Yalnız eksik olan şeyler kavranabilir

ZAFER ACAR
Abone Ol

Karakoç, son derece çileli bir yoldan geçerek bu şiire ulaştı. Öncelikle muhafazakâr bir zihne çağ atlatması gerekiyordu, çünkü ritüellerle yaşamaya alışmış binlerce tabusu olan çok yaşlı bir geleneğin içine doğmuştu, dirilip gençleşmesi gerekiyordu.

Sezai Karakoç hakkında yüksek lisans tezi ve bir kitap yazmış, kimi denemeler –bunların bir kısmı mecburi polemiklerdi- kaleme almış birinin yeni tespitlerde bulunması pek kolay değil. Gevşek bir yeni yerine unutulmaması için eski güzel şeylerin sık sık dile getirilmesini, hoş davranışların tekrarlanmasını daha doğru buluyorum. Böyle bir yöntemle Karakoç'taki değerli şeyler sıkılaşıp yoğunluk kazanabilir. Konservatizme karşı çıkanlar, konserve tüketmekten uzak duramazlar, çünkü konserve bireysel yaşamın temel gıdasıdır. Yani gelenek bir zorunluluktur. Yine de şairimize farklı açılardan bakmamızı sağlayacak kimi yazarlardan faydalanmaya çalışacağım. Konu, "geleneğin" güçlü temsilcilerinden Sezai Karakoç olduğu için tekrar hususunda içim rahat. Onun davasını her yerde zikredip durmak, meydanlarda bağırmak, duvarlara yazmak ödevimizdir artık. Her büyük adamın ölümünde olduğu gibi bir başkomutana dönüşen ölüm, bize bu ödevi-emri vermiştir. Bu hususta hepimize çok iş düşüyor, çünkü o, biraz da bizim üzerimizden geleneğin bir parçası olacak, geleceğe kalacaktır. Sanat, insan içindir en nihayetinde.

Evet, hepimizi etkiledi o. Bu etki, değişik şekillerde ve aşamalarda oldu. Birincisi şiirleri, ikincisi düşünce dünyası, üçüncüsü bizzat kendisi –duruşu-. Onun şiirleri partizan olmayan her kesim tarafından kabul görmüştü. Yani şairdi öncelikle, şiirlerinin etki alanı çok genişti. Düşünce dünyasından haberdar olanlar ise daha seçkin ve sınırlı bir zümreyi kapsıyordu. Bir düşünce adamı mıydı Sezai Karakoç? Kimi açılardan hayır, kimi açılardan evet. Felsefi kuramların içine düşmüş, bunalımla kardeş Batı tipi bir düşünce adamı değildi, bu yolu tutmayı hiç tercih etmedi, elinde daha güçlü bir silah vardı: şiir. Tekâmüle inandığı için diyalektik yöntemi kullanarak filozoflarla çatışmak yeterli geldi ona, belki de bu sayede kolaylıkla düşünceyi duygu –duyarlılığı kast ediyorum- seviyesine yükseltmeyi başardı, bu bakımdan eşine az rastlanır düşünce, dahası dava adamına dönüştü.

Akif'te, Necip Fazıl ve Nazım'da olduğu gibi Sezai Karakoç 'da da şiir davaya dâhildi: Bu kutsal dava, İslâm üzere insanlığın dirilişiydi. Klişe ifadelerle söyleyecek olursak Alman romantizminden Fransızlara geçen ve modern şiirin mottosu hâline gelen burjuva zevkinin ürünü materyalist "sanat, sanat içindir" yaklaşımına o, dâhiyane bir şekilde geleneğin aşısını yapmıştı. Bunu, "sanat, Allah içindir," şeklindeki poetik tavrıyla Necip Fazıl da denemiş, fakat heceden vazgeçmediği için tam başaramamıştı. Karakoç, üstadı Necip Fazıl'ın bu boşluğunu görmüş, hızla heceden uzaklaşıp serbeste geçmişti, başarısını biraz da İslamcı şiiri, bohem-mistik bir özle yenileyerek belli bir aşamaya getiren üstadı Necip Fazıl'a borçluydu. Novalis ne demişti: "Yalnız eksik olan şeyler kavranabilir ve bizi ileriye doğru itebilir. Tam olan şeyler ise yararlanmak içindir." (Fragmanlar, Kültür Bakanlığı Yay).

Modern sanat eksikliğe-kusura, yani mekânın perspektifini, zamanın çizgiselliğini bozmaya tutunmuştur çoğu kez; boşluğu önemser, çünkü bilir, boşluk olmadan bir şeyin kulpu-anlamı tam kavranamaz. Öte yanda tüm dinler ve ideolojiler modern şiirden dışlanmaya çalışılırken ve Türk şairleri de bu kanalda yürümeye can atarken Necip Fazıl ile Nazım dünya edebiyatını kasıp kavuran modern şiir iktidarına karşı durmayı başarmışlardır. Bugün Türk şiiri, hâlâ bu iki ismin kişisel gayretleriyle açılan arterlerden ilerliyor. Ya İkinci Yeni. Bence Türk modern şiirini en iyi temsil eden İkinci Yeni renkli, deneysel bir süreç. Sanat, uzun bir zaman dinsiz ve ideolojisiz kalamaz. Sanatın "sanat, sanat içindir" fikrini imha etme gücüne sahip olduğuna dünya şiirinde birçok defa şahitlik ettik.

Eleştirmenlerin de hem fikir olduğu üzere İkinci Yeni'nin içerisinde en güçlü ve derli toplu poetikayı Sezai Karakoç kaleme almıştır. Direkt şiir meselesi üzerine odaklanmış müstakil yazılardır bunlar. İlhan Berk, Fransız şairlerini taklit edip durur; çarpıcı metinlerine rağmen Cemal Süreya ile Turgut Uyar daha çok şairler üzerine düşünmüş, çoğu kez özgün sonuçlara varmışlardır, önemlidirler; Edip Cansever'in şiir bilgisi zayıftır, kısa kesmiştir sözü, genç yaşlarda poetika konuşmayı bırakmıştır; Ece Ayhan ise aklına gelenleri protest tavrına uygun olarak savruk bir şekilde dile getirmiştir. Çakma solcu imajı yaratan İkinci Yeni şairleri, son derece laik bir dille kiliseyi -İlhan Berk-, Batılı bir imgelem olan otelleri -Edip Cansever-, pornografik göstergelerle kadını -Cemal Süreya- vs. işlerken Sezai Karakoç, bambaşka bir yol tutmuş, onlardan kopmuş, dini-mistik üslubuyla bağımsızlığını ilan etmiştir.

Onun ilk üç şiir kitabı –Körfez, Şahdamar, Sesler- tez ve antitez şeklinde ikili yapıya sahiptir. Kimi şiirleri laik-sekülerken –şair çok gençtir daha- kimileri oldukça ideolojik (yerli ve milli) ve dini içeriklidir. Bu şiirlerin ortak yanları biçimsel bakımdan hece ile serbest, öz bakımından beşeri ve ilahi aşk arasında lirik gelgitler yaşamalarıdır. Bahsini ettiğim üç kitap çok geçmeden şairi, müthiş bir sentezin sonucunda büyük şiirlerle buluşturacaktır. Sezai Karakoç, son derece çileli bir yoldan geçerek bu şiire ulaştı. Öncelikle muhafazakâr bir zihne çağ atlatması gerekiyordu, çünkü ritüellerle yaşamaya alışmış binlerce tabusu olan çok yaşlı bir geleneğin içine doğmuştu, dirilip gençleşmesi gerekiyordu. Yaşlıydı belki gelenek, ama Batı'ya da kaynaklık eden Mezopotamya'nın neredeyse tüm derinliğini, bilgeliğini de taşıyordu bünyesinde.

Eleştirmenlerin de hem fikir olduğu üzere İkinci Yeni'nin içerisinde en güçlü ve derli toplu poetikayı Sezai Karakoç kaleme almıştır.

Sezai Karakoç bunun farkındaydı, dolayısıyla yaşantısının bir parçası hâline gelmiş olan bu gücü lehine çevirmenin yollarını aradı. Bunun için türlü okumalar yaptı. Bilhassa Modern dünyanın öncüsü sayılan emperyalist-işgalci Fransız edebiyatını didik didik etti. Antik döneme, Orta Çağ'a dek gitti. Gerekli özü alıp döndü. Bence en çok rasyonalistlerden etkilendi. Sonra perspektif meselesini çözdü, saklı iç enerjiye sahip eşyayı farklı açılardan irdelemeyi öğrendi, işi absürde kadar vardırdı kimi zaman, varoluşçu görünümler sergiledi, kafası sanat konusunda yer yer karışsa da –çünkü modern sanat bir karmaşa, bir kaostur- hiçbir zaman gelenekten vazgeçmedi. Bence kafa karışıklığı anlarında "anlam tatili"ne çıktı. Daha evvel de bu mesele üzerine yazmıştım. Detaylandırayım. Novalis'in "yalnız eksik olan şeyler kavranabilir," belirlemesinden yola çıkarak bu "anlam tatili"nin bize tutamak olacak bir açık verdiğini söylemeliyiz: "Dünya romantikleştirilmeli. Ancak bu şekilde onun gerçek sırrına yeniden varılabilir. Romantikleştirmek, nitelikçe yükseltilmekten başka hiçbir şey değil. Böyle bir operasyonda değersiz ‘ben' daha iyi bir ‘ben' ile özdeşleşir. Ancak bu operasyon henüz tamamıyla bilinmemekte. Değersize daha yüksek bir mana, mutat olana esrarengiz bir görünüm, bilinene bilinmeyen havasını ve sonluya sonsuzluk özelliği vermek suretiyle romantikleştiriyorum." (22-3).

Düpedüz "sahte-yücelik" yaratma girişimidir bu, bir büyücülüktür, şair bu tavrıyla ilkel toplumlardaki kimliğine döner aslında. İkinci Yeni şairleri şiirlerindeki belirsizlik-anlamsızlık ve dil bozmalarıyla değersize daha yüksek bir mana verme çabasında oldular hep. Bu yönleriyle tüm modernler gibi romantiklerdi. Sezai Karakoç, burada da bir fark yarattı, Goethe gibi hakiki bir sanatsal yüceliğin peşine düştü, dünyevi olandan çok dini çağrışımlardan yararlanarak yüceliğe en yakın şiiri yazdı.

Sanıldığının aksine Tevrat, İncil ya da Kur'an gibi kutsal kitapların üslubunu kendine örnek almadı; çünkü Spinoza'nın "Teolojik-Politik İnceleme" sinde ısrarla vurguladığı gibi kutsal kitapların hiçbiri anlamı kişiselleştiren bir imgesel dil kullanmamıştır. Bence de en sanatlı kitap olarak gösterilebilecek Kur'an dahi söz sanatlarını meseleye somutluk kazandırmak amacıyla kullanmıştır çoğunlukla, topluma emir ve yasakları en yalın şekilde aktarmaya çalışmıştır; çünkü kutsal kitaplar yalnızca elitlere değil, ya tüm topluma ya da Yahudilerde olduğu gibi bütün bir ırka inmiştir. Bu hususta romantizmin öncülerinden Novalis de yanılmış: "Din esasen insanoğlu tarafından icra edilen sanatın konusu olmuştur. Sanat ilâhi veya din sanatsal ve sosyal bir hüviyete bürünmüştür. Sanat, din ile eşanlamlı olmuştur. Uluhiyet sanatla kendini göstermiştir." (2020, 27).

XVIII. yüzyıl düşünürü Novalis, sanatı dine eşdeğer tutuyor. Bu tarz bakışlar zamanla çoğalmış, modern toplumlarda sanat, dinin yerini almıştır. Sezai Karakoç, II. Yeni'nin kimi büyü ürünü yalanla sarmaş dolaş yılansı şiirlerine karşı bir keramet göstermek istedi belki de. Gerek yoktu buna. Bence onları kendi hâline bırakmalı, bizi sarsan, o yalın-derin şiirlerini daha çok yazmalıydı.

Yine de Batı'nın şiir tekniğini –serbest- aldığı hâlde Batı'yla hep çatıştı. Bunu Hegel'den değil, gelenekten öğrenmişti, hakikatin bu tarz çatışmalardan doğacağını daha ilk gençlik yaşlarında kavramıştı. Muhafazakâr- sağ kesim onun serbest bir şekilde silahlanmasına matbaaya karşı çıkar gibi tepki gösterdi, hâlbuki düşmanın silahıyla silahlanmıştı, hatta o, silahı onlardan daha iyi kullanıyor, ahlâkından ise ödün vermiyordu. Dehalara yakışanı yaptı, kulak asmadı kimseye. Akılları sıra onu küçümseyenler onu okuyarak büyüdüler, buna şahitlik etti. Varoluşculukla moda hâle gelen iç monolog onun üstüne pek uymamıştı, o, Katip Bartleby çağrışımlı yenik bir Yedinci Oğul da değildi, gördüğü çukuru mezar bellemesi söz konusu olamazdı, büyük bir derdi vardı, o dert hiçbir çukura sığmazdı, onu sistematik hâle getirmeliydi, getirdi: Diriliş. Böylece özelde şiirini, genelde ise Türk şiirini daha bir büyüttü.

Etkinin üçüncü ve son aşaması ise Karakoç'un bizzat kendisi –duruşu-, demiştim, atalarından öğrendiği "taş yerinde ağırdır," sözünü o, temel düstur edinmişti. Makam mevki, para, şan şöhret gibi hiçbir iktidar aracı onu cezbedemedi. Olduğu yerde, ama bir iç devinimle diplerden kök salmanın ne demek olduğunu öğretti bize. Vitrinden, propagandadan tiksindi hep. Zihne-ruha odaklanmış, göz-objektif karşıtı bir kahraman- münzeviydi. Menkıbevi bir görünüm arz eden, ancak her açıdan gerçek bir hayat yaşadı, bu hayat, şairinin tüm engellerine rağmen şiirine dâhil oldu ve bence güç kattı. Böylece kimi modern şiir kuramcıları tarafından dile getirilip duran "biyografi şiire dâhil değildir," yaklaşımının sonuna parantez içi bir soru işareti koymamızı sağladı. Yaptığı ile söylediğinin birbirini tutmadığını çok iyi bilen modern sanatçı, sanki bu tarz kuramsal fırlamalıklarla kendini kurtarmaya çalışıyor. Karakoç'un hayatı ile eserleri arasında neredeyse hiçbir çelişki bulamayız.