Ve Ejderha kuyruğunu kaldırdı
Joyce, İngilizcenin kalıplarını Dublin’deki yerel dille yıkarken; Infante, Havana ağzıyla İspanyolcanın kalelerini kuşattı. Öyle ki Küba İspanyolcasını nasıl ağlattığını görmek için İspanyolca bilmenize gerek yok. Komple idrak etmek içinse İspanyolca bilmeniz de yeterli olmaz.
Kim yazdı?
Latin Amerika denildiği zaman akla büyülü gerçekçilik gelir, büyülü gerçekçilik denildiği zaman akla Latin Amerika. Kolombiya gelir mesela, Arjantin gelir.
Borges gelir, Cortazar kimi zaman, yer yer Marquez ve elbette Pablo Escobar. Ama bu yazının onunla hiçbir alakası yok. Post-modernizm denildiği zamansa akla ilk Latin Amerika gelmez, fakat şüphesiz Post-modernizm’in usta kalemlerce seviye atladığı, dönüştüğü, olgunlaştığı kıtadır Latin Amerika. Latin Amerika denildiği zaman akla gür ormanlar gelir, birbirinden bağımsız ve genel itibariyle her şeyden bağımsız komünist örgütler, gerillalar, mistik inançlar…
Guillermo Cabrera Infante…Marquez yüzünden en iyi romancısı olamadı ama belki de en iyi romanını yazdı.
Mistik olmayan inanç mı var günümüzde? Ama Antillerin turkuaz suları gelmez akla nedense, köle ticareti belki, yüzleri ihtiyarlıktan şerit şerit esmer adamların dudak aralarına sıkıştırdıkları purolar ve flu Havana geceleri nadiren. Aslında tam da böyle bir ezberin bozulduğu yerden peyda oldu Infante. Evet, Guillermo Cabrera Infante… Her birinin ortak paydasından doğdu ve kıtasının Marquez yüzünden en iyi romancısı olamadı ama belki de en iyi romanını yazdı.
Ne yazdı ?
Tries Tristes Tigres ya da Türkçe ismiyle Kapanda Üç Kaplan. Castro ve devrim öncesi Havana’nın ‘kokuşmuş’ gece hayatını anlattığı bu romana verdiği isim yine Havanalı bebelerin çocuk yaşta dillerinde olan bir tekerlemeden geliyor. Batista dönemimin kargaşa içindeki son günlerinde geçen romanın dil cambazı kahramanları kentin gecelerinde oradan oraya savrulurlar. Ve Küba için bir devrin bir daha geri dönüşü olmayacak değişiminden önceki son demlerine tanıklık ederler.
Nasıl yazdı?
“Deneysel bir dille yazdı” desek; bu cümle, James Joyce’tan sonra belki de ilk defa böylesi bir anlam ifade eder. Türlü dil çalımları, kelime oyunları, biçimsel numaralar, şakalar, espriler, tekerlemeler. O kadar deneysel çalıştı ki Infante kendinden sonra -uzun bir süre- yazılan hiçbir roman deneysel olarak adlandırılamazdı. Çünkü Infante yapmıştı. Çektiği tüm bu numaraların kaynağıysa asla basit bir zekâ gösterisi olmadı. O, James Joyce’un İrlanda dilinde yaptığı ihtilalin benzerini Küba’da gerçekleştirdi. Joyce, İngilizcenin kalıplarını Dublin’deki yerel dille yıkarken; Infante, Havana ağzıyla İspanyolcanın kalelerini kuşattı. Öyle ki Küba İspanyolcasını nasıl ağlattığını görmek için İspanyolca bilmenize gerek yok. Komple idrak etmek içinse İspanyolca bilmeniz de yeterli olmaz.
Neden yazdı?
Infante, aynı zamanda Joyce’un Dublinliler öykü kitabını İspanyolcaya çeviren isim. Gerek yaptığı okumalar gerekse ustayı iyi tahlil edişi onda geri dönüşü mümkün olmayan bir şeyi uyandırmış olmalı. O çok sevdiği şehrinin, unutulmasın istediği dönemlerini başka türlü nasıl anlatabilirdi. Infante eleştirel dilini de asla sakınmadı. Hem kendi ülkesine hem köşe başındaki gücün gölgesine değdirdi iğneli dilini.
- Bir cambazın ipte yürümesi gibi yaklaştı meselesine, kimi zaman ironiyle veya göndermeyle kimi zamansa ikisi iç içe. Çünkü göğüs kafesinde atan şey aynı zamanda onun romanını süslüyordu. Belki de her şeyden önemlisi o, bunu keşfetmişti.
“Küba’yı almak istiyorsan önce bir Pepsi al, sonra Küba’yı al.” Veya
“Bu ülkelerde bu tip tuhaf olaylar karşısında kimsenin kılı bile kıpırdamaz.”
Ne zaman yazdı?
Devrim sonrası zor geçti onun için. Castro’yla pek anlaştığı söylenemezdi. Her devrim, ilk önce nasıl kendi çocuklarını yediyse -Castro hariç- Infante’nin de vakti gelmişti. Önce Belçika’ya elçi olarak sürgün tayin edildi. Oysa ‘güzel’ ve bir o kadar ‘zor’ günler hatırındaydı hâlâ; taze duruyordu zihninde.
Belçika’da tohumlarını ektiği Kapanda Üç Kaplan’ın hasadını İngiltere’de yaptı. Castro’yla arası tamamen bozulmuş, Küba’sıyla zoraki ayrı düşmüştü. 1967 senesinde Kapanda Üç Kaplan ilk baskısını yaptı. Infante’nin hikâyesi önce bir düşünceden sese dönüştü ve nihayetinde romana. Kapanda Üç Kaplan, gurbetteki bir adamın dudağında, memleketinin türküsüydü artık. Ve bu türkü kimsenin pek de alışık olmadığı cinstendi.
Nerede yazdı?
Batista rejimi sırasında, gece çöktüğü vakit Havana’ya, sokaklarında bir zamanlar Afrika’dan gelen bir köle gemisinin deposunda ayakları zincirli zencilerin siyahilerin torunları gibi turlayarak değil belki ama yine o sokaklarda dolaştı. Bedeninin nerede olduğunun, komşusuyla nece konuştuğunun bir önemi yoktu. Dimağında hep Küba gizliydi. Yıllarca beslendiği usta kalemlerin üslubunu, aşina olduğu hikâyelerle birleştirdi. Ve bir Bruce Lee deyişiyle; “Ejderha kuyruğunu kaldırdı!”
Not: Türkçeye Kapanda Üç Kaplan’ı ustaca çeviren Seniha Akar’ı da ayrıca tebrik etmek gerek. Çünkü yaptığı şey bir çeviriden çok öte… Herhalde özgün metin bozulmaksızın bir uyarlama bu kadar iyi yapılabilir.
Katillerin öğle sonrası
İnancım şu ki kimse kimin hesabına çalıştığını bilmiyor. Bu yakışıklı genç adam, Mornard, Meksika’ya Leon D. Troçki’yi, Rus yazın dünyasının bu aslanını, ustaya okuyup eleştirsin diye birtakım yazılarını gösterirken öldürmek amacıyla gitti. Troçki, Mornard’ın Stalin hesabına çalıştığını hiç bilmedi. Mornard, Troçki’nin yazın uğruna eşek gibi çalıştığını hiç bilemedi. Stalin, Troçki ve Mornard’ın tarih uğruna köle gibi çalıştıklarını (teşbihte hata olmaz) hiç bilmedi. Mornard, Aztek topraklarına vardığında gece mürekkep hokkası kadar kara, niyetiyse mürekkep kadar ya da gece kadar karaydı, ki bu ancak mehtaba yarardı. Çoğu artçılarda görüldüğü üzere katil özgün düşünce yapısına sahip biri değildi. Elbet tarihte öncelleri vardır, çünkü bu gözyaşı vadisinin tarihi şiddet doludur, işte bu yüzden tarihçilerden nefret ederim, çünkü ruhumun bütün gücüyle şiddetten tiksinirim. Ancak, şiddet şu içinde yaşadığımız piccolo mondo’nun1 başlıca itici gücü gibi görünüyor. Elbet şiddet var, şiddet var. Bir de şiddetçik.
Yıllarca beslendiği usta kalemlerin üslubunu, aşina olduğu hikâyelerle birleştirdi. Ve bir Bruce Lee deyişiyle; “Ejderha kuyruğunu kaldırdı!”
Tutun şu zorbayı!
Tutun şu adamı benim için! Sıkıca bağlayın! Sakın bırakmayın. Hemen şuracıkta yakalayın! Sakın kaçmasın. Baksanıza ne yaptı. Şu kafamın üstünde duran şey (çünkü oraya çakılıp kalmış, bir şey, evet, evet o, hayır o değil! Bu, demirden yapılmış, tahtadan, taştan, sünger taşından, plastikten falan değil düpedüz demirden, kimilerinin dökme çelik dediği şeyden yapılmış ve alınla çeper lobu arasındaki kemiğin orta yerine, artkafa kemiğinin yanına saplanmış, perçinlenmiş, soğukkanlı ya da şaşmaz bir hesaplılıkla değil ustaca, bu adamın, yani az sonra sesle ve öfkeyle, nefret, kıskançlık ve siyasi düşmanlıkla dürtüklenen buz gibi bir öfkeyle işi bitirilecek olan bendenizin kafasına gömülü, çakılı duran ve onun elinin bir uzantısı olup düşmanca bir davranış, daha doğrusu bir davranış karikatürü ya da illa ısrar ederseniz dostça el uzatma deviniminin kendisi gibi görünen, oysa gerçekte öldürücü bir silaha dönüştürülmüş o birleştirici demirle iki adamı tek bir varlık hâline getiren o şey ve artık iki adam o karikatürsü davranış nedeniyle tek bir adam olmuşlardı, daha doğrusu iki adam: Cellat ve kurban) bir Sevilla süs tarağı değil. Hayır efendim. Yakalayın onu. Ha şöyle! Sakın kaçmasın. Süs değil bu. Şu kafamın üstündeki. Ne de tören takkesi. Sıkı tutun! Tamam. Ne de asi bir saç tutamı. Bu bir balta. Tam şuraya çakılmış. Kafatasına. Bu kadar basit. Hatırım için tutun şu adamı. Ha şöyle!
1.(İt.) Küçük Dünya.