Tek tebessümlük öykülerin yazarı
Öykü. Evet, aslında bu kadar.Batı’da “kısa öykü” olarakadlandırılan, bizde bildiköykü manasına gelen öyküleryazdı. Hiç zorlamadan,gereksiz olanı öyküdenuzaklaştırarak yazdı. Sadeceo saf, dalsız budaksızanlatılmasını istediğimizöyküyü verdi bizlere.
Kim yazdı?
Dünya edebiyatında öykü denildiği zaman aklıma nedense -tabii ki nedenini biliyorum- ilk Latin Amerika gelir. Yani öyle Çehov’dur, Mauppasant’tır gelmez. Lise ders kitaplarınızdan aşina olduğunuz birtakım tabuları artık aşın.
Durum öyküsü mü, yoksa olay öyküsü mü sorgusunu biraz olsun kenara bırakın çünkü öykü tektir. Birdir, diridir… Şaka şaka, abartmaya lüzum yok, lakin öykü temelde hikâyedir. Kaynağı tahkiyedir ve o da ancak Doğu’da yahut Latin Amerika’da mümkün olabilir. Çok mu iddialı, bence değil. Batılı birçok yazarın metne matematiksel olarak yaklaşmasından hiç haz etmedim. Aynı sebepten günümüz dizilerini de izleyemiyorum. Netflix hariç değil. Hangi bölümde ne olacağını ezber eden senaristlerden çıkma fabrikasyon yapımlardan bahsediyorum. Neyse, konumuza dönelim, öykü diyorduk, Batılı yazarlar diyorduk. Genelliyorduk. Ama tüm bu genellemeyi kıran birkaç istisnadan bahsetmek mümkün. Kimi post-modernler -Vonnegut, Holst gibi gibi...- sağ olsunlar geleneksel anlatıyı pastiş, parodi gibi yöntemlerle modern öyküye fevkalade taşımışlar ve sıkıcı Batı anlatısını kırmışlar. İşte Donald Barthelme de onlardan biri.
Ne yazdı?
Öykü. Evet, aslında bu kadar. Batı’da “kısa öykü” olarak adlandırılan, bizde bildik öykü manasına gelen öyküler yazdı. Hiç zorlamadan, gereksiz olanı öyküden uzaklaştırarak yazdı.
Genellemeyi kıran birkaç istisnadan bahsetmek mümkün. Kimi post-modernler geleneksel anlatıyı pastiş, parodi gibi yöntemlerle modern öyküye fevkalade taşımışlar ve sıkıcı Batı anlatısını kırmışlar. İşte Donald Barthelme de onlardan biri.
Sadece o saf, dalsız budaksız anlatılmasını istediğimiz öyküyü verdi bizlere. Türkçe’ye Kırk Öykü kitabı çevrildi ve Monokl Edebiyat tarafından basıldı. Orijinal dilinden -İngilizce- okuma yetisine sahip okurlar içinse çok sayıda öykü kitabı ve hatta romanları da mevcut. Tavsiye niteliğindedir. Üstelik internet üzerinden erişilebilir.
Neden yazdı?
Anlatacak hikâyesi vardı da ondan yazdı. Onun için basit bir gezi yahut gördüğü veya işittiği bir şey yazılabilirdi. Hikâyesi olsun yeter. Öyküleştirmek onun alametifarikası… Belki biraz abartıyla süsleyerek, kimi zaman iğneleyerek yahut üçüncü bir bakışı dâhil ederek.
Nerede yazdı?
Houston Üniversitesi’ndeki odasında, masasında Beckett’ın, Joyce’nin, Eliot’un kitapları üst üste… Kafasında ertesi hafta yaratıcı yazarlık dersinde daha yeni ve ilgi çekici ne anlatabilirim, öyküyü daha fazla nasıl zorlayabilirim soruları… Önünde notlar, Goethe’ye yazılmış bir mektup, Tolstoy Müzesi’nde çekilmiş bir fotoğraf. Fotoğraf kendine ait değil, belki çeken kendisi, belki de hayıflanan: Rusya’ya kadar gittik Tolstoy’u yerinde ziyaret ettik bir fotoğrafımızı bile çekmedi kimse. Ya da Rusya’ya hiç gitmedi ama bunların hepsi işte öykü dediğimiz şey değil mi?
Nasıl yazdı?
Gerçek manada bir form olarak öykünün imkânlarını arayarak yazdı. Çağına uzanmış tüm öykücülüğü başucunda tutarak ve çağının getirilerini layıkıyla kullanarak yazdı. Kült bellediği yazarların her birini, okuru onları okumaktan sorumlu tutarcasına önemini arz ederek, onları öyküleştirerek, onlara işaret ederek yazdı.
Post-modernizm’in sağladığı tüm olanakları kullandı. Hatta öylesine kullandı ki, bugün onun yazdığı öyküler olmasa doğru bir post-modernizm tahlili yapmakta eksik kalabilirdik. Ve tüm bu cambazlıklarının yanı sıra muhakkak her öyküsünde, olması gerektiği gibi, hikâyeyi taşıdı. Sadece bu bağlamda bile, belki genç yazarlarca, incelenesi, örnek alınası bir kalem olarak ele alınabilir.
Ne zaman yazdı?
Ömrü boyunca yazdı, bunların birçoğu, özellikle kısa öykülerinin, yaşamının sonuna doğru bazılarıysa ölümünden sonra yayımlandı. Mesela Kırk Öykü’yü ölümünden 2 sene önce matbu görebildi. Ona bakınca, yaşamına ve öykülerine, kendi kaleminden fırlamış bir yazar görüyorum. Belki de yeterince post-modern bir yazar olmak başlı başına bir post-modern öykü karakteridir. Bunu bana düşündürmesi bile, yüzünden hiç eksilmemiş o hınzır gülüşün* anahtarını veriyor elime.
- İpucunu kaptığıma, onun okuruyla bir oyun oynadığını ve her şeyin bir parça tebessüm için olduğunu kavradığıma göre Barthelme’ye veda edebilirim. Hoşça kal dünyanın tüm hikâyelerinden, Sinbad’dan, Mavi Sakal’dan, Batman’dan ve daha nicelerinden post-öyküler çıkaran koca yürekli öykücü.
Tolstoy Müzesi'nde
Tolstoy Müzesi’nde Tolstoy’un bir öyküsünü okuyordum. Bu öyküde bir piskopos, bir gemide yolculuk yapıyor. Diğer yolculardan biri piskopos’a üç keşişin yaşadığı bir adadan söz ediyor. Söylenenlere göre, bu keşişler pek sofularmış. Piskopos, bu keşişleri görmek ve onlarla konuşmak arzusuyla doluyor. Geminin kaptanını adanın yakınlarına demir atmaya ikna ediyor. Küçük bir kayıkla karaya ulaşıyor.
Keşişlerle konuşuyor. Keşişler piskoposa Tanrı’ya nasıl ibadet ettiklerini anlatıyorlar. Şöyle bir duaları var: “Siz üçünüz, biz üçümüz, bize merhamet edin.”
Piskopos bu duanın yanlış bir şekilde okunduğunu düşünüyor. Keşişlere İsa’nın Duası’nı öğretme görevini üstleniyor. Keşişler İsa’nın Dua’sını öğreniyorlar ama büyük bir güçlükle. Onlar duayı doğru bir şekilde öğrenene kadar gece oluyor. Piskopos keşişlere ibadetlerinde yardım edebildiği için mutlu bir hâlde gemiye dönüyor. Gemi yola devam ediyor. Piskopos güvertede tek başına oturmuş, o gün başından geçenleri düşünmekte. Geminin arka tarafında, gökyüzünde bir ışık görüyor. Işık, el ele tutuşmuş, ayaklarını hiç oynatmadan suyun üzerinde süzülen üç keşişten geliyor. Gemiye yetişiyorlar ve “Unuttuk, Tanrı’nın hizmetkârı, öğrettiklerini unuttuk!” diyorlar. Duayı yeniden öğretmesini istiyorlar ondan. Piskopos istavroz çıkarıyor. Sonra onlara kendi dualarının da Tanrı’ya ulaştığını söylüyor: “Size dua öğretmek bana düşmez. Biz günahkârlar için siz dua edin!” Piskopos güverteye doğru eğiliyor.
Keşişler denizin üzerinde el ele adalarına geri uçuyorlar. Öykü çok basit bir dille yazılmış. Kökeninin bir halk masalı olduğu söyleniyor. Bunun başka bir versiyonu Augustinus’ta bulunuyor. Öyküyü okuyunca son derece canım sıkıldı. O güzelliği. O uzaklığı.
* Sahi Barthelme’nin gülüşü nasıldır? Bunu ben değil, Dave Eggers soruyor ve bir de tüyo veriyor “Sıklıkla çita gibi gülerdi, ya da hışırdayan kuru yapraklar gibi…” Sizce hangisi Barthelme’nin gülüşüdür?