Tatli bir rüya, meyus bir kâbus: Oğuz Atay
Beceriksizliklerimizin, acemiliklerimizin, çocuk kalmış yanlarımızın kaynağını gösterdiği için bizimle bağ kuruyordu çünkü Oğuz Atay. Hatta bir bakıma, bizi bize kelimeler aracılığıyla pek kolay gösterdiği için içimizi de rahatlatıyordu.
Oğuz Atay 12 Ekim 1934’te dünyaya geldiğinde, 13 Aralık 1977 tarihindeki erken ölümünün yıllar sonrasında bile birçok insanın zihninde ve kalbinde bambaşka bir yer edineceğini elbette bilemezdi. (Ne kadar şanslıyız ki bizler bunu biliyoruz, şimdi!) “Tarih geçmişten geleceğe uzanan ve bugün gördüğümüz bir rüyadır. Bütün rüyalar gibi tarih de yorumlanabilir, ama görülürken değil.” cümlelerini yazarken daktilosunda, bu cümleleri içinde barındıran Tutunamayanlar nam eserinin birçok okurun kişisel tarihinde çok önemli bir eşik olacağını tahmin edebilir miydi peki? Birçok okurunun yorumlamaktan aciz olacağı tatlı rüyası olacağını, birçok okurunun da bir türlü uyanmak istemeyeceği meyus kâbusu olacağını…
“Kâbus” kelimesini kullanmamı lütfen mazur görün. Sözlüklere şöyle bir bakarsak, “etkisi insanın bütün benliğini kaplayan sıkıntılı hâl” anlamını da taşıyan bu kelime, yolu özelikle de genç yaşta Tutunamayanlar romanının sayfaları arasından geçen birçok kişi için sanırım pek de anlamsız bir tanım olmayacaktır. Oğuz Atay’ın karanlık olduğu kadar komik, acıklı olduğu kadar bir güldürü olarak da okunabilecek metinleri, bir zamanlar genç olan biz okurlarını nasıl da sarıp sarmalamış ve benliklerimizi hem neşeyle gıdıklayıp hem de sivri tırnaklı parmaklarıyla kanata kanata kaşımıştır, bir bilseniz…
Tutunamayanlar bir yana, kim ne derse desin, sanırım hayatımızın en kötü kâbusu olan Oğuz Atay metni Tehlikeli Oyunlar’dı. Kendisinden sonra gelen birçok yazara ve okura edebiyatın en bilinmedik kapılarını aralayan, hayatlarımızın yol haritasını çizerken hem elimizden tutup hem de elimize vuran o roman… Nurdan Gürbilek’in deyimiyle (bkz. Yer Değiştiren Gölge, “Kemalizmin Delisi Oğuz Atay”, Metis), “hayat karşısında beceriksiz, 'hayatın acemisi'…” ve “düşünmekten yaşamaya fırsat bulamamış, 'hayat bilgisi'nden yoksun, bu yüzden de zihinlerindeki doğrularla birlikte evde kalmış, çocuk kalmış” Hikmet Benol karakteri, tam da biz değilsek kim olabilirdi, mesela? Öyle olmasa, bu romanı döne döne okur muyduk, çoğu kez, nedir şimdi bu yaşadığımız diye, sözlüğe bakar gibi…
Hayat deneyimimize, dünyaya bakışımıza, düşüncemize ve gönlümüze Oğuz Atay’ın hayaleti dadanmaya başlamıştı bile çoktan: İnsanları çokça güldüren, şakacı, eğlenceli biriydim mesela ben, ne âlâ! Peki ben, neden hep güldüren taraftım? Kendimi en kötü hissettiğim zamanlarda bile şakacılığımdan ödün vermiyordum ya... Sözlerimle aslında önce kendimi mi eğlendirmeye çalışıyordum acaba? Kurduğum oyunlarla… Hayatın bu kötü yazılmış oyunlarına karşı kendi oyunlarını el yordamıyla icat etmeye çalışan bir Hikmet Benol mu olmaya başlamıştım yoksa!
Oğuz Atay’ın günlüğünde, “İki kültür arasında bunalıyor, bu bunalım orta seviyede bir aydın duyarlığı...” diye tanıttığı, halktan uzaklaşmış bir yarı aydın ve emekli tarih öğretmeni olan Coşkun Ermiş girmişti sonra hayatımıza. (Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar adlı tiyatro eserinden bahsediyorum tabii ki!) Atay’ın ortaya çıkardığı hemen her karakterinde olduğu gibi, Coşkun da adındaki simgelemeden anlaşılabileceği üzere “coşkun” duygular besleyen, ancak hayatın yükü altında ezilirken bunları bir türlü ortaya çıkaramamış, ancak emekliye ayrıldıktan sonra oyunlar yazmaya başlamış ve gerçeklikle oyunlar arasında gidip gelen bir figürdü. Günümüzde de pek sık rastlayacağımız(!) türden bir aydın hastalığına, milletini beğenmeme, onu hor görme, aşağı görme hastalığına yakalanmıştı. İroni dolu cümleleri çınlıyordu kulaklarımızda:
COŞKUN: Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz.
Sonra öyküleri girdi hayatımıza: “Korkuyu Beklerken” aklımıza mukayyet olmaya çok gayret ettik, sonra “Beyaz Mantolu Adam” ile aklımızı suya vermek istedik, “Unutulan” bir sevgili gibi ölümüzün bulunmasını bekledik bir çatı katında ve nihayetinde “Demiryolu Hikâyecileri” ile bir ağızdan “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diye avazımın çıktığı kadar bağırmak istedik…
Beceriksizliklerimizin, acemiliklerimizin, çocuk kalmış yanlarımızın kaynağını gösterdiği için bizimle bağ kuruyordu çünkü Oğuz Atay. Hatta bir bakıma, bizi bize kelimeler aracılığıyla pek kolay gösterdiği için içimizi de rahatlatıyordu. Ama sonrasında, tüm bu rahatlığı da elimizden alıyordu hemencecik. Çünkü tüm bunları bir türlü bir şeyleri unutamamanın, bir şeylerin üstesinden gelememenin, adaletle bu dünyayı çözememiş olmanın acıklı olduğu kadar acınası duygusunu yeniden alevlendiriyordu içimizde.
“Hamlet'in deliliğini bu kadar yaratıcı kılan şey Shakespeare'in akıllılığıdır. Deli bir karakterin yaratıcısının akıllı olması gerekir, yoksa Hamlet gibi olurdu ve oyunlarını yazamazdı. Akıllılar yaratır, deliler ise sadece acı çeker.” cümlelerini okuyunca psikoterapist-yazar Adam Phillips’in, “Burada, ‘Hamlet’ yerine ‘Hikmet’ ve ‘Shakespeare’ yerine ‘Oğuz Atay’ yazınca, sonuç, ‘akıllılar acı çeker’ çıkıyor ama galiba…” demiştim kendi kendime. Oğuz Atay okuyup da akıllı kalabilmek, modern çağın en büyük deliliği olurdu çünkü!
Yine de yazımızın başında söylediğim gibi bir tatlı rüya olsun istiyorduk, kâbusumuz. Ki, yine Oğuz Atay, daktilosuna değen parmaklarının ucuyla, şefkatle okşuyordu başımızı, cümleleriyle.
Tutunamayanlar’ın satırları arasından, bize bıyık altından gülüp avutuyordu işte bizi:
“Belki, yaşadığını sandığı hayat bir rüyadan ibarettir ve uyandığı zaman o da bütün gerçekleri görecektir; ya da herkes uyumaktadır da onun yaşadıkları gerçektir. Yazar da bir gün onlar gibi uyuduğu zaman herkesin gerçek sandığı rüyaları görecektir.”