesi” ne de sahiptir; elini değdirebilen, düzeltme yetisine haiz, kendini düzeltebilen, bilincini irade edebilendir. Bu yüzden aşkın veya içkinleştirerek görmez yeryüzünü, hele ki gündelik hayatın içindeki dünya-ları. Aşkınlaştırarak pasifize olacaksa Mehdici kültler gibi yüceltmelerin arasında iyice silinir gider; hâlbuki dünya “orada” değil, “buradadır.” Dünya insanın içinde, insan dünyanın içinde, şuurun ve mecburiyetlerin evrenindedir. Biz burada zindanda mıyız, esir miyiz, “insan” mıyız? İnsanın doğasını değil, ama dünya-larını ihtiyaçlar, talepler, beklentiler belirler, bu yüzden biz istemediğimiz ortamlara girmek, dünya-lara açılmak zorunda kalırız. Bu verili şartlardan bir tasarıma gidebilecek iradeyi illa “yüksek ruh” lar, “kâmil insan” lar, “güçlü-yarı tanrı” kişilikler mi gösterebilir…

Küresel medeniyet ya da gönüllü kölelik
Cins

Yüce kişiliklerin “engellenmiş-bastırılmış ihtirasları” tasarımlayamaz, dünya-lar kurar ama orada “insan barındırmaz”, kaygılı, korkak, sürekli arkasını kollayan ürkek bireyler inşa eder. Dünya-ların özü ilksel neden sevinçler, mutluluklar, acı ve trajediden emin ruhlar, yanılgılar, hayaller olabilir; gerçeklik sahasına çıkmadığında bu sefer hayal kırıklıklarından eğitilmiş yaşlı benlikler mezarlığına döner yeryüzü. Platoncu idealara kaçmayı severiz; verili dünya-ların geçiciliği mutluluk verir, asıl dünya aşkı, iradeden ve belki de şuurdan yoksun bir saf mutluluk adası olarak cennet tasavvuru dünya-ların yerini alır. Dünya ve insan niçin aynıdır; insanın dünyasıyla dünyaların insanları niye birbirini tamamlar; çünkü her ikisi de çözülemeyen muamma olarak kalmayı sürdürür de ondan. Kırk yıl bir yastığa baş koyan insanların, rayında giden bir hayatın ne yapacağını kestiremeyiz hâlâ. Allah dünyayı insanın buyruğuna verdiğini bildirir fakat biz hayatta kalma uğruna var olmayı gerçekleştiremeyiz; irade, şuur biraz da cesaretle ilgili…

Dünya-lar var olmaya çalışanları güç istenci, soylu ruh retoriğiyle köreltir, hayatta kalır ama bir varlığı da söz konusu olamaz!

Hayatta kalma uğruna insanoğlu verili koşulları kabul eder, herkes mazeret bulmada usta! Dünyalar katı kurallı, militarist tedbirlerle kişiyi kendine bağlamaz, kimse kimseyi zorla gayrı meşruya yönlendirmez, “tutunabilme” nin kidesini “ortama girme” de görür insan. Varlığımıza yönelen kurallar silsilesinin değiştirmesine hayatta kalma adına rıza gösteririz; güven, sadakat, benliğini koruma yerine başkaları adına kılıç çekme konformizmini garanti kabul ederiz. Başkalarının yerine kendini ortaya atmayı “özne” tanımına alınca güçlü, kişilikli zannı veyahut doyumu bireyin hayatı fazlasıyla hak ettiği çıkarımına götürür. Başkasının dünyasını meşrulaştırmada üstüne yok kişioğlunun! Başkalarının dünyasında kılıç sallama güç istencini karşılar, tatmini de sağlar; hayatı satın aldığı sanısıyla benliğini güçlendirdiği halüsinasyonu oluşa hiçbir zaman kapı aralamaz. Dünya-lar var olmaya çalışanları güç istenci, soylu ruh retoriğiyle köreltir, hayatta kalır ama bir varlığı da söz konusu olamaz!