Türk sinemasında millî mücadele'nin işlenişi ya da hamasetin bitmeyen egemenliği
Bugün de, dün olduğu gibi, millî değerleri hamasi bir söyleme düşmeden işleyen filmlerin yapılması pek kolay değildir.... Buradaki zorluğun en somut kanıtı ise; bizim filmlerimizle yabancıların yaptıkları Çanakkale filmleri arasındaki nitelik farkıdır. Gözlemlenen en büyük fark ise, konu hakkındaki yabancı filmlerin tarihi gerçeklere sadık kalmış ve özenle hazırlanmış yapımlar oluşu, yerli filmlerin ise ilkokul müsamerelerini aşamayacak ölçüde aşırı bir hamaset barındıran, yaratıcılıktan uzak ve sadece milli duygular üzerine kurulan abartılı bir konuşkanlıktan ibaret kalışıdır.
Eyüphan Erkul, ünlü sanatçı Cahide Sonku'nun yaşamı üzerine kurduğu kurmaca yapıtında sanatçının genç kızlık döneminde sinemayla ilk kez karşılaşmasını da anlatır.
Yazar bu anlatı içinde, Grand Rue de Pera'nın hayali millet sinemasında gösterilen, Muhsin Ertuğrul'un 1919 sonrasında yaşanan Türk direniş hareketini konu alan Bir Millet Uyanıyor (1932) filminden söz edip "Hamaset yüklüydü" der...Yazarın bu kısa, net ama doğru yargısı; aslında bu ve bunu takip eden yıllardaki millî olay ve olguları konu alan tüm yerli filmlerin neredeyse ana ögesi -ya da diğer bir deyişle en belirgin zaafı- olur. Sözüne ettiğimiz kitapta yazar, bir ara kahramanı Cahide Sonku'nun peşinden ayrılıp, onun ilk kez izlediği filme takılır: "Daha filmin ilk dakikasında bir Kuva-yı Milliye milisi, elindeki tüfekle baskın yaptıkları binanın kapısında donuyla kaçmaya çalışan Fransız'ı esir alıyordu. Esir alınan yarı çıplak asker ellerini havaya kaldırıp Fransızca ‘Qu'est-ce que C'est' diyordu.
Bizim sinemamızda kahramanlıklar iyi ya da kötü yanlarıyla var olan bir karakter olarak asla yer almaz, aksine her olay/olgu karşısında aynı tavrı alan tiplemelerle karikatürize edilerek çizilir.
Bu sesler Türkçedeki ‘Kes ve köse' sözcüklerine benzediğinden herkese komik bulundu. Kuvvet milisi, ‘Kel köseyi kör köseyi anlarsın şimdi !' diyerek adama ters kelepçe vurunca tüm salon gülüştü..." Yazarın, filmden aktardığı bu küçük diyalogda "alay etme", "küçük görme" olgusunun özellikle altını çizmesindeki neden ise, Kuva-yı Milliye milisinin düşman karşısındaki cesaret ve korkusuzluğuna atıfta bulunarak, güldürmek değil, aksine düşmanın zayıflığına dikkat çekmektir. Taraflardan birinin gereğinden fazla abartılıp, bir diğerinin ise bir o kadar küçültülmesi Türk sinemasında Milli Mücadele'ye ilişkin yapılan tüm filmlerin bir diğer ortak ve de değişmeyen bir özelliğidir. Yazarın anlattığı bu olay sanırım filmin ilk gösteriminin yapıldığı 1932 yıllarına ait.
Bir Millet Uyanıyor filmi, o dönemin sinemadaki tek adamı Muhsin Ertuğrul'un Müslüman Türk kadınlarını oyuncu olarak perdeye taşıdığı Ateşten Gömlek (1923) ile François de Curel'in Le Terre Inhumaine (İnsafsız Toprak)'inden Reşat Nuri Güntekin'in Bir Gece Faciası adıyla uyarladığı oyunun bir sinema uyarlaması olan Ankara Postası (1928)'ından sonra milli mücadeleyi konu alan üçüncü filmidir. Kurtuluş Savaşı'nın "meşhur onbaşısı" Halide Edip Adıvar'ın aynı adlı eserinden sinemaya aktarılan Ateşten Gömlek, yalnızca Ertuğrul'un Milli Mücadele'yi konu alan ilk filmi değil, aynı zamanda Türk sinema tarihinin de Kurtuluş Savaşı'nı konu alan ilk konulu, uzun metraj filmidir. Bu ilkliğiyle; gerek geçiş dönemi (1938-1950) ve gerekse sinemacılar döneminin (1950-1960) aynı temayı işleyen tüm filmlerin de bir prototipidir olmuş, bu filmdeki tüm zaaflar, hiç değişim dönüşüme uğramadan aynı temayı işleyen tüm filmlerde yıllar boyu yinelenip durmuştur.
Ateşten Gömlek filminden önce ise, Milli Mücadele'yi konu alan tüm filmler haber ya da o günün koşulları içinde çekilen belgesel nitelikte filmlerdir. Savaş sırasında ve hemen sonrasında başta Fuat Uzkınay'ın MOSD (Merkez Ordu Sinema Dairesi) olmak üzere Milli Müdafaa Cemiyeti ve de Malul Gaziler Cemiyeti gibi paramiliter kuruluşlar tarafından çekilen bu belgesel tarzındaki filmlerden alınan bazı parçalar, daha sonra uzun metrajlı, konulu filmler için de kullanarak, bir bakıma hamaset yüklü filmlerin ayıbını örten bir örtü olmuştur. Ertuğrul döneminin (1922-1938) Milli Mücadele'yi konu alan en önemli filmi ise Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu'nun eserinden sinemaya aktardığı Bir Millet Uyanıyor'dur. Bu filmin, benzer temayı işleyen ilk iki filminden tek farkı ise; içerikten çok sinema dilindeki gelişimdir.
- Ertuğrul, gidip üç film yönettiği 1925'lerin Rusya'sından edindiği tüm birikimleri bu filminde ortaya koyarak hamaseti biçimsel ögelerle dizginlemeye yönelerek kısmen de olsa başarılı olmuştur.
Geçiş döneminde ise Milli Mücadele'yi konu alan filmler içinde İstiklal Madalyası, Şakir Sırmalı'nın Unutulan Sır, Lütfi Ükad'ın Vurun Kahpeye, Çetin Karamanbey'in Çete, Vedat Örfi'nin ikinci çekimi olan Ateşten Gömlek , Aydın Arakon'un Vatan İçin filmleri öne çıkar. Bu filmler içinde ise 1949'da Lütfi Akad, 1963'te Orhan Aksoy, 1974'de Halit Refiğ tarafından çekilen Vurun Kahpeye filmleri, hem Milli Mücadele'nin farklı dönemlerde nasıl algılandığını göstermesi bakımından hem de dönemin politik eğilimlerinin konu ve film üzerinde ne derece belirgin olduğunu yansıtması bakımından önem kazanır. Üç önemli yönetmenin üç farklı zamanda ele aldıkları bu filmler aynı zamanda, Milli Mücadele konulu filmlerin -tüm sevaplarını ve günahlarını içeren- bir antolojisi niteliğindedir. Ateşten Gömlek gibi Halide Edip Adıvar'ın aynı adlı yapıtından sinemaya aktarılan Vurun Kahpe'nin ilk versiyonu, sinemacılar dönemini başlatan 1949'da çekilmiştir. Film/eser, ana konusunu Milli Mücadele yıllarını rejim değişikliği üzerine kurarak anlatır.
Romanda; pisliği, tükenmişliği ve de pejmürde hâliyle betimlenen maarif müdürlüğü binası ile başıboş eğitim sistemi, sonlanmakta olan Osmanlı'yı, İstanbul'dan Anadolu'nun bu uzak kasabasına gelen genç ve güzel öğretmen Aliye Hanım ise, ayak sesleri duyulan yeni rejim cumhuriyeti simgeler. Filmde izleyiciye yansıtılan düşman sanki Anadolu'yu işgale kalkışan Yunan değil de, Aliye Öğretmen'in gittiği kasabadaki eşraf ve kasabanın imamıdır. İmam Fettah Efendi'nin gözü Kuva-yı Milliyeci Ömer Efendi'nin bağlarında, eşraftan Kantarcıların ise gözü Aliye Öğretmen'dedir. Filmdeki bir avuç Kuva-yı Milliyeci ise bir yandan giden rejimin uzantılarıyla, bir diğer yanda ise Anadolu'yu işgale yeltenen Yunanlılarla savaşır. Bir bakıma bu film; giden rejimi kötüleme ve gelen rejimi bir kutsama aracına dönüşürken, diğer yanıyla da Türk sinemasına kalıcı bir olumsuz imam tipini "armağan" eder. Bu oldukça olumsuz çizilen imam tipi ise ilerleyen yıllar boyunca Yeşilçam için ideolojik bir silah haline gelecektir.
- Diğer yandan bizim sinemamızda kahramanlıklar iyi ya da kötü yanlarıyla var olan bir karakter olarak asla yer almaz, aksine her olay/olgu karşısında aynı tavrı alan tiplemelerle karikatürize edilerek çizilir.
Tarihi filmlerimizin kahramanlarının yaşanmış gerçek tarihten değil de çoğunlukla çizgi romanlardan alıntılanması da bu durumun başlıca sebeplerindendir. Bugün de, dün olduğu gibi, millî değerleri hamasi bir söyleme düşmeden işleyen filmlerin yapılması pek kolay değildir.... Buradaki zorluğun en somut kanıtı ise; bizim filmlerimizle yabancıların yaptıkları Çanakkale filmleri arasındaki nitelik farkıdır.
Gözlemlenen en büyük fark ise, konu hakkındaki yabancı filmlerin tarihi gerçeklere sadık kalmış ve özenle hazırlanmış yapımlar oluşu, yerli filmlerin ise ilkokul müsamerelerini aşamayacak ölçüde aşırı bir hamaset barındıran, yaratıcılıktan uzak ve sadece milli duygular üzerine kurulan abartılı bir konuşkanlıktan ibaret kalışıdır. Yıllar yılı üzerinde konuşulup da bir türlü yapılamayan Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı filmlerinin çıkmazı tam burada düğümlenir....