Osmanlı filmlerinin unutulan yönetmenleri
Fuat Uzkınay, Türk sinemasının çok önemli ve kurucu isimlerinden birisidir. Bu konuda herhangi bir kuşku duyulmamalı. Ama bizler sadece bu öykünün peşine düşünce aslında bir Osmanlı vatandaşı olan Manaki Kardeşler'i ve daha bir çok Osmanlı vatandaşı sinemacımızı unuttuk. Hâl böyle olunca film kutularının üzerinde "Türkiye" yazan Manaki Kardeşleri "bizim ilk sinemacılarımız" diye Makedonya'dan Yunanistan'a kadar bir çok ülke sahiplendi.
Takip edenler ve okuyanlar bilir... Cins dergisinin Mart 2021 tarihli sayısında "100 Yılı Anlamak İçin 100 Hikaye" temalı bir araştırma dosyası vardı. Dosyanın duyurusu, derginin kapağına şu cümlelerle kazınmıştı: "Anlatılan ne varsa hepsi eksik kalacak..."
Bugüne kadar kendi tarihimize ve bu tarih içerisinde üretilenlere dair anlattıklarımız derginin öngörüsünü doğrular nitelikte maalesef hep "eksik" kaldı. Mesela; dört bir yana kök salarak tarihin toprağına tutunmuş asırlık bir çınarı anlatmaya çalıştık, olmadı. Çünkü konumlanma noktalarımız sorunluydu. Ya detayları göremeyecek kadar çok uzaktaydık ya da bütünü göremeyecek kadar çok yakında. Uzaktan bakanlarımız sadece görkemli bir manzara gördü, yakından bakanlarımız ise kurumuş bazı dallar. Kendi konumlanma noktalarımızdan gördüğümüz yüzeydeki gerçeği hakikat sandık. Yanıldık. Oysa her iki konumlanma noktasından gördüklerimizi birleştirerek hakikate yaklaşabilirdik. Tıpkı sinemada olduğu gibi: Biri genel diğeri yakın iki planı bir araya getirebilir ve yeni bir anlam elde edebilirdik. Yapmadık, yapamadık. Yanlış konumlanma noktalarımızdan kaynaklı benzer bir eksiklik bizim sinema tarih yazımımız için de söz konusu.
Hele ki bu sinema tarihi, bugünden bakıldığında bize çok uzak gibi görünen sinemamızın başlangıç yıllarını, yani Osmanlılar dönemini ele alıyorsa eksiklik daha da göze çarpmakta. Hatta denilebilir ki sinema hayatımızın Osmanlılar dönemiyle ilgili "tamam" olan tek şey bir çok parçanın "eksik" olduğudur. Üretilen belge ya da kurmaca filmler, bu filmleri üretenler, bu filmlerin üretilme koşulları, film üretim- dağıtım-gösterim zincirleri arasındaki ilişkiler, imparatorluğun içinde bulunduğu tarihsel koşullar ve bu koşulların yeni doğmakta olan sinema hayatımıza yansıması, o dönem çekilen ve günümüze kadar ulaşabilen filmlerin hangi kişi ya da kurumların elinde olduğu gibi daha pek çok konuda bilgimiz eksiktir. Peki bu eksikliğin sebepleri nelerdir? Bugüne kadar kendi sinema hayatımıza ilişkin hakikate yaklaşan bir sinema tarihini neden yazamadık? Ve sinema hayatımız içerisinde üretilenleri neden doğru düzgün bir araya getiremedik?
Bilmem hangi tarihte çekilen bir Hollywood filminden haberdar olan kendi neslimiz acaba kendi sinemamızın tarihi ve o tarih içerisinde üretilenlerden neden yeterince haberdar değil? Sorular çoğaltılabilir. Ama bana sorarsanız bu işten, başkasını sorumlu tutmayalım. Eksikliği kendi özümüzde arayalım. Bazı şeyleri daha net görebilmek içinse -makiniste iş çıkarmak pahasına- bütün filmi geriye sarmamız ve kendi sinema tarihimize ilişkin önemli bazı sahnelere yeniden bakmamız gerekiyor. Bilindiği üzere hareketli görüntü kaydeden cihazlar hayatımıza 19. yüzyılın sonunda girdi. Amerika'da Thomas Alva Edison, Fransa'da Lumiere Kardeşler hareketli görüntüleri kaydetmeyi ve bu filmleri bir kutu içinde ya da perde de halka izletmeyi başardılar. Kinetograf, kinetoskop, sinematograf gibi bu cihazları, başka ülkelerde üretilen farklı isimlerdeki benzer yeteneklere sahip cihazlar takip etti.
Fotoğrafı bilen seyirci bu heyecan verici buluşa büyük bir ilgi göstermiş, sonradan "yedinci sanat" olarak adlandırılacak olan sinema ilk yıllarda doğrudan fotoğrafla ilişkilendirilerek "canlı fotoğraf" ya da "hareketli resimler" gibi isimlerle nitelendirilmişti. Kısa bir süre sonra elinde bir projeksiyon ya da kamera taşıyan bir operatörler ordusu dünyanın önemli başkentlerine doğru yola çıkacak, bir yandan kendi ülkelerinden getirdikleri filmleri gittikleri ülkelerdeki halka izletecek, bir yandan da gördükleri önemli yerleri, olayları filme alıp kendi ülkelerine götüreceklerdi. O güne kadar gerçek anlamda deneyimlenen dünya o günden sonra filmler eliyle, dolaylı olarak ve perde üzerinde deneyimlenmeye başlanacaktı. Günümüzde içinde yaşadığımız "sanal dünya"nın tohumlarını işte bu ilk yıllarda aramak gerekir. Sinema içinde yaşadığımız topraklara keşfinden kısa bir süre sonra girdi.
Tarihi kaynaklardan ve bazı anılardan öğreniyoruz ki Sultan II. Abdülhamid'in oturduğu Yıldız Sarayı'nda çocuklar için sinematograf gösterimleri yapılmıştı. Önce Yıldız Sarayı'nda ardından Beyoğlu'nda takip eden aylarda Türklerin daha yoğun olarak yaşadığı tarihi yarımada da ve nihayet imparatorluğun diğer önemli kentlerinde film gösterimleri ve çekimleri yapılmaya başlanmıştı. İlk başta yadırganan, zaman zaman korkulan bu büyülü dünya çok geçmeden halkın günlük eğlenceleri arasında yerini almıştı. Osmanlı döneminde sinema önce yabancı operatörler eliyle ülkeye girmiş, ardından Osmanlı vatandaşı gayrimüslimler konuya ilgi duymuş en sonunda da Türkler seyirci olmanın ötesinde sinemayla yakından ilgilenmeye başlamıştı. Ama sinemanın bu topraklardaki doğum sancısı Osmanlı Devleti'nin son yıllarına denk geldi. Devlet Trablusgarp'da, Balkanlar'da ve nihayet Birinci Dünya Savaşı'nda bir ölüm kalım mücadesi verirken sinemacılar da bir ateş çemberinin içinde filmler üretmeye ve bu filmleri halka göstermeye çalıştı.
Bu anlamda Çanakkale Cephesi'nde düşmana geçit vermemek için ölüme koşanlar kadar bu destansı mücadelenin izlerini kaydetmeye çalışan Necati Bey'in verdiği mücadeleyi de saygıyla anmak gerekir. Bu kadirşinaslığı, yaptığı titiz çalışmalarla Necati Bey'in öyküsünü günümüze ulaştıran sinema tarihçisi Ali Özuyar'a kadar göstermemiz gerekli. Sinema tarihimizin Osmanlılar dönemine ait başlangıç yılları tıpkı sinemanın kendisi gibi heyecan verici öykülerle dolu. Bu öykülerin bir kısmını biliyoruz. Bu anlamda Nijat Özön, Nurullah Tilgen, Rakım Çalapala, Rekin Teksoy, Giovanni Scognamillo, Cemil Filmer, Mustafa Gökmen, Alim Şerif Onaran, Burçak Evren, Agah Özgüç gibi daha pek çok öncü isme önemli bir teşekkür borcumuz var. Bu değerli isimler yazdıkları ya da anlattıklarıyla sinema tarihimizin aydınlatılması yolunda çok önemli katkılar sunmuştur. Ancak, bizler, çok uzun süre sinemamızın Osmanlılar dönemine ait "sergüzeşt"ine dair benzer öyküler okumak ve dinlemek zorunda kaldık.
Bu "eksik"liğin ve yer yer maddi bilgi hatalarının bir çok sebebi vardır kuşkusuz: Kaynaklara erişmekte yaşanan sıkıntılar, erişilen kaynakları okuyabilmek için Osmanlıca hatta Fransızca bilme zorunluluğu ve nihayet bizim tarihsel malzemeyi saklama konusundaki ilgisizliğimiz... Ama bizce asıl büyük sorun başka yerde aranmalıydı? Nasıl mı? 2017 yılında T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü'nün katkılarıyla sinemamızın Osmanlılar dönemini ele alan Bırakın Çocuk Oynasın adlı bir belgesel film yapmıştık. Yönetmenliğini Atalay Taşdiken ile birlikte yaptığımız, metinlerini Saadet Özen ile birlikte yazdığımız belgeselin araştırma safhasında mekânsal anlamda Ankara, İstanbul, Makedonya, Manastır, Fransa, Lyon gibi kentlere ve ülkelere gittik. Arşiv görüntüleri konusunda ise Türkiye'deki araştırmalarımızın yanı sıra Makedonya, Fransa, Almanya, Hollanda gibi ülke arşivlerinden taramalar yaptık. Attığımız her adımda, izlediğimiz her siyah beyaz görüntüde sinemamızın başlangıç yıllarına dair eksik bir sahneyi tamamlamaya çalışıyorduk.
İşte bu belgeselin araştırma aşamasında hem o güne kadar okuduğumuz ve hepsi de birbirine benzer öykülerin ötesinde bambaşka ve heyecan verici bir sinema maceramız olduğunu hem de sinema tarih yazımındaki asıl büyük sorunumuzu fark ettik. Tıpkı sinemanın kendisi gibi heyecan verici bu macera maalesef tek bir soruyla ve bu soruya yanıt bulmak amacıyla yapılan çalışmalarla çerçevelenmiş, daha baştan sınırlandırılmıştı: İlk Türk filmini kim çektişti? Bu film çekildiyse neredeydi? Bu film henüz bulunmadığına göre acaba çekilmemiş miydi? Bu topraklarda ilk film gösterimi nerede, hangi binada ve kim tarafından yapılmıştı? Bu sorular elbette önemli sorulardı ama büyük bir filmin sadece bir sahnesi gibiydi. Ama bizler yıllar yılı bu soruları yanıtlamaya çalışınca bütünü tamamlayacak bir çok şeyi gözden kaçırmıştık. Yaptığımız kadraj bir çok önemli konu ve öykünün dışarıda kalmasına sebep olmuştu. İşte asıl sorun buydu. Bir başka sorun ise konuya önyargılarla yaklaşmaktık.
Fuat Uzkınay, Türk sinemasının çok önemli ve kurucu isimlerinden birisidir. Bu konuda herhangi bir kuşku duyulmamalı. Hâlâ kayıp olan Ayastefanostaki Rus Abidesi'nin Yıkılışı filmi de sinema tarihimizde üzerinde konuşulması gereken bir film. Ama bizler sadece bu öykünün peşine düşünce aslında bir Osmanlı vatandaşı olan Manaki Kardeşler'i ve daha bir çok Osmanlı vatandaşı sinemacımızı unuttuk. Hâl böyle olunca film kutularının üzerinde "Türkiye" yazan Manaki Kardeşleri "bizim ilk sinemacılarımız" diye Makedonya'dan Yunanistan'a kadar bir çok ülke sahiplendi. Oysa onlar 1911'de Sultan Reşat'ın Rumeli seyahatini kayda alırken bir başka ülkenin değil bizzat kendi padişahlarını kayda alıyorlardı. Cannes Film Festivali'nin o günlerde de düzenleniyor olduğunu düşünsenize. Sizce Manaki Kardeşler bu yarışmaya hangi ülkeyi temsilen katılırdı? Ve katıldıkları bu yarışmada ödül alsalardı sizce bu ödülü hangi ülkenin insanlarına adarlardı? Maalesef çok uzun yıllar sinemamızın bu ilk dönemine dair bilgilerimiz sınırlı kaldı.
Kurucu isimler tarafından herhangi bir belgeye dayanmadan yazılan bazı yanlışlarsa sonraki çalışmalarda kopyalana kopyalana bir çığ gibi karşı konulamayacak kadar büyüdü. Zaman yeni sorular sorma ve bunlara yanıt bulma zamanıdır. Son yıllarda sinemamızın Osmanlı dönemine ait sahnelerine dair önemli çalışmalar yapılmakta. Ali Özuyar, Arda Odabaşı, Nezih Erdoğan, Özde Çeliktemel- Thomen ve daha pek çok isim söz konusu döneme ait önemli eserler yayımladı. O yıllara ait tarihi belgeler, gazeteler, anılar, mektuplar, günlükler dikkatli gözler tarafından taranmaya başlandı. Bütün bu önemli çalışmalarla birlikte o güne kadar hep aynı sahnesini izlemek zorunda kaldığımız filmin başka sahnelerini de görme şansımız oldu. İşte bu aşamada asıl filmin bütününe ilişkin daha olgun fikirler üretmeye başladık. Yeterli mi? Elbette değil. Bugün, o döneme ait bir çok belge ve kurmaca film kayıp.
Belki de dünyanın herhangi bir yerinde bir depoda keşfedilmeyi bekliyor. Bunları bulmamız lazım. Türkiye'de farklı kurumların elindeki görüntüleri bir araya toplamak lazım. Sinemamızın ilk yıllarına emek vermiş yerli yabancı isimleri tek tek tespit etmek lazım. Döneme ilişkin yazılı ya da görsel malzemeye erişimi kolaylaştırmak, araştırmacıları teşvik etmek lazım. Farklı konumlanma noktalarından yeni belgeseller, filmler, araştırma dosyaları yapmak lazım. Mesela, son yıllarda sinema ve felsefe ilişkisi üzerine çok önemli yayınlar yapan, bu yıl üçüncüsü düzenlenen Sinema ve Felsefe Sempozyumuna imza atan, uluslararası hakemli bir dergi olan Sinefilozofi'yi yayınlayan Prof. Dr. Serdar Öztürk sinemamızın Osmanlılar döneminde üretilen belge ve kurmaca filmlerde yaratılan imajlardan yola çıkarak bize bambaşka bir bakış açısı sunsa ne güzel olur. Yapmamız gerekenler çok. Ne yazsak eksik kalacak.
İşte size bir eksiğimiz daha: Bırakın Çocuk Oynasın belgeseli sırasında sinemamızın kuruluş yıllarına emek vermiş bir sinema sevdalısının öyküsüne ulaşmaya çalışıyorduk. O güne kadar adı ve hakkında birkaç cümlelik bilgiden başka pek de bir şeye rastlayamamıştık. Mezarlıklar Müdürlüğü, arşivler, parseller, mezarlıklar derken günler süren yoğun bir araştırmanın sonunda nihayet mezarını bulmuştuk. İstanbul'da adalardan birinde yatıyordu. Vaktiyle küçük de olsa bir sureti de varmış mezartaşında. Ama zamanla o da düşmüş, yok olup gitmiş. Mezartaşında aynen şunlar yazılıydı:
- Filimci
- Hüseyin Çetin Yalçın
- VEFATI: 27 Kanun evvel 1934
- Tedbirli ol arkadaş
- Bak kabrimin taşına
- Sonu ölüm dünyada
- Aklını al başına
- Erzurum'dan gelirken
- Filimcilik uğrunda
- Kurban gittim doymadan
- Mesleğimin aşkına
Mesleğinin aşkına doyamadan bir kazaya kurban giden bu sinema sevdalımızın bir kare de olsa bir fotoğrafını bulup mezartaşındaki yerine koymak ve onun öyküsünü ortaya çıkarıp hak ettiği yere yazmak da boynumuzun borcu olmalı. Bir borcumuz daha var. Bir başka sinema sevdalımız Mustafa Gökmen'in Başlangıçtan 1950'ye kadar Türk Sinema Tarihi ve Eski İstanbul Sinemaları kitabını yıllar önce okumuştum. Kitapta, sinemamızın ilk yıllarına dair ansiklopedik bilgiler vardı. Bir de gözyaşları içerisinde okuduğum Mustafa Gökmen'den bize yazılmış âdeta bir vasiyet niteliğinde şu satırlar: "Ben diploma yoksulu bir kimseyim; değil yüksek, orta eğitim bile yapamadım. Yabancı dil bilmiyorum. Eski yazı da öğrenemedim Bütün marifetim kütüphane kapılarının eşiğini aşındırmaktan ibarettir. Tabii böyle bir kimsenin yazacağı kitap dörtbaşı mamur ve kusursuz bir eser olamaz. Bu itibarla elinizdeki kitapta istenilmeden yapılan hatalar, eksik veya fazla taraflar bulunabilir. Bunu peşinen kabul ediyor ve müteakip baskılarda gereken düzeltmeleri yapabilmek için bilgi ve belge sahiplerinin, özellikle bu işi benden iyi bilenlerin yardımını rica ediyorum. Kitap benim ama konu hepimizindir. Hâlen mevcut olmayan kusursuz 'Türk sinema tarihi'ni elbirliğiyle yazalım."
Tıpkı Mustafa Gökmen'in dediği gibi hatasıyla sevabıyla bu yazı da benim. Ama unutmayalım ki "konu hepimizindir". Tıpkı bu ülke ve bu tarih gibi...