Öykülerimin yazarı: Julio Cortazar

Julio Cortazar
Julio Cortazar

Latin Amerikalı yazarların Latin Amerikalı ve yazar olmak dışında istisnasız bir ortak noktaları daha vardır. Avcıdırlar, yol bilendirler… Hikâye neredeyse bulup çıkartırlar.

Kim yazdı?

O soğuk ocak sabahı işteki ilk günüme yetişmek için metroya bindiğim vakit öykü geldi. Yürüyen merdivenlerden coşkun ırmaklar gibi akan kalabalığın arasından, önceki gece bende kalmış Hulusi’yi çektim, çıkardım. Elinde bir parça simit, diğer parça sağ yanak içinde… ‘Çekiştirip durmasana olum’una müsaade etmeksizin anlatmaya başladım. Bir metro öyküsüydü, gerçek dışıydı. Düşünsene, metroya giren bunca insan… Ve metrodan çıkan bunca insan… Bir gün sayıyorlar, her akbil basanı… Ve rakamlar tutmuyor… Sonra… Var ulan öyle bir öykü… Nasıl? Var olum, okudum ben öyle bir öykü.
Arkadaşımın dudağından kopup dünyanın yörüngesine değilse bile bizzat benim yüreğime oturan kelimeler… O kelimeler yüzünden, şimdi kaban yakasında susam yalnızlığı çekiyorum.

Arkadaşımın dudağından kopup yerçekimine yenik düşerek dünyanın yörüngesine oturmayı başaramayan ve nihayetinde kaban yakasında bir sonraki silkelenmeye kadar çaresiz bekleyen susamlar… Yine arkadaşımın dudağından kopup dünyanın yörüngesine değilse bile bizzat benim yüreğime oturan kelimeler… O kelimeler yüzünden, şimdi kaban yakasında susam yalnızlığı çekiyorum. Cortazar yazdı olum onu… Sus, Hulusi… He valla, Cortazar… Allah’ını seversen Hulusi, en azından birkaç saniye müsaade et…

Ne yazdı?

Latin Amerikalı yazarların Latin Amerikalı ve yazar olmak dışında istisnasız bir ortak noktaları daha vardır. Avcıdırlar, yol bilendirler… Hikâye neredeyse bulup çıkartırlar. Bu işi öyle ustaca ve abartılı yaparlar ki bulup çıkarttıkları hikâyeleri yazmaya belki de Nuh nebinin ömrü yetmez. Çoğunun yetmemiştir de zaten… Çoğu, ihtiyar kitaplarla dolu odalarındaki karman çorman taslakları, gelişi güzel seçip bir bir öyküye dönüştüreceği günü bekler durur. Cortazar, değil. Kıtadaşı ağabeylerinin, akranlarının ve kardeşlerinin aksine o, bir Latin Amerikalı hikâyeciye göre daha derli topludur. Derli toplu derken, “Bütün Öyküleri 1”, “Bütün Öyküleri 2” gibi de anlayabilirsiniz… Zira geçtiğimiz yıl Can Yayınları, Ötekinin Rüyası ismiyle “Bütün Öyküleri 1”i çıkardı. Meraklısı okura selam olsun, Ötekinin Rüyası’nda bir usta kalemin, gerçek bir öykü yazarının erken dönem öykülerinden başlayıp post-modern ve fantastik öykülerine uzanan evrimine, kısacası öykü serüvenine tanık olabilirsin.

Neden yazdı?

Bir öykü neden yazılır ki… Neye yazılır... Mesela, Amerika bir nisan günü Domuzlar Körfezi’ne çıkartma yaptı diye mi yazılır öykü? Yoksa Bolivyalı direnişçilerle yine Bolivyalı bir diğer direnişçilerin neye direndiklerinden bağımsız olarak neye inandıklarını anlatmak için mi? Ya da kime ne faydası olduğu meçhul bir su canlısının maksadı belirsiz yüz ifadelerinin insanın halet-i ruhiyesine işleyişine mi? Büyük annesine hafta sonu gezmesine giden bir kız çocuğunun birdenbire kendisini kocakarı masallarının içinde ve onların bir parçası olarak bulmasına mı? Peki, tenha bir otelin gece sessizliğinde nereden geldiği belli olmayan çocuk yakarışlarına mı?

  • Bir öykü neden yazılır? Bana kalırsa, bir öyküyü öykü yapan her şeyden önce yazarının ona sahip olmasıdır. Ona yani hikâyeye… Cortazar hikâyeye sahipti. Üstelik sadece Latin Amerika’nın hikâyesine değil. Bütünüyle insanın hikâyesine; doğu, batı ayırt etmeksizin.

Boom kuşağında sanırım beni en çok etkileyen bu oldu. Postmodernizmi kullanışları veya mitleri, rüyayı öyküye başarıyla dâhil edişleri değil. Coğrafya seçmeksizin, insana odaklanışları… Sonrası mı? Meseleyi bütünüyle idrak edip aynı zamanda eli kalem tutan birine “neden yazdı” sorusu sorulamaz. Çünkü başka bir ihtimal yoktur.

Cortazar hikâyeye sahipti. Üstelik sadece Latin Amerika’nın hikâyesine değil. Bütünüyle insanın hikâyesine; doğu, batı ayırt etmeksizin.
Cortazar hikâyeye sahipti. Üstelik sadece Latin Amerika’nın hikâyesine değil. Bütünüyle insanın hikâyesine; doğu, batı ayırt etmeksizin.

Nasıl yazdı?

Cortazar, Borges ve Galeano gibi yazarlar, öyle sanıyorum ki Avrupa’nın modern sonrası öykü ve romancılarını en iyi çözümlemiş olanlar. Joyce’u İrlandalı olmayıp -ki tek başına İrlandalı olmak da yetmez- Cortazar ya da Borges kadar anlamış biri olduğuna ihtimal vermiyorum. Öyle anlamışlar ki, nasıl yazmamaları gerektiğini fevkalade saptamışlar. Dili Joyce gibi eğip bükemeyeceklerini tespit etmiş ve metinlerine boyut katmak için rüya, mit, fantastik gibi alternatif yöntemler geliştirmişlerdir. Joyce, ip cambazı ise Cortazar silahşordur. Silahşor düşünmez, ateş eder! Kalbiyle ateş eder. En ufak bir çıkış noktası onun için yeterlidir. O noktayı adım adım genişletir ve hikâyeyi oradan çekip çıkartır. Bazen beklenmeyen bir mektuptur o çıkış noktası; bazen geçmeyen bir baş ağrısı…

Nerede yazdı?

Kimi öykülerini çevirmen olarak gittiği Paris’te, kimi öykülerini ise Buenos Aires’te… Önceden söylediğim gibi Ötekinin Rüyası, derleme bir kitap olması hasebiyle uzun bir maraton. Ancak birçok eleştirmene göre fikri açıdan en verimli dönemi ve yine en başarılı kabul edilen öykülerini de yazdığı dönem, Paris dönemidir. Ama siz, bu ve benzeri ansiklopedik bilgilere ve kuramsal tespitlere takılmayın.

  • Cortazarı bir zamana ve mekâna eşlemek mümkün değil. Çünkü kuşağını ve sonrasını -çağdaş Latin Amerika edebiyatı da dâhil olmak üzere- etkilemiş bir yazardan söz ediyoruz. İspanyolca edebiyatta yeni bir çağ açmış, İspanyolca edebiyatı dünya edebiyatının zirvesine taşımış Latin Amerika Boom’un kurucusundan…

Ne zaman yazdı?

Ötekinin Rüyası, Julio Cortazar’ın dört kitabının birleşimi… İçinde Öteki Yaka, Hayvan Hikâyeleri, Gizli Silahlar, Oyunun Sonu var. Bu da yaklaşık yirmi yıllık bir zaman zarfına tekabül ediyor. Öncesinde şiir kaleme alan Cortazar, kendi edebi devrimini 1951 yılında yayımladığı ilk kısa öykü kitabı Bestiario ile yaptı. Bu kitap bir bakıma ilerleyen yıllarda gelecek mistik, fantastik ve gizemli öykülerinin habercisiydi. Bestiario yani mahlukat ansiklopedisi…

Kitaplarının arasında favorim ise 1956 yılında yazdığı Final del Juego’dur. Türkçeye Oyunun Sonu ismiyle çevrilen kitapta bugün bile aşılamadığını savunabileceğimiz öyküler mevcut. Aksolotl ve Ötekinin Rüyası öyküleri gibi…

Aksolotl

Aksolotlları ilk görüşümde beni büyülenmiş bir şekilde onlara meyil ettiren şey hareketsizlikleri oldu. Kayıtsız bir hareketsizlikle uzay ve zamanı ortadan kaldırmak olan gizli maksatlarını, nasıl oldu bilmiyorum, anladığım hissine kapıldım.

Altın gözler tatlı, korkunç ışıklarıyla yanmaya ve başımı döndüren ölçülemez bir derinlikten bana bakmaya devam ediyorlardı. Her şeye rağmen bize yakındılar. Bunu çok önceden, daha bir aksolotl olmadan önce anladım. Bunu onlara ilk kez yaklaştığım gün anladım.

 En ufak bir çıkış noktası onun için yeterlidir. O noktayı adım adım genişletir ve hikâyeyi oradan çekip çıkartır.
En ufak bir çıkış noktası onun için yeterlidir. O noktayı adım adım genişletir ve hikâyeyi oradan çekip çıkartır.

O ifadesiz ama aynı zamanda da kusursuz bir gaddarlık barındıran Aztek suratlarının arkasında, acaba hangi imge vaktinin gelmesini bekliyordu? Onlardan korkuyordum. Sanırım diğer ziyaretçilerin ve bekçinin varlığını yakınımda hissetmesem, onlarla tek başıma kalmaya cüret edemezdim. “Onları gözlerinizle yiyorsunuz” diyordu beni biraz kaçık bulduğunu düşündüğüm bekçi, gülerek. Altın bir yamyamlıkla gözleriyle yavaş yavaş yiyenin aslında onlar olduğunun farkında bile değildi. Akvaryumdan uzaktayken de, sanki beni uzaktan etkiliyorlarmışçasına, onları düşünmekten başka bir şey yapmıyordum.

Cortazar, Borges ve Galeano gibi yazarlar, öyle sanıyorum ki Avrupa’nın modern sonrası öykü ve romancılarını en iyi çözümlemiş olanlar.

Onlar ve ben biliyorduk. İşte bu yüzden olan bitende hiçbir tuhaflık yoktu. Yüzüm akvaryumun camına yapışıktı. Gözlerim bir kez daha o irissiz, gözbebeksiz altın gözelerin gizemine girmeye çalışıyordu. Camın hemen yakınındaki hareketsiz bir aksolotlun yüzünü çok yakından görüyordum. Geçişsiz, sürprizsiz bir biçimde camda kendi yüzümü gördüm, camda aksolotlunkinin yerine kendi yüzümü gördüm, onu akvaryumun dışında gördüm, onu camın diğer tarafından gördüm. Sonra yüzüm uzaklaştı ve ben anladım.

Sadece bir tek şey tuhaftı: Eskisi gibi düşünmeye devam etmem ve bilmem. Bunun farkına varışım ilk anda, kaderine uyanan diri diri gömülmüş birinin dehşeti gibi oldu. Dışarıda, yüzüm cama tekrar yaklaşıyordu, aksolotları anlama gayretiyle dudakları sımsıkı kapalı ağzımı görüyordum. Ben bir aksolotldum ve her türlü anlamanın imkansızlığını şimdi anlık olarak biliyordum.